<%@ Language=VBScript %> MİMAR SİNAN-2 Sayfa 3

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

BÖLÜM>| 1 | 2 |    Sayfa> | 1 | 2 | 3 |   

Selimiye: Sinan'ın Yazılmamış Mimarî Kuramı Kalfalığımı İstanbul'daki Şehzade Camii'nde icra ettim. Üstadlığımı da Süleymaniye Camii'nde tekmil ettim.  Ama cümle makdurumu bu Selim Han Camii'ne sarf edüp yed-i tûlamı ayan ve beyân eyledim.

Bu fakir dahi bir resm-i cami-i ali eyledim ki Edirne içinde manzur-ı halk-ı âlem olmağa lâyıktır.

SELİMİYE: Edirne'de Kent Tacı ve Simge

Bruno Taut, henüz çağdaş gelişmelerde bozulmamış olan Edirne siluetinde Selimiye'yi gördüğü ve onu kent tacı (Die Stadt Krone)olarak betimlediği zaman kubbesinin profilini ya da biçimini değil, yapının tümünün görkemini dile getiriyordu. Sinan'ın kubbeli strüktürde aradığı da kubbenin simgeselliğini yapının simgeselliğine dönüştüren ideal biçimi gerçekleştirmek olmuştur. Kubbenin simgesel boyutu her zaman mutlak simet­riyi içerir, mutlak simetri de sonsuzluğu çağrıştırır.Selimiye,bu matematiksel ve törensel isteği caminin pratik zorunluluklarıyla bağdaştırmakta en başarılı olan ve Sinan'ın bütün yaşamınca aradığı yapıdır. Sinan, gelişmiş bir taşıyıcı sistem ve ışıklı per­de duvarlarla, kubbenin ilkel geometrisinin doğal gücünü zayıflatmadan hem simgesel, hem işlevsel amaçları yerine getiren bir başyapıt yaratmıştır.

II. Selim'in kentle olan ilişkisi gençliğinde başlar. Kanunî 1548'de İran seferine çıkarken onu "tahtın korunması için" Edir­ne'de bırakmıştır. Tahta çıktıktan sonra avlanmak için sık sık Edirne'ye gittiğini biliyoruz. Cülusunda bir kez Belgrad'a gitme­sinin dışında, II. Selim Avrupa topraklarında savaşa gitmeyen ilk padişah olarak Edirne'nin batısına geçmemiştir. Bu durum, onun İmparatorluğu algılamasında Edirne'ye simgesel bir sınır taşı imgesi kazandırmış olabilir. Fakat caminin Edirne'de yapıl­mış olmasının bir nedeni de İstanbul'da uygun bir arsa bulunamaması olabilir. İstanbul'un siluetine egemen olan en yüksek noktalar, daha önce yaptırılan camilerle doluydu. Ayasofya, Bayezid, Süleymaniye, Şehzade, Fatih, Mihrimah camileri kentin Haliç siluetinde etkili olan yamaçlarını işgal etmişlerdi.

II. Selim sadrazam Lala Mustafa Paşa'dan Magosa Kalesi­nin fethinde elde edilen ganimetleri ister. Evliya bunların 14000 kese akçe ve 3000 kese Venedik altını olduğunu yazar. Bu hikâyenin sonradan uydurulmuş olduğu anlaşılıyor. Selimi­ye inşaatı Kıbrıs'ın fethinden en az üç yıl önce başlamıştır. Fa­kat Kıbrıs fethi paralarının da Selimiye inşaatına harcanmış ol­duğu Evliya'nın anlattıklarından anlaşılmaktadır.

Yapım Süreci:

II. Selim, 22 Haziran 1567'de istanbul'dan Edirne'ye gelmiş ve Avusturyalılarla yapılan barış antlaşmasına kadar (17 Şubat 1568) ve belki daha sonra da burada kalmıştı. Selimiye Cami-si'nin inşasına bu sırada karar verildiği anlaşılmaktadır. Cami­nin harem kapısı üzerinde Edirne'nin şair ve hocalarından So-fizâde Dai'nin yazdığı söylenen kitabede temel atma tarihi ola­rak "Fazlullah" terkibinin ebced hesabıyla verdiği H. 976 (1568/69) yılı vardır. 26 Haziran 1568'den sonraki yaz ayla­rından birinde temel kazısı başlamış olabilir. İnşaatın temeline Haziran ayında başlanmış olduğunu destekleyen bir belge daha vardır. Divan, 20 Haziran 1568'de gönderdiği bir emirle Edirne kadısından, cami inşaatı nedeniyle fiyatları arttıran kereste tüccarlarının fiyatlarını kontrol etmesini istemektedir.

Burada ilginç olan, yapı malzemelerinin Edirne piyasasın­dan sağlanmasıdır. Bu tarihten sonra, inşaata ilişkin belgelerin sayısı artar. Temel inşaatının o sırada sürdüğü kabul edilebilir. Camiye malzeme sağlayan hassa emini Halil'in verdiği bilgiye dayanılarak, İnez'de bazı direklerin ve Fere'deki bir renkli taş ocağı ürünlerinin gönderilmesi için Divan'dan, ilgili kadılıklara emirler gönderilmiştir. İnşaat etkinliği 1568 sonbaharında sürmektedir. İstanbul'dan Edirne'ye miri esirler gönderilmiştir. Diğer camilerde olduğu gibi, İstanbul'da Divan büyük bir dik­katle inşaatı izlemekte, malzeme ve işgücü için gerekli emirle­ri vermektedir. İmparatorluğun muhtelif yerlerinden, Marmara Ada'smdan, Kavala'dan mermer getirildiği ve bunlara ilişkin yazışmaların 1572 yılına kadar sürdüğü görülmektedir. Mar­mara'dan mermer taşımasında donanma esirleri kullanılmıştır.

Evliya, beyaz mermerden yapılan avlu için, Atina'dan, Temaşalik denen yerden (Akropol ?) gelen altı sütundan söz et­mektedir. Kıbrıs'tan ve Hüdavendigâr Sancağı'nın Aydıncık kasabasından getirilen diğer sütunların "birer Mısır hazinesi" sarf olunarak "yüzbin derd ü mihnetle" getirildiğini anlatır. Ço­ğunluğu Marmara mermeri olan malzeme, döşemelerde, sütun ve başlıklarda, süvelerde, mihrab ve minberde, şebekelerde, korkuluklarda ve çörtenlerde kullanıldığına göre, cami inşaatı 1572' de kubbe kasnağına kadar yükselmiş olabilir. Bu tarihte, sekiz taşıyıcı ayağı bağlayan kemerlerin inşası bitmiştir ve Sinan, Karahisari halifelerinden Molla Hasan'ın camiinin hatları­nı yazmasını istemiştir. 1572'de, Kayalar köyünden camiye su getirilmesi istenmektedir.

Mimarbaşı ile İstanbul arasındaki yazışmalar düzenlidir. Bu belgeler aynı zamanda Sultanla Mimarın, inşaat hakkında karar verme mekanizmasındaki paylarını açıklamakta. Örneğin 12 Ağustos 1572'de Sinan'a Divan'dan şöyle bir emir gönderilmiştir.

Mimarbaşına Emir: Gönderdiğin mektupta binanın inşaat durumunu anlatarak ana kemerlerin dördünün kilitlenip, dördü­nün de kilitlenmek üzere olduğunu bildirmişsin. Ayrıca şahni­şin kubbesinin ve duvarının süslü mü, yoksa sade mi olması hakkında arzumuzu öğrenmek istemişsin. Ben pencerelerin hi­zasına kadar çini ile kaplanmasını ve pencere üstlerine, yine çini ile, Fatiha sûresinin yazılmasını istiyorum. Bu dediklerimi uygun gördüğün şekilde yaptır.

Bu çok ilginç emir, süsleme programının Sultan tarafından genel çizgileriyle, yazıların içeriği de bildirilerek saptandığını, Mimarın da uygulamada serbest bırakıldığını göstermektedir.

1573 baharında cami kubbeye kadar yükselmiş bulunuyor­du. Sinan, avluyla ilgili olarak İstanbul'a, şadırvan ve etrafının ve kapı eşiklerinin mermer, revaklar altındaki sofaların ise kü­fe taşından olmasını düşündüğünü yazmıştı. Bu ayrıntılar bir­çok konuda Sultanın seçiminin saptayıcı olduğunu belgelemek­tedir. Sinan'ın cami çevresiyle ilgili olarak istediği izinler, Selimiye yapıldığı sırada çevredeki alanın fazla geniş olmadığım gösterir. Saray hamamı denilen hamamın bugüne kadar ayak­ta kalmış olması, caminin inşaatı sırasında bu hamamın kulla­nıldığını göstermektedir. Sinan, cami çevresinin dolması için bir Yemiş Kapanı yapılmasını ve eski saray civarındaki 160 zira (yaklaşık 110 m) ve 30 zira (yaklaşık 20 m) genişliğindeki mahalleden on kadar ev satın alınmasını öneriyordu. Sinan'ın bu isteği kabul edilmişti.

Kubbe 1573 Ağustos'undan önce kapanmış olmalıdır. 25 Ağustos 1573 tarihli Divan yazısında camide ne zaman namaz kılınabileceği sorulmaktadır. O sırada caminin kurşun ve çini kaplamaları yapılıyordu. Cami sultanın istediği zamanda bit­memiştir. 27 Mayıs 1574 tarihli bir belgede çalışacak olan 88 kişinin adı vardır. Bunlar Haziran ayında halâ işlerine başlamamışlar ve inşaat biraz daha uzamıştır. Divan-ı Hümayun, belki de Sultanın sağlığının iyi gitmemesi nedeniyle l Kasım 1574'de, caminin 27 Kasım 1574 Cuma günü açılmasını karar­laştırmıştır. Sultan, ölümünün yaklaştığını hissederek açılışın bir an önce yapılmasını emretmiş olmalıdır. 7 Aralık 1574'de Sultan Il.Selim ölmüştür. Camide ilk namazın, önceden belir­lenmiş tarihte kılınıp kılınmadığı bilinmiyor. Caminin harem kapısındaki kitabenin son satırında "fazl-ı yezdan kane tarihü't-tamam" ebced hesabıyla 982 Hicri yılının son ayının ilk günü­dür. Miladî takvime göre iki hafta sonra 1575 yılı başlamıştır. Sinan'ın 1568'den sonra, inşaatın başında sürekli bulunduğu anlaşılmaktadır. Mimarbaşı ile İstanbul arasındaki yazışmalar inşaat programının çok iyi örgütlendiğini ve inşaatın İstan­bul'dan gelen emirlere uygun olarak yürütüldüğünü göstermek­tedir. Böylece patronunun büyük bir dikkatle izlediği inşaat ye­di yıldan biraz fazla sürmüş, fakat ILSelim'e kendi camisinde namaz kılmak nasip olmamıştır. Evliya Çelebi'nin dediğine göre inşaat için 27760 kese para harcanmıştı. Bu ortalama 550.000.000 akçe eder.

 

Tasarım İlkeleri:

Sinan'ın Şehzade'yi çıraklık, Süleymaniye'yi kalfalık ya­pıtları olarak betimlemesi kendi tasarım ideali açısından onlara kavramsal çıkmazlar olarak bakmasından kaynak­lanmış olabilir. Sinan'ın daha ilk aşamada vardığı merkezî plânlı ve dört yarım kubbeli dörtgen çardak şeması daha büyük kubbe boyutları için, belki de kabul edilmez bir küt­le olacaktı. Nitekim Yeni Cami, Sultan Ahmet ve yeni Fa­tih camileri gibi denemelerde de kubbe boyutları Süleyma-niye ve Selimiye örneklerine ulaşmamıştır. Sinan, Şehzade ve Süleymaniye'de bu şemaların olanaklarını sınamış, fakat Süleymaniye'den sonra plânlarının tümünü poligonal çar­dak üzerine kurmuş ve Selimiye tasarımına basamak basa­mak ulaşmıştır. Onun daha önce yaptığı her yapıda Selimi­ye'den bir parça bulmak olasıdır. Kanunî Türbesi, Topkapı Kara Ahmet Paşa, Edirnekapı Mihrimah Sultan, Rüstem Paşa, Lüleburgaz'da Sokollu camileri Selimiye'ye götüren denemelerdir.

Burada Ayasofya kubbesinin boyutlarının, mimarbaşı ol­duktan çeyrek yüzyıl sonra Sinan için halâ kışkırtıcı olduğu açıkça görülmekte ve daha büyük kubbe inşa etme amacının Si­nan ve çevresi için birincil önemini ortaya koymaktadır. Sai'nin dediğine göre Sinan, Ayasofya kubbesini boyut olarak geçmeyi meslekî bir onur sorunu yapmışa benziyor. Bu yarış söylemi günümüze kadar gelmiştir. Ne varki, Ayasofya kubbe­si Selimiye kubbesinden daha büyüktür. Sinan'ın Ayasofya kubbesi çapını ya da çevresini doğru ölçmemiş olması olanak­sızdır. Gerçekten Ayasofya kubbesinden daha büyük bir kubbe yapmak isteseydi, Selimiye'de bunu gerçekleştirememesi için, statik ya da yapı tekniği açısından, bir neden de yoktu.

Selimiye basit bir geometrik biçim düzenini büyük bir sanat yapıtı statüsüne çıkaran tasarımsal metamorfozun en güzel ör­neklerinden biridir. Cami içinde büyük bir ana formun ege­menliğini kabul etmekten ve mimarî öğelerin boyutsal alçak gönüllülüğünden kaynaklanan büyük bir bütünlük hissi vardır. Fakat kubbe göğe asılı olarak durmaz, ışıklı bir kafesin içine yerleşmiş sekiz ayakla yere oturur. Selimiye Sinan'ın büyük kubbeli yapı düşüncesini özetlerken onun kubbeli mekâna iliş­kin bütün ilkelerini sergiler. İçeri girildiğinde bütün görkemiy­le algılanan katıksız kubbeli mekân, çeperlerinin yarattığı ola­ğanüstü ışıklı kafesin etkisi dışında, Pantheon'un dinginliğine sahiptir. Ne merkezî plânlı yapıların ne de Ayasofya naosunun Sinan'ın aradığı çözümler olmadığı burada kanıtlanmaktadır. Sanatçının altıgen ve sekizgen çardaklı tema üzerinde onyıllarca süren çalışmaları burada kristalleşmektedir. Bu yapıda Si­nan tasarımının temel öğesinin kubbe değil, kubbeli çardak ol­duğu açıkça okunmaktadır.

Caminin mimarîden sonra yapılan bezemesinde en önemli ve ilgi çeken öğelerin pencereler ve örtüden inen kandiller ol­duğu vurgulanmıştır. Evliya "çar köşe divarlarda ikiyüzelli adet cam billur ve necef muran (Murano ?) vardır. Bunda olan mu­sanna avizeler ve gün-a gün kıymerdar askılar pek behdardır. Çar etrafında ta kubbe pervazına varınca üç kat kandil tabaka­ları vardır. Dayezade "büyük kubbenin kemer dairesiyle cami­nin içine, birbiri içinde üçer sıra halinde "dalga" olarak adlan­dırılan kandilleri asmasının hikmeti, insanların bu camiye her zaman imanlı olarak böylesine saflar halinde geldiklerine ima ve işaret içindir" der. Selimiye avlusunun kendine özgü tasarım özellikleri vardır. Temel sorun, caminin büyük boyutlarıyla orantılı olması gereken son cemaat yeriyle avlu revakları ara­sındaki ilişkiyi kurmaktı. Sinan son cemaat yeri revaklarını, se­kizgen çardağın strüktürel şemasını tamamlayacak şekilde giriş açıklığının iki yanında dar açıklıklar ve alçak kemerlerle vurgu­lamıştır. Böylece başka camilerde olmayan değişik bir revak ritmi karşımıza çıkar.

Avlunun ikinci özelliği çatısız, çanak şeklindeki şadırvandır. Dayezade'nin çok övdüğü bu şadırvan klâsik dönemin en güzel tasarımlarından biridir. Ancak, çatısının olmayışı, bunu bitme­miş olarak görmemizi gerektirir. Çünkü Edirne ikliminde açık bir şadırvan kışın kullanılamaz.

 

Minareler

Sinan, Selimiye minareleri için "ol eskiden bina olunan Üç Şerefeli bir kule gibidir. Gayet kalındır. Ama bunun minaresi hem nazik ve hem üçer yollu olmakla gayet müşkül olduğu ukalaya malumdur. " der. Sinan iki endişesini dile getiriyor.: Biri konstrüktif bakımdan mükemmellik, diğeri minareyi kule gibi ağır bir biçim olmaktan kurtarmak. Kubbenin veya kubbelerin egemen olduğu bir kütle kompozisyonunda Orta Asya'nın, Sel­çuk döneminin ve erken Osmanlı döneminin aksine, klâsik dö­nem mimarları kule yapıdan uzaklaşan bir minare biçimi yeğle­mişlerdir. Sinan'ın eğilimi de burada belirlidir. Filarete'nin Sforzinda için hazırladığı tek kubbeli ve dört kuleli yapı tasarı­mı ile Selimiye'nin dört minare ortasındaki kubbe tasarımı yan yana getirildiği zaman, Rönesans merkezi kuramının yönlendi­receği bir yapı ile Sinan tasarımı arasındaki fark anlaşılır. Sinan, Şehzade'den başlayarak minareyi cami plânlamasına entegre et­meye çalışmıştır. Minare tasarımı, strüktürel çözümün ötesinde, tümüyle bir oranlama sorunudur. Mimare Sinan'ın bütün yapı­larında kule ile sütun arasında bir ölçüde kalmıştır.

Bütün eş zamanlı üsluplar gibi Selimiye bir kagir duvar, bir kütle mimarisidir. Fakat Sinan'ın duvar kütlesinde Michelangelo'nun San Pietro duvarının ağırlığı yoktur. Burada tasarıma, üstyapının aşağılara kadar inen volümetrik bütünlüğü egemendir. Genç Rönesans'da pencereler, kapılar, sütunlar da heykel­ler gibi tasarlanmıştır. Bu o dönemin antropomorfik eğilim­lerine de uygundur. Oysa Sinan'ın büyük bir ustalıkla oynadığı dolu-boş oranları, değişik pencereler, ritmler, heybetli kütlenin içinde adsız oyuncular olarak kalırlar. Sinan'ın istediği de budur. Strüktür ve onu çevreleyen duvar sınırları, kemik ve et gibi, yapının çok boyutlu konturlarının orkestrasyonunda bütünleşirler. Mimarî tasarımının bu kadar zengin modülâsyonlara ulaştığı aşamada, mimarî tasarımın iskeletini basit bir prototip üzerine kurup onun üzerinde karmaşık bir kompozis­yona ulaşabilmek ancak olağanüstü bir sezgi ve yetenekle açık­lanabilir.

Selimiye'nin boyalı bezemesi Abdülmecit döneminde tümüyle yenilenmiştir. Fakat 1980'lerde yapılan restorasyon­larda, Sinan döneminden kaldıkları kesin olarak saptanamasa bile klâsik karakterde bazı parçalar bulunmuştur. Yazıların büyük bir çoğunluğu, Karahisarî Hasan Çelebi'nin eseri olduğu için daha sonraki dönemlerde de korunmuş olmalıdır. Bugünkü bezemenin geometrik kurgu olarak eski programı bir ölçüde yansıttığı söylenebilir.

01.10.2001

İzzet Evin

 



 Sayfa> | 1 | 2 | 3 |

YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |