%@ Language=VBScript %>
| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |
"ATATÜRK" Ana
Sayfa
SAYFA> | 1 |
2 | 3 |
03. ARKADAŞLARI O'NA YETİŞMEKTE ZORLUK ÇEKTİLER!
03.1. Halide Edip Adıvar bile O’nu anlayamıyordu!
Üsküdar Amerikan Kız Koleji mezunu olan Halide Edip Adıvar, İzmir'in işgalini protesto etmek amacı ile düzenlenen Sultanahmet Meydanındaki mitinglerde yaptığı konuşmalarla çok meşhur olmuştu. Kurtuluş Savaşında, Mustafa Kemal Paşa'nın yanında onbaşı rütbesi ile ön saflarda bulundu. Sayısız roman ve tiyatro eserleri vardır. Ancak, bu kıymetli yazar zaman zaman Mustafa Kemal'i anlamakta ve O'na yetişmekte güçlük çekiyordu. Çünkü geleneklerine çok bağlı idi. Şöyle ki; Mustafa Kemal Paşa 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında topladığı Erzurum kongresinde hiç bir ülkenin himayesinin (Mandate) kabul edilemeyeceğini karara bağlamıştı. Ancak, Halide Edip Adıvar 10 Ağustos 1919'da Mustafa Kemal'e yazdığı mektupta "Filipinler gibi vahşi bir ülkeyi, bugün kendini yönetebilen bir makine haline koyan Amerika, bu hususta çok işimize geliyor. Gerçek bağımsızlığı kafasında ve cebinde taşıyan Türkiye'yi, ancak yeni dünyanın yeteneği yaratabilir!" diyor ve adeta, Amerikan himayesinin kaçınılmaz olduğunu belirtiyordu.
Atatürk inkılâplarından önce, İstanbul'da vapur, tünel, tren ve tramvaylarda kadınlar perde ile ayrılan ayrı bölümlerde seyahat ederlerdi. Kılık, kıyafet ve şapka inkılâbı ile birlikte, kadınların bu tip ayrı kompartımanlarda ve bölmelerde seyahat etmeleri usulü kaldırıldı. Ancak, Halide Edip Adıvar İstanbul gazetelerinden birinde, Atatürk için "Peçemize, perdemize ne karışıyor?" diye keskin bir dille serzenişte bulunuyordu. Nitekim, Halide Edip Adıvar bu tutumu yüzünden takriri sükûn kanunu çıkınca, inkılâplara ayak uyduramayan 150 kişi ile birlikte, yurt dışında yaşamaya zorlananlar arasına girdi.
Yıllar
sonra, 1950'de Halide Edip Adıvar yurda döndüğü zaman, kendisi ile Milliyet
Gazetesi adına röportaj yapan Sabiha Sertel'in kızı Yıldız Sertel'e aynen
şöyle diyecekti: "Mustafa Kemal Haklıymış !"
03.2.
En yakın silah arkadaşları Padişah yanlısı idi!
Kâzım
Karabekir Paşa Padişahlığın korunmasından yana idi. Bir gün Büyük
Millet Meclisinin hararetli toplantılarından birinde, Atatürk'ün kafa yapısına
aşina olan Erzurumlu Hoca Raif Efendi, 10 Mayıs 1921'de "Müdafaa-ı
Hukuk Grubu, sırası geldiğinde Cumhuriyete kalbolacaktır!" deyiverdi. Kâzım
Karabekir Paşa da Meclis dışında Mustafa Kemal Paşa'yı görüp: "Bu
ne demek oluyor?" diye sual sorunca, Mustafa Kemal, "Bu Hoca Raif
Efendi'nin bir vehmidir!" diyerek Kâzım Karabekir'in telâş esini geçiştirmişti.
Cumhuriyetin
ilân edileceğine yakın bir tarihte, Meclis kulislerindeki imalar ve söylentilere
kulak veren O'nun en yakın silâh arkadaşları Kâzım Karabekir, Ali Fuat
Cebesoy, Refet Bele ve Rauf Orbay bir gece hep birlikte O'nu ziyaret ederek
"Padişahlığı kaldıracak mısın?" diye sıkıştırdılar. Atatürk,
zamanlamanın henüz erken olduğunu sezdi ve onlara "Böyle bir şeyi
nereden çıkardınız? Padişah'a hiç bir zarar gelmeyecek!" mealinde sözler
söyledi. Nitekim, konuşmalarının bir yerinde Rauf Orbay "Karnımda Padişahın
nam enini (ekmek parçaları) var. Ben ona ihanet edemem!" diyecek kadar
kararlılığını belli ediyordu. Aradan iki ay geçmeden Cumhuriyet ilân
edildi!
Rauf
Orbay 1950'lerde Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy ve Kâzım Karabekir'in olduğu
bir yerde, "Biz olmasa idik, O bunları nasıl olsa yapardı, ama O
olmasaydı biz bu işleri asla başaramazdık!" demiştir.
Albay
İsmet İnönü'nün,
27 Ağustos
1919'da Erzurum Kongresinden
20 gün, Halide Edip Adıvar'ın aynı mealdeki mektubundan 17 gün sonra, Kâzım
Karabekir Paşa'ya gönderdiği mektuptan bir paragraf: "Anadolu'da halkın
Amerikalıları herkese tercih ettiği, Amerika'ya başvurulsa pek faydası
olacağı söyleniyor ki, ben de tamamıyla bu kanaat tayım. Bütün memleketi
parçalamadan Amerikan Denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek uygun çare
gibidir" diye devam ediyordu. Halbuki Atatürk, Erzurum Kongresinde çoktan,
himaye kabul edilmeyeceğini karar altına aldırmıştı bile" Manda ve
himaye kabul edilemez!"
03.3.
Yeni evli İsmet Bey'in mazereti!
(R
RıfkıAtay 'Çanakaya\ 1968, s.208)
16
Mart İstanbul'un işgalinden sonra, Ankara'ya gitmekten başka çare kalmadığını
gören ve Saffet Arıkan'la arkadaşlarına katılarak Ankara'ya gelen İsmet
Bey (İnönü), Atatürk'ün bana anlattığına göre, 19 Mayıstan önce yeni
evlendiğini ileri sürerek Anadolu'ya beraber
geçmek teklifini
reddetmişti. 1920'de bir defa daha Ankara'ya gelmiş fakat, Ali Fuat Paşa
(Cebesoy)'dan dinlediğime göre, Mustafa Kemal, İsmet Bey (İnönü)'e soğuk
davranmıştır.
Ancak,
Atatürk'ün kendisiyle birlikte yürümeyeceğini bildiği bazı şöhretlere
karşı yeni prestijlere ihtiyacı vardı. Fevzi Paşa ile İsmet Bey bu
balamdan O'nun çok işine yaramışlardı. Bir ikinci adam olarak, çalışma
ve kültür bakımından, en iyisi şüphesiz İnönü idi. Fevzi Paşa da, o da
tam hizmet alınacak tiplerdi.
Hâtıralarını
anlattığı sırada Atatürk'e bir sual sormuştum. Kuvay-ı Milliye 'ye katılıp
katılmamak, erken veya geç katılmak bir zamanlar Ankara'da başlıca tartışma
konusu olmuştu.
Bundan
bahisle; "Bu meselede yalnız siz hoşgörülü davranıyorsunuz. Hattâ,
size karşı İstanbul'da cephe almış olanları bile affettiniz", dedim.
Bakışları eski hâtıralara doğru uzaklaşarak ve sislenerek: "İnanmayanlar
da inananlar kadar haklı idiler. Ben, Erzurum'dan İstanbul'a sağ elimde
tabanca, sol elimde sehpa, öyle geldim!" demişti.
Atatürk,
hedefine ulaşmak için, herkesten nasıl yararlanabileceğini çok iyi
kestirirdi. İnsanları tartmakta ve onlardan azami yararlanmakta çok mahir bir
usta idi. İsmet Bey (İnönü), Anadolu'ya geçmek için, Atatürk kadar erken
ve cüretkâr davranmamış olabilir ama, ondan sonra Milli Mücadelenin kazanılmasında,
Atatürk ilke ve inkılâplarının uygulanması ve korunmasında, Atatürk'ün
çok sadık ve vefakâr yardımcısı ve takipçisi olmuştur. Atatürk, "Çankaya'da
rahat oturuyorsam, Hükümetin başında İsmet var diye!" diyecek kadar
ona güveniyordu.
Atatürk,
İzmir suikast teşebbüsünden sonra, bir ara hüzünlenmiş ve "Çocuklar!
İleride bana bir şey olursa, İsmet Paşa etrafında birleşirsiniz!"
demişti.
03.4.
Fevzi Paşa, O'nu tevkif edecekti!
(F.
Rıfkı Atay 'Çankaya', 1968, 5.205 ve 206)
Fevzi
Paşa (Çakmak) kafa ve vicdan yapısı bakımından muhafazakârdır. Padişaha
ve Halifeye bağlıdır. Mustafa Kemalin Anadolu hizmetlerini de bu disiplin çerçevesi
içinde görür. Mustafa Kemal askerlikten ayrılarak bir "ferdi
millet" olduğu gün, Padişah ve Halifeye karşı isyan bayrağı açmıştır,
Fevzi Çakmak hiç şüphesiz ikisinden biri arasında O'nu seçemez !.
Bir
aralık Anadolu'da bulunan komutanlar da Ankara'yı değil, İstanbul'u tanımaya
davet edildikleri zaman Bursa'da bulunan Yusuf İzzet Paşa (Tengirşek) ve
Konya'da bulunan Fahrettin Paşa (Altay) Mustafa Kemal'den ayrılmışlardı.
Bunlar belli başlı ordu parçaları idi. Konya'daki kolordu kumandanı Refet
Bey'in (General Refet Bele) bir baskım ile kıt'alarının başından alınmıştı.
Sonradan bu kumandan dahi, Fevzi Paşa (Çakmak) gibi, Kurtuluş savaşlarında
büyük hizmetler görmüştür.
Fevzi
Paşa Anadolu'yu İstanbul'a itaat ettirmek ve Mustafa Kemal isyanından ayırmak
için, bir aralık Padişahtan Heyet'i nasıha vazifesini üstüne almıştır.
Bunda yabancı devlet menfaatlerini düşündüğü pek uzaktan da olsa akla
gelemez. Fevzi Paşa bu bütünün parçalanmasında bir ölüm kaderi görür.
Şimdi
rahmetli Kâzım Karabekir'in bir hâtırasını dinleyelim: Kâzım Karabekir
bu hâtırayı 1946 da İstanbul Milletvekili seçildiği zaman Vali Lütfi Kırdar
ve yanındakilere anlatmıştır. Fevzi Paşa dindar tanınmış, iyi konuşur,
halk için pek cazibeli bir şahsiyet idi.
Sivas'a kadar bir hayli tesir yaparak gelmişti. O vakitler şahsi itibarından
başka hiçbir kuvveti olmayan Mustafa Kemal bu yolculuktan kuşkulandı. Fevzi
Paşa' yı daha fazla dolaştırmayarak İstanbul'a geri göndermesini Kâzım
Karabekir Paşa' dan rica etti. Kâzım Karabekir, Fevzi Paşa'ya yolculuğunun
faydasızlığını söyleyerek birlikte yola çıktılar. Yolda, Fevzi
Paşa Karabekir' e: "Sen vatansever bir askersin! Eğer Mustafa
Kemal itaat etmezse O’nu Padişah ve Halifenin Hükümetine teslim etmez misin?"
demiş. Kâzım Karabekir, aynı olayı Ali Fuat Cebesoy'a
da şöyle anlatmıştır: "Fevzi Paşa bana, Mustafa Kemal ve Ali
Fuat Paşalar muhteris ve menfaat düşkünüdürler, dayandıkları sensin, şunu
bil ki, eğer Mustafa Kemal başa geçerse, ilk işi seni ortadan kaldırmaktır.
Hattâ, en güvendiğin İsmet Bey (İnönü) ve Samsunlu Şefik Bey de bu
fikirdedirler. Mustafa Kemal ve Ali Fuat Paşaları yakalayıp İstanbul'a götüreceğim,
sen mani olma!" demişti.
03.5.
Fevzi Paşa, İstanbul Hükümetinden yana idi!
(F.
Rıfkı Atay 'Çankaya', 1968, s.243)
19
Mart 1920'de Fevzi Paşa (Çakmak) İstanbul'da Harbiye Nazırı idi. Ankara, İstanbul
Hükümeti ile haberleşmeyi kestiği için, Bursa'daki Kolordu Komutam Yusuf İzzet
Paşa (Tengirşek) Harbiye Nazırı ile görüşmek için kendisine yol
verilmeyince görevinden çekildi idi. 19 Martta bir İngiliz torpidosu Harbiye
Nazırı Fevzi Paşa'nın emrini getirip kendisine verdi. Emir şöyleydi:
"İşgal Kuvvetleri Komutanı Amiral Galthrope, Anadolu, İstanbul Hükümetini
tanımamak yoluna girdiği için, daha şiddetli tedbirler alacağım bildirmiştir.
Anadolu'da bazı sergerdelerin (Mustafa Kemal Paşa) hareketleri menafıi
hakikiyye-i Osmaniyye'ye muhaliftir. Anadolu'da tarafı Şahaneden (sultan)
mansup (tayin edilmiş) en kıdemli Kumandan sizsiniz. Harbiye Nezareti'nin
emrini, bütün kıt'alara tebliğ ederek, Ordunun İstanbul Hükümetini tanımaya
devam etmesini temin ediniz"
Yusuf
İzzet Paşa (Tengirşek) emri hemen diğer Kolordu komutanlarına bildirir. İçlerinden
Bekir Sami Ankara'da Heyet-i Temsiliye ile görüşeceği cevabını verir.
Konya'da Fahrettin Altay, hemen İstanbul'dan gelen emre itaat eder. Bu pek
tehlikeli bir şey idi. Hemen hal çaresi bulunmalı idi. Mustafa Kemal, Refet
Bey'i (Bele) hemen Konya'ya gönderir. Refet Bey bir istasyon önce treni
durdurur. Fahrettin Altay'a görüşmek için haber gönderir. Gelince, sürpriz
bir şekilde treni hemen ters yönde hareket ettirerek, Fahrettin Altay'ı
enterne eder ve Ankara'ya götürür. Fahrettin Altay yerine, o sıralarda
ikinci defa Ankara'ya gelen, İsmet Bey gönderilecektir. Fakat, Fahrettin Altay
Mustafa Kemal'in bir saat kadar süren açıklamalarını dinledikten sonra,
O'nun emrine girdiğine ve emrinde kalacağına söz vererek görevinin başına
döner. Büyük Taarruzda, İzmir'e ilk giren süvari kolordusunun başında
Fahrettin Altay vardır!
03.6.
Sivas Lisesindeki Çaycı'ya sözleri
(Niyazi
Ahmet Banoğlu 'Fıkra ve Nüktelerle Atatürk' 1954, s.38)
Atatürk
İstiklâl savaşı için Anadolu'ya geçtikten ve Erzurum Kongresini topladıktan
sonra, Sivas'a dönmüş, orada ikinci Kongreyi açmıştı. Bu sırada lise
binasında yatıyor, çalışıyor, toplantılar yapıyordu. En basit ihtiyaçlarını
bile temin edecek halde değildi. Bazı geceler, sabahlara kadar küçük petrol
lambasının cılız ışığında çalışıyordu. Bir aralık, Padişahın
O'na Lise binasından çıkmasını emrettiği, baskın yapılacağı, yakalanıp
asılacağı hakkında şehirde haberler dolaşmağa başladı.
Atatürk'ün
hizmetini basit, fakat temiz ruhlu fedakâr bir Türk genci yapıyordu. Bu
delikanlının babası gizli gizli ve sık sık geliyor, oğluna; "Etme,
eyleme, evine dön, bugün yarın şehir basılacak! Mustafa Kemal ve arkadaşları
yakalanacak ! Onlar her şeyi göze almışlar, sen aileni düşün!"
diyordu. Atatürk, bu geliş gidişin farkına vardı. Bir gün delikanlıyı
yanına çağırdı ve sordu:
- "Sık sık sana gelen kimdir?"
- "Babam !..."
- "Ne istiyor?"
Delikanlı her şeyi anlattı. O zaman Atatürk, ona doğru biraz daha ilerledi,
elini omuzuna koydu ve dedi ki; "Hizmetinden memnunum, fakat baba hakkı büyüktür.
Mademki, razı olmuyor, git! Git, fakat babana söyle ki, vatan elden giderse
evladın ne hükmü kalır?" Çaycı delikanlı hizmete devam etti.
03.7.
Refik Halit Karay, O'na "Sen deli misin?" demişti!
Gazeteci
Refik Halit Karay, 1919'da İstanbul'da yayınlanan -ki gerici bir gazete idi-
Alemdar Gazetesinde "Kuzum Mustafa! Sen deli misin? Karşında dünyanın
en güçlü devletleri var, bu çabaların boşa değil mi?" diye yazmıştı.
Padişah kaçınca, Mudanya mütarekesinden sonra bir gemi ile önce Mısır'a
gitti. Sonra, Suriye'de Halep'e yerleşti.
Önceleri,
Türkiye aleyhine Halep'te "Doğru Yol" Gazetesi'ni çıkardı ve Türkiye'ye
gizlice sokarak muhalefet yaptı. Daha sonra, bu işin çıkmaz yol olduğunu gördü.
"Vahdet" Gazetesi'ni çıkarmaya başladı. Bu kerre Mustafa Kemal ve
Türkiye'nin lehine yazılar yazdı. Türkiye'ye döndü ise de, 1929 yılında
inkılâpları hazmedemeyen 150'liklerle birlikte tekrar yurt dışına sürüldü.
Hatay meselesi çıkınca, Halep Konsolosluğu aracılığı ile, Fransızlar'la
ilgili istihbaratı, Mustafa Kemal'e ulaştırdı. Bu arada "Sürgün"
ve "Deli" adlı romanlarını Atatürk'e gönderdi. "Sürgün"
romanında, Osmanlı döneminde aklını kaçıran bir adamın, Cumhuriyet döneminde
akıllandığı konu ediliyordu. Bu roman, Atatürk'ün çok hoşuna gitmiş, gözleri
yaşarmış ve 1935 yılında 150'liliklerin yurda dönüş af kanununu çıkartmıştı.
Refik
Halit Karay yurda döndüğünde, "Niye öyle yazdın?" diye kendisine
soru soranlara: "Ben normal bir adamım. O sözleri de normal adamlar için
söylemiştim! Meğer Atatürk, dahi imiş! Ben O'nun dahi olduğunu nereden
bilebilirdim ki?" demiştir.
03.8.
Yaveri Mazhar Müfit Kansu bile O'nu terk edecekti!
Erzurum
Kongresinden evvel İstanbul Hükümetince, derhal tevkif edilip, İstanbul'a
getirilmesi için Kâzım Karabekir Paşa'ya telgraflar gelince, bir ara Baş
Yaver Mazhar Müfit Kansu, artık O'nun Kumandanlığından eser kalmadığını
düşünmüş olacak ki, Mustafa Kemal Paşa'ya hitaben; "Bendeki evrakları,
dosyalan kime teslim edeyim?" demiş ve artık görevinin bittiğini hatırlatmıştı.
Atatürk de, hiç kılı kıpırdamadan; "Levazım subayına verirsin!"
diye cevaplamıştı. Ancak, bundan sonra da, Mazhar Müfit Kansu, Atatürk'ün
yanından ve hizmetinden hiç ayrılmamıştır.
04.
OLAĞANÜSTÜ BİR ZAMANLAMA ÜSTADI İDİ
Atatürk,
olağanüstü bir zamanlama üstadı idi. Bazen
sabır küpü olur, konuyu geçiştirir, örtbas eder ve Hz Eyüp sabrı gösterirdi.
Nitekim, Cumhuriyetin ilânını, Halifeliğin ve Padişahlığın kaldırılmasını
ve diğer bir çok reformu kafasında "Milli bir sır" olarak saklamış,
ancak sırası ve zamanı gelince uygulamıştır. O, meyvaları olgun yerdi ama
hiç çürütmezdi. Bazen öylesine aculdü ki, çektiği telgrafların yerine
ulaşmasındaki önemi ve kararlılığı anlatmak için üzerlerine; "Bir
dakika fevkedilmesi (geciktirilmesi) mucib-i idamdır!" notunu koydururdu.
04.1.
Bulgar Türkoloğu Manolof a söyledikleri
(Enver
Ziya Karal, "Atatürk'ten
Düşünceler", 1969)
Atatürk,
1907 yılında Selanik'te Bulgar Türkoloğu İ. Manolof ile yaptığı ve aşağıda
bir özeti verilen konuşmasında, ileride yapacağı bütün inkılâplardan kısaca
bahsetmişti. Bu inkılâpların çoğu kafasında vardı ama
onları sırası geldikçe bir bir ve tam zamanında uyguladı.
"Bir
gün gelecek hayâl zannettiğiniz bütün inkılâpları başaracağım! Mensup
olduğum millet bana inanacaktır. Saltanat yıkılmalıdır! Devlet yapısı mütecanis
bir unsura dayanmalıdır. Din ve devlet, birbirinden ayrılmalı, doğu uygarlığından
benliğimizi sıyırarak, Batı uygarlığına aktarmalıyız. Kadın ve erkek
arasındaki farklar silinerek yeni bir sosyal nizam kurmalıyız. Batı uygarlığına
girmemize engel olan yazıyı atarak, Lâtin kökünden bir alfabe seçmeli, kılık
kıyafetimize kadar her şeyimizde Batılılara uymalıyız. Emin olunuz ki,
bunların hepsi bir gün olacaktır!"
04.2.
Madam Corinne'e söyledikleri
(Melda
Özverim, 'Mustafa Kemal ve Corinne Lütfü', 1998, s. 369)
Önce
Karlsbad'ta, daha sonra Viyana'da iki ay kadar tedavi gören Mustafa Kemal, o dönemde
bir günlük tutmaya başlamış, beş defteri anıları ve düşünceleriyle
doldurmuştu. Bazı bölümleri Fransızca olarak yazılan bu günlükte yer
alan en kayda değer notlardan biri, O’nun ileride yapmak istediği kadın
hakları devrimine ışık tutar. Mustafa Kemal 6 Haziran 1918 günü, günlüğüne
şu notları yazar: "Türk kadınının Batılı kadınlar gibi toplumda
yerini alması lüzumludur! Kadınlar konusunda cesur olalım, vesveseyi bırakalım!
Onların beyinlerini ciddi bilim ve fenle süsleyelim! Şeref ve haysiyet sahibi
olmalarına birinci derecede önem verelim!".
Mustafa Kemal 27 Haziran 1918 günü, trenle Karlsbad'tan ayrılır. İstanbul'da yine Pera Palas Oteli'ne yerleşerek çalışmalarına devam eder. Vakit buldukça, Bursa Sokağı'ndaki konağa gelir. Yorgunluğunu müzik dinleyerek ve sohbet ederek gidermeye çalışır. Annem, (Madam Corinne'nin kızkardeşi Edith) o günlerde Mustafa Kemal'in ablası Corinne ve kendisiyle yaptığı sohbetlerde en çok üzerinde durduğu konunun kadın hakları ve Osmanlı kadınının eğitimi olduğunu anlatırdı. Büyük bir heyecanla, "Kadını kapatmak, insanlık haklarını elinden almak ne demekmiş?" diyen Corinne'e Mustafa Kemal'in cevabı hep aynı olurmuş: "Ben de sizinle aynı fikirdeyim! Bu fikre çok uzun zamandır sahibim ve halletmemiz gereken pek çok mesele içinde en önemlilerinden birinin de kadın hakları olduğunu çok iyi biliyorum! Sabır! Bir gün gelecek onlar da haklarına, kişiliklerine kavuşacaklar!"
04.3.
Mazhar Müfit Bey'e Yazdırdıkları
(Mazhar
Müfit Kansu, 'Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber', 1936)
Erzurum
Kongresi'nin bittiği, 7 Ağustos 1919 gecesi Mustafa Kemal Paşa, Süreyya Bey
(Yiğit) ile dertleşmesini sürdürürken, aniden beni uyandırıp yanına çağırdı.
Bir süre, sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti:
- Mazhar not defterin yanında mı?
- Hayır Paşam!
- Zahmet olacak, ama bir merdiven inip alacaksın. Hadi al gel!
Nerede ise sabah olacaktı. Fakat, O’nun yanındayken dünya, gecesi gündüzü
olmayan bir âlemden ibaretti. Binaenaleyh, uyku ihtiyacı da yoktu. Hemen aşağıya
indim. Not defterimi alıp geldim. O hâtıra defterime ve günü gününe her
hadiseyi not edişime memnun olur, hem de bazen lâtife etmekten kendisini alıkoyamazdı.
"Hafızalarımız zayıfladığı zaman Mazhar Müfit'in defteri çok işimize
yarayacak!" derdi. Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını bir kaç
nefes üst üste çektikten sonra; "Ama, defterin bu yaprağını hiç
kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya,
bir de sen bileceksin ! Şartım bu!" dedi. Süreyya da, ben de; "Buna
emin olabilirsiniz Paşam!" dedik. Paşa bundan sonra; "Öyle ise önce
tarih koy!" dedi. Koydum: "7-8 Ağustos 1919, sabaha karşı!"
Tarihi sayfanın üzerine yazdığımdan emin olunca: "Pekâlâ, yaz!
Zaferden sonra şekli hükümet Cumhuriyet olacaktır! Bunu size daha önce bir
sualiniz münasebetiyle söylemiştim. Bu bir. İki!; Padişah ve Hanedan hakkında
zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır. Üç!; Tesettür kalkacaktır!
Dört!; Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir!" Bu anda,
gayri ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme
baktı. Bu bakış, gözlerin bir takılışta birbirlerine çok şey anlatan
konuşmasıydı. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim.
"Neden durakladın?" deyince, "Darılma ama Paşam, sizin de
hayalperest taraflarınız var." dedim. Gülerek; "Bunu zaman tayin
eder. Sen yaz!" dedi. Yazmaya
devam ettim: "Beş!; Lâtin hurufu kabul edilecek!" deyince "Paşam,
kâfi, kâfi" dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insanın
edasıyla, "Cumhuriyetin ilânına kadar muvaffak olalım da üst tarafı
yeter!" diyerek defterimi kapadım, koltuğumun altına sıkıştırdım ve
inanmayan bir adamın tavrı ile; "Paşam, sabah oldu! Siz oturmaya devam
edecekseniz bana müsaade edin!" diyerek yanlarından ayrıldım.
Atatürk,
bu dediklerini sırası gelince bir bir gerçekleştirmiş ve Erzurum'da yazdırdığı
notlan zaman zaman bana hatırlatmıştı. Çankaya'da akşam yemeklerinde bir
kaç defa, "Bu Mazhar Müfit yok mu, kendisine; Erzurum'da tesettür
kalkacak, şapka giyilecek, Lâtin hurufu kabul edilecek dediğim ve bunları
not etmesini söylediğim zaman, defterini koltuğunun altına almış ve bana
ne kadar hayalperest olduğumu söylemişti!" demekle kalmadı, bir gün mühim
bir ders de verdi. Şapka inkılâbını ilân etmiş olarak Kastamonu'dan dönüyordu.
Ankara'ya avdet ettiği anda otomobille eski Meclis binası önünden geçiyor,
ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı
görünce, gözlerime inanamadım. Kendisinin ve yanında oturan Diyanet İşleri
Reisi'nin başında birer şapka vardı. Kendisi neyse ne! Fakat, kendisim karşılamaya
gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Reisi'ne de şapkayı giydirmişti.
Ben hayretle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurttu, beni yanına çağırdı
ve birden: "Azizim Mazhar Müfit, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor
musun?" deyiverdi. Bu
bir latifeydi, ama Erzurum'da hayalperestlik yapmayalım diye O'nun yazdırdığı
notları önemsemediğimi çağrıştıran ve mahcup eden bir lâtife...
04.4. "Sabret onun da zamanı gelecek!"
(Niyazi Ahmet Banoğîu,'Nükte ve Fıkralarla Atatürk', 1954, s.86)
Meb'us
Osman Zade Hamdi anlatıyor :
"Rahmetli Ziraat Vekili Sabri Toprak Milli Mücadelenin ilk yıllarında
Posta ve Telgraf Umum Müdürü iken, İstanbul'dan hatta dünyadan haber
alabilmek için sık sık ziyaretine giderdim. Bir gün, yine böyle, makamında
otururken, Sultan Vahidettin'in Sevr'deki Heyeti Murahhasa'ya çekmiş olduğu
bir telgrafın sureti elime geçti. Vahidettin bu telgrafında, Sevr'deki Heyeti
Murahhasa Reisi Damat Ferit Paşa'ya hulasaten: "Muahedeyi Her ne pahasına
olursa olsun imza edin ve gelin!" diyordu.
Bunu görünce, beynim attı. Hemen, Büyük Millet Meclisine gittim. Kaleme sarıldım: " Memleketin ne kadar uleması varsa hepsini toplayıp, vatanı parça parça eden bu Sevr muahedesini göstererek, bunu imza ve kabul eden Halife ve Padişahı hal kararı alalım!" diye bir takrir yazarak, Riyasete sundum. Meclis Riyaseti makamında, Hasan Fehmi Bey oturuyordu. Bu takriri görür görmez, rengi atmış: "Ne yapıyorsun sen?" diye bir lâhzada hasır altı etmişti. Sinirlendim amma, ses çıkarmadım. Ferdası günü, yine aynı takriri verdim. Bu sefer Meclise doktor Adnan (Adıvar) riyaset ediyordu. O da, takriri okur okumaz, cebine atarak, "Böyle şey olmaz!" demişti.
İşte
o sıralarda, Mustafa Kemal Paşa ile koridorda karşılaştık. Beni görünce
o kendine mahsus samimi haliyle; "Çocuk !.." diye eliyle işaret
ederek, yanına çağırdı: "Sen ne yazmışsın?" diye sordu. "Yazdım
Paşam! Çok müteessir oldum da O’nun için. Kimin malını kime veriyorlar?
Bu Sevr Muahedesini nasıl imzalarlar? Kastamonu’dan başka bir yer kalmıyor
bize... Bu nasıl olur?" Hiç unutmam, o masmavi gözlerinde, sanki şimşekler
çakıyordu, bir adım daha yaklaşarak gözlerimin içine baka baka: "Yoo...
Olmaz! Sen beni kürsüde konuşurken dinlemedin mi? Ne demiştim. (Padişahımız
Halifemiz Efendimiz hazretleri bu gün İngilizlerin elinde esirdir) demedim mi?
İşitmedin mi bunu? Ben bunu söylerken ne demek istedim. Bu gün vaziyetin iç
yüzünü bilmeyen bütün Anadolu, bütün memleket Padişaha bağlı... Biz de
onlara uyarak, Padişah'a bağlı görünmek mecburiyetindeyiz !. Yoksa,
takririn kabul edilmiş olsa, Anadolu’yu baştan başa aleyhimize ayaklandırmış
oluruz. Amma sen haklısın... Yalnız biraz sabret !... Merak etme, O’nun da
zamanı gelecek!" dedi. Sükunetle, "Peki Paşam!" dedim.
Nitekim,
O’nun da zamanı bir süre sonra geldi ve bütün Meclis bir yanardağ gibi
feveran halinde, alkışlarla ve büyük bir heyecanla Cumhuriyeti ve Hanedanın
hudut dışına çıkarılmasını kabul etti. Benim vermiş olduğum takrir o gün
Meclise arz olunsa idi, bir çoklarının isyanına neden olurdu. Her şeyin
olduğu gibi bunun da en iyi zamanını gene O bilmişti.
04.5.
Lâtin alfabesini üç ayda uygulattı
(Falih
Rıfkı Atay "Çankaya", 1968, s.440)
Halkın
kültür bakımından yükselmesine başlıca engel olarak Arap harflerini görüyordu.
Kararını daha 1927 de vermiş, 1928 kış aylan hazırlıkla geçmişti.
Olaylar O'nun haklı olduğunu bir kez daha gösterdi. Lâtin harflerinin kabulü
için, İsmet İnönü'nün başkanlığında bir komisyon kurulmuştu. Komisyon
çalışmalarını bitirince, sonuç raporunu İstanbul'da Atatürk'e ben
getirdim. Uzun uzun tetkik etti. Konuştuklarından bir takımı "q"
harfinde ısrar ediyorlardı. Hattâ, bir aralık Atatürk bu tâvizde bulunmağa
karar verdi. Ertesi günü vazgeçirdik. Atatürk bana sordu: "Yeni yazıyı
tatbik etmek için ne düşündünüz?" "Bir on beş yıllık
uzun, bir de beş yıllık kısa mühletli iki teklif var. Teklif sahiplerine göre,
ilk önceleri iki yazı bir arada öğretilecektir... Gazeteler yarım sütundan
başlayarak yavaş yavaş yeni yazılı kısmı artıracaklardır. Daireler ve yüksek
mektepler için de tedrici bazı usuller düşünülmüştür." dedim. Yüzüme
baktı. "Bu iş ya üç ayda olur, ya hiç olmaz!" dedi. Hayli radikal
bir inkılâpçı iken ben bile yüzüne bakakalmıştım: "Çocuğum!
Gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahi herkes eski yazılı
parçayı okuyacaktır. Arada bir harp, bir iç buhran, bir terslik oldu mu
bizim yazı da Enver'in yazısına döner. Hemen terk olunuverir." dedi. Böylece,
Lâtin harfleri kabul edildi. Hem de halkın içinde, O'nun oyu alınarak...
Atatürk Başöğretmen oldu. Anadolu'yu baştan başa dolaştı. Gezilerinde
halka dersler verdi, sınav yaptı... Halk okulları açıldı, bir buçuk
milyon cahil insan okuyup yazma öğrendi.
05.
EĞİLMEZDİ, GURURLUYDU ve KENDİNDEN ÇOK EMİNDİ
05.1.
Birdirbir oyununda başını eğmedi
(F.
Rıfkı Atay "Çankaya", 1969, s.21)
Çocukluk
ve ilk gençliği hikâyesini bitirmeden önce Mustafa Kemal'in çok onurlu olduğunu
söyleyelim. Mahallesinde sokak oyunlarını seyreder, fakat katılmazdı. O
zamanki arkadaşlarından birinin anlattığına göre bir gün komşu çocukları
birdirbir oynuyorlarmış. Kendisini de çağırmışlar: "Gel, sen de
oyuna" demişler. Mustafa " Peki!" demiş ve olduğu yerde ayakta
durmuş. Arkadaşları "Ama eğil ki, atlayalım!" demişler. Mustafa
başını sallayarak: "Ben eğilmem! Üstümden böyle atlayabilirseniz,
atlayın!" diye cevap vermiş.
05.2.
Alman İmparatoru ile tokalaşırken...
(Kemal
Anburnu, "Atatürk'ten Anılar" 1976, s.32)
Mustafa
Kemal, Veliaht Vahdettin'in maiyeti ile birlikte Almanya seyahatinde idi. Kaiser
Wilhelm Veliahtı otelde ziyaret edecekti. Hikâyeyi Gazi Mustafa Kemal'in ağzından
dinleyelim:
Kaiser'in
Veliaht hazretlerini, ziyarete gelmekte oldukları bildirildi. İmparatorun
istikbaline şitap ettik. Kaiser salona dahil oldu. Hep beraber oturduk , İmparator
hakikaten centilmence konuşuyor, sadık, vefakâr Osmanlı Devletinin çok kıymetli
bir Alman müttefiki olduğundan ve bilhassa Başkumandan Vekili Enver Paşa
Hazretlerinin bu dostluğun kıymet ve yüksekliğini anlayarak çalıştığından,
Alman Başkumandanlık ve Erkân-ı Har biyesinin bu güzide zata fevkalâde
emniyet ve itimat beslemekte olduğundan bahsediyordu. Ben, Vahdettin'in sağında
idim. Naci Paşa, tam karşımızda bulunuyordu. İmparator solunda idi.
Takriben şu sual Naci Paşa lisanı ile Vahdettin tarafından İmparatora
soruldu:
"Türkiye'nin
Almanya'ya sadakat ve vefasından, yakın âtide Alman müttefiklerinin saadete
kavuşacaklarından bahseden beyanatı Şahaneleri, Osmanlı Devletinin yarınını
düşünmek vaziyetinde bulunan âcizlerinde büyük bir inşirah ve teselli
uyandırdı. Ancak, vaziyeti umumiye yi anlamak ve tetkikten sarfınazar ederek,
bir noktayı daha vüzuhlu anlamak ihtiyacındayım. Türkiye'nin kalbgâhına
tevcih olunan darbeler tevkif olunmaksızın ilerlemektedir. Eğer bu darbeler
muvaffak olursa, Türkiye mahvolacaktır. Bu darbeleri tevkif için kâfi
teminat ifade eden beyanatınızı dinleyemedim. Lütfen bu hususta beni biraz
tenvir ve tatmin buyurur musunuz?"
Bu
sual üzerine İmparator oturduğu sandalyeden derhal ayağa kalktı. Şöyle
bir hitapta bulundu :
"Türkiye'nin
muhterem Veliahdı, anlıyorum ki, sizin zihninizi teşviş edenler var. Ben
Almanya İmparatoru size âtiden, muvaffakiyeti âti yeden bahsettikten sonra şüpheniz
kalır mı, kalmalı mı?"
Yanında
oturduğum Veliaht derhal müspet cevap vermekle beraber, endişesinin zail
olmadığını da ilâve etti. İmparator, kalktığı sandalyeye oturmadı ve
bizi terk edeceğini nezaketle ima etti. Salonun kapısına doğru yürüdü.
Vahdettin ve arkasından bizler, Kaiser'i salonun kapısından dışarı çıkarttık.
Kaiser sola doğru giden bir koridordan yürüyecekti. Ben, Kaiser'in hoşuna
gitmediğimi anladığım için makûs koridora doğru ve biraz uzakta durdum.
İmparator, Veliahdın ve müteakiben ona yakın bulunan Naci Paşanın ellerini
sıkarak uzağında bulunan bana baktı ve müteveccih olduğu koridor
istikametinde yürümeğe başladı.
Benim
elimi sıkmamıştı. İmparatorun hakkı vardı. Veliaht'ın herhangi bir
Generalin elini sıkmak için O’nun ayağına mı gelecekti? Lâzım değil
midir ki, bu General, İmparator tarafından eli sıkılmak şerefini ihraz için
biraz istical etsin? Bu kusurumu itiraf ederim! Bilmem neden durgun, harekete
iktidarsız, sabit ve dalgın bir vaziyet almıştım. İmparator iki üç adım
yürüdükten sonra tekrar geri döndü, bana yaklaştı: "Af edersiniz,
sizin elinizi sıkmamıştım!" Elimi uzattım, çok nazik ve âlicenaba ne
iltifatlarına mazhar oldum.
05.3.
"Burada ev sahibi biziz!"
İstanbul'un
işgal günleri idi. Başta General Harrington olmak üzere bir kısım işgal
kumandanları Pera Palas Salonu'nun bir köşesinde otururlarken, başka bir köşede
oturan Mustafa Kemal nedense onların dikkatlerini çeker. Kim olduğunu soruştururlar.
Mustafa Kemal denir. Onlar için Mustafa Kemal Birinci Dünya Savaşı'nın en
ünlü şahsiyetlerinden biridir. Yabancı dillerde Çanakkale Harpleri'nden
bahseden ve daima Mustafa Kemal'in isminde düğümlenen kitaplar ve yazılar o
zaman bile azımsanamayacak kadar fazla idi. Kendisine haber göndererek masalarına
davet ederler, ama Mustafa Kemal'in cevabı hem nazik, hem kesindir: "Burada
ev sahibi olan biziz ! Kendileri misafirdirler ! Onların bu masaya gelmeleri
gerekir!"
05.4.
"Bir kongre daha toplardım!
Sivas
Kongresinin açılışına çok az bir süre kaldığı sırada, başta Rauf Bey
(Orbay) olmak üzere, Mustafa Kemal'in Kongre Başkanlığına seçilmesini
istemeyen bir grubun kulis faaliyetin de olduğu görüldü. Bu grup, İstanbul
Hükümeti tarafından istenmeyen Mustafa Kemal'in isminin, Milli mücadeleye
yarar yerine zarar verebileceğini, Milli bir hareketin kişisel çıkar çatışması
izlenimini yaratabileceğini düşünüyordu. Mustafa Kemal Paşa zorlu anlar ve
günler yaşadı. Fakat, sonuçta o güzel belagatı ve inandırıcı sözleri
ile Kongreye Başkan seçilmeyi başardı.
Yıllar
sonra, keyifli bir anında, Atatürk'e sordular: "Sivas Kongresinde sizi Başkan
seçmeselerdi ne yapardınız? "Cevabı basit ve kısa idi: "Bir
Kongre daha toplardım!"
05.5.
Roma'da Mussolini'yi istasyona getirdi!
(F.
Rıfkı Atay, "Çankaya", 1969, s.550)
İsmet
İnönü İtalya'ya resmi bir seyahat yapacağı vakit, Atatürk: "Sen Türkiye'nin
Başvekilisin. Mussolini de resmen İtalya'nın Başvekilidir. Arada hiçbir
fark tanımayacaksınız" demişti. Yolda idik. İlk verilen programa göre
Mussolini istasyona karşılamaya gelmiyordu. İnönü Roma'da yerleştikten
sonra karşılıklı ziyaretler yapılacaktı. Atatürk'ün talimatı üzerine,
Türk Heyeti eğer program değişmezse yarı yoldan memlekete dönüleceğini
İtalyan protokolcülerine haber verdi. Trende bir telâştır, gitti! Roma'ya
vardığımız zaman İtalyan Başvekili Mussolini, sırtında ceket atayı ve
başında silindir şapkası ile Türkiye Başvekilini bekliyordu!
05.6.
Kendini unutturmak isteyeceklere sözleri
(Münir
Hayri Egeli'nin hatıratından)
Kendinden
ne kadar emin olduğunun ifadesini Atatürk'ün ağzından bir kere daha
dinleyelim: "Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen
gayretler belirebilir. Fikirlerimi inkâr edenler ve bana taan edenler çıkabilir.
Hattâ bunlar benim yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir.
Fakat, ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidir ki, bu fikirler,
Hind'den, Mısır'dan döner, dolaşır gene gelir, feyizli neticeleri kalpleri
doldurur!" 1937, Atatürk
Semih S. TEZCAN
29.10.2001
| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |