%@ Language=VBScript %>
| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |
"ATATÜRK" Ana
Sayfa
SAYFA> | 1 |
2 | 3 |
4. ATATÜRK 'DAHİYANE' BÎR DEVRİMCİ İDİ!
Atatürk, 1923 ilâ 1928 yılları arasında, beş sene bir ay gibi kısa bir süreye, Batının yüz yıl süren Rönesans’ını sığdırdı ve dev bir çağdaşlaşma hareketi yarattı. Reformlarının başlıcaları şunlardır;
4. l. Milliyetçilik duygusundan doğan reformlar
Milli
Egemenliğin ve tam bağımsızlığın sağlanması,
Büyük Millet Meclisi'nin kurulması,
Hilâfetin ve Saltanatın kaldırılması,
Milli Ekonomi' nin kurulması,
Türk tarihinin, Orta Asya'daki yataklarına kadar genişletilmesi,
Ulusal dil ve ulusal tarih eylemleri,
Ümmet felsefesi yerine, millet felsefesinin Türk Milliyetçiliği için esas
alınması.
4.2. Çağdaşlaşma ülküsünden doğan reformlar
Lâikliğe
ait bütün reformlar,
Din ile devlet işlerinin ayrılması,
Şeyhülislâmlık kuruluşunun kaldırılması,
Medreselerin ve Şer'i mahkemelerin kapatılması,
Tekke ve zaviyelerin kapatılması,
Eğitim birliğinin kurulması,
Medeni hukukun kabulü,
Kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi,
Kaç, göç ve çok kadınla evliliğin yasaklanması,
Fesin yasaklanması ve şapka giyilmesi,
Lâtin harflerinin kabulü,
Batı takviminin , saatinin ve pazar tatilinin yerleştirilmesi,
Batı musikisi, resim, heykel, tiyatro, bale ve tüm güzel sanatların geliştirilmesi,
Kısa
sürede uygulamaya konulan bu devrimlerin hazırlanmasında olduğu kadar, geniş
halk kitlelerine benimsetilmesinde ve toplum yaşamına adapte edilmesinde 'kişisel
olarak Atatürk, insan üstü bir gayret ve çaba gösterdi. Türk ekonomisi ve
sanayiinin gelişmesi için, bankacılık (İş Bankası), sigortacılık (Anadolu
Sigorta), havacılık ( Türk Kuşu , Tayyare Cemiyeti, Türk Hava Kurumu), alt
yapı hizmetleri (demiryolları, barajlar), fabrikalar (şeker, tekstil, demir
ve çelik fabrikaları) hep O’nun eseridir. Lâtin harflerinin, her kesimden
insana, tarladaki kadına kadar öğretilmesi, çok sesli batı musikisinin,
operanın ve balenin halka gene sevdirilmesi hep O’nun kişisel çabalan ile
olmuştur. Günümüzde (2001), bazı kırsal kesimlerde ve bazı Büyükşehir
varoşlarında görülen küçük çaplı, gerici ve tutucu söz ve davranışlar
ile, çok küçük bir azınlık dahi olsa, bazı genç kızlarımızın Üniversitelerimizde
ısrarla çağ dışı başörtüsü ile dolaşma istekleri dışında, Atatürk
reformları tam bir başarıya ulaşmıştır. Bu reformların kanunlarını
1924'lerin Millet Meclisi'nden çıkarabilmek bir dehanın , çıkmış
kanunları topluma benimsetmek ikinci bir dehanın , hele, hele bu devrimlerin,
aradan geçen 75 sene sonra bile, eksiksiz uygulanıyor olması ve bu
devrimlerden hiç bir suretle taviz verilmesine izin vermeyecek olan Türk Gençliğinin
her zamankinden daha azimli ve kararlı olması ise üçüncü bir dehanın
eseridir.
5.
ATATÜRK KALICI VE YAŞAYAN BÎR LİDERDİR!
Ne Hitler, ne Tito, ne Musolini, ne Lenin, ne Stalin ve ne Mao artık yok, yaşamıyorlar ve anılmıyorlar! Tarihin karanlık sayfalarına gömüldüler. Hitler, intihar etti, insanlık suçu işlediği için kendi ülkesinde bile lanetlendi. Tito'nun Yugoslavya'sının yerinde bugün yeller esiyor. Yugoslavya içinde etnik çatışmalar, boğaz boğaza kavgalar, büyük bir istikrarsızlık hâlâ devam ediyor. Musolini'yi İtalyan halkı, yani kendi milleti linç etti. Lenin'in heykelleri her yerde kırıldı. Lenin, artık rehber alınacak lider değil! Stalin, gizli polis teşkilâtı vasıtası ile yaptığı kirli işlerden dolayı hem Rus halkı hem de tarih nezdinde karanlık sayfalara gömüldü. Kremlin'de Presidyum Başkanları için ayrılan heykel sergisinde, ona ayrılan kaidenin üzerine büstünü bile koymadılar. Kaide boş duruyor! Mao'nun sosyalist liderliğinden artık söz bile edilmiyor. Çin artık serbest piyasa ekonomisine geçti.
Atatürk
ise, dimdik her gün ayakta. Gün
geçtikçe kıymeti daha iyi anlaşılıyor.
Atatürk, "Ben size hiç bir dogma veya doktrin bırakmıyorum.
Benim doktrinim müspet ilimdir! " demiştir. Atatürk, işte bunun için
kalıcı ve yaşayan bir lider olmuştur (Falih Rıfkı Atay 'Çankaya',
1968, s.13).
"Atatürk
toplam hesaplaşmasında, içinde göründüğü bütün olayların üstünden
bakar olur. Dikeni, çalısı ayağınızı yalayarak indiğiniz bir dağ gibi,
geri dönüp baktığınızda O’nun ancak yüceliği altında ezilirsiniz!
".
Gelin
bir de, unutturulmak konusunda Atatürk kendisi için neler söylemiş, O’nu
dinleyelim :
(Münir Hayri Egeli'nin hatıratından, 1937)
"Bir
zaman gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir.
Fikirlerimi inkâr edenler ve bana taan edenler çıkabilir. Hatta bunlar benim
yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir. Fakat, ektiğimiz
tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidir ki, bu fikirler Hind'den, Mısır'dan döner,
dolaşır gene gelir, feyizli neticeleri kalpleri doldurur." 1937, Atatürk
6.
ATATÜRK'ÜN KİŞİLİĞİNİN İLGİNÇ YÖNLERİ
Atatürk'ün
başarısının sırlarını araştırırken, O’nun söylediklerini, yazdıklarını
ve yaptıklarını tarayınca, çok belirgin bazı karakter yapıları ile karşı
karşıya kalırız. Atatürk'ün kişiliğinde gördüğümüz ve yukarıda açıklamaya
çalıştığımız beş ayrı cinsteki 'dahi' insanın oluşmasında, bu çok
belirgin karakter yapısının büyük rolü olmuştur. Başka bir deyimle, Atatürk'ün
karakterindeki bu çok belirgin özellikler, O’nun başarılarının altında
yatan en önemli sırlar ve unsurlardır.
O’nun
sözleri, yazıları ve yaptıkları incelendiğinde, karşımıza çıkan
karakter yapısının en ilginç yönleri aşağıda başlıklar halinde sıralanmıştır.
Ayrıca ilerleyen sayfalarda, kişiliğinin karakteristik yönlerini ayrı, ayrı
ve belirgin bir şekilde açıklayıp anlatabilmek için, seçilen her konuda
O’nun yaşantısından ilginç kesitler, anekdotlar ve belgesel bilgiler
sunulmuştur. Atatürk'ün karakterinin ilginç yönleri ana başlıklar halinde
şöyle özetlenebilir :
01.
Askerliği ulvi gördü! Esas misyonu devrimciliği ve devlet adamlığı idi!
02.
Geçmişi kucaklayan, fakat çağını aşan bir kültüre sahipti. Tüm
güzel sanatları sevdi, kurdu, korudu ve milletine sevdirdi!
03.
Arkadaşları ve kültürlü insanlar Ona yetişmekte, O’nu anlamakta, O’nu
takip etmekte ve O^na ayak uydurmakta zorluk çektiler !
04.
Olağanüstü bir zamanlama üstadı idi. Bazen Hz. Eyüp sabrı vardı, bazen
de aculdü! Meyveyi olgun yerdi ama çürütmezdi!
05.
Eğilmezdi, çok gururluydu ve kendinden çok emindi!
06.
Ateşli bir Türk milliyetçisi ve tutkun bir Türk hümanisti idi! Sıksanız
her damlasından Türk ve Türklük akardı!
07.Ölüme
karşı şanslıydı. Yedi kere ölümün eşiğinden döndü!
08.
Şefkatli ve akik kalpli, merhametli ve yardımseverdi! Savaş meydanlarında
ise kaskatı ve acımasızdı! Fakat, başarılı bir "Barış Kurdu"
oldu!
09.
Hazır cevaptı! Muhatabını ve özellikle muhalifini anında ikna ederdi!
10.
Dinlemesini severdi, bir dinleme üstadı idi! Başarılarının sırrı olarak
bu özelliğini sayardı!
11.
Başarılarını kendisi üstlenmez, onları ya Mehmetçik'e veya Millete mâl
ederdi. Bazen de, "Millet böyle istiyor!" diye, O’nun sözcüsü
durumuna geçer ve gücünü Türk Milleti'nin manevi şahsiyetinden alırdı!
12.
Çok örgüt kurdu! Örgütlerle çalışmayı, demokrasiyi ve meşruiyeti
severdi!
13.
Kızar, tehdit eder, uzak kalır, ihtar eder, haykırır, ikna eder, susar, ama
TBMM' siz yapamazdı!
14.
Devrimlerinin acımasız takipçisi idi! Onlardan asla taviz vermezdi!
15.
Çok ileri görüşlüydü! Yargıları hep doğru çıkmıştır! Durum değerlendirmesinde,
strateji oluşturmada, düşmanı tartmakta çok mahir bir taktik ustası idi!
16.
Yorulmadan çok uzun saatler ve günlerce uykusuz, duraksız çalışabilirdi.
Yoğun konsantrasyon yeteneği vardı!
17.
Etrafındakileri sürprizlerle etkileme üstadı idi! Kin tutmazdı, bağışlayıcı
idi! Gürültülü, tabancalı ve olağandışı bir barışma stili vardı!
18.
Halk adamıydı! Halka ve Mehmetçik'e düşkündü!
19.
Misafirlerine çok kıymet verirdi! Onları olağanüstü ağırlamayı severdi!
Yabancı ülkelerin haysiyetlerine aşırı saygılı idi!
20.
Halkın ve O’nu temsil eden saygın kişilerin nabzını ve kalp atışlarını
iyi dinlerdi !
21.
Doğayı ve yeşili sever ve korurdu! Bir ağaç dalı için bir binayı yürütmüştü!
22.
Bazı sözleri hümanizm tarihine geçti! Çanakkale Şehitleri için söyledikleri
düşmanlarını kendisine aşık etti!
23.
Manevi evlat edinmeyi çok severdi! Onların yetişmesi, mutlulukları ile çok
yakından ilgilendi!
24.
Aşkları da oldu, evliliği de! Ama Fikriye'yi
sevdi. Fikriye' de O’nun ile olamadığı için intihar etti!
25.
Sofraları bir eğitim meclisi idi! Sofralarına dil uzatanlara cevabı keskin
oldu! Yalnız adamdı! Ailesi olmadı. Aile hayatını çok özledi!
26.
Hataları ve zaafları da vardı! Kesin prensipleri ve tereddütleri de! Ağladığı
anlar da, kahkaha ile güldüğü anlar da oldu! Özel meclislerinde şarkıyı,
zeybeği, neşeyi, içmeyi ve içirmeyi severdi!
27.
Biyografisinin "gerçekçi" yazılmasını, Kurtuluş filminin çekilmesini
çok istiyordu !
28.
"Fes" e karşı büyük bir antipatisi vardı!
29.
Çok tutumlu idi! Daima, kendi masraflarını kendi öderdi! Zaman zaman
etrafındaki ihtiyaçlılara belli etmeden para yardımında bulunurdu! Yerli
malı haftalarını çok tutardı !
30.
Para alıp vermelerde, malları ile ilgili hususlarda veya yakınlarının haksız
tasarrufları konusunda hiçbir dedikoduyu hazmedemezdi! Hemen gereğini yapardı!
31.
Kendisine rakip birisinin çıkmasına asla tahammül edemezdi!
01. ASKERLİĞİ ULVİ GÖRDÜ
01.1. Askerliği ulvi görür, siyaseti severdi!
Askerlik
mesleğini, vatanı kurtarmak amacı ile, mecbur kalındığı için yapılan
ulvi bir görev olarak görürdü. Esas
misyonu devrimciliği ve devlet adamlığı idi. Dikkat edilirse, Atatürk
askeri dehasını daima anavatan toprakları üzerinde, istilâcılara karşı
yaptığı savaşlarda göstermiştir. Çanakkale savaşı öyledir, Kurtuluş
savaşı da. Hep düşmanı vatanın bağrından söküp atma savaşlarıdır
bunlar. Hiç bir zaman, toprak hırsı ve yeni yerler almak için yapılmamıştır.
İşgal altındaki Doğu Trakya, bir kurşun dahi sıkılmadan kurtarılmıştır.
Hatay'ı almak için, blöf yapmıştır ama bir kurşun dahi sıkılmasına müsaade
etmemiştir. Hatay'ın bize verilmesinde Fransa'nın gösterdiği diplomatik
oyalama taktiklerine çok üzüldüğü sıralarda kendisine "Paşam ne üzülüyorsun,
bir alay asker gönderip hemen ilhak edelim " diyenlere," Hayır bunu
yapamayız! Bir alay askerle Hatay'ı anavatana katarız ve Fransa bu kadar
uzaklardan müdahale etmeyi göze bile alamaz, doğru! Fakat, büyük bir
milletin Onuru söz konusudur. Onların Onurunu kırmış oluruz. Ya bunu bir
Onur meselesi yaparlarsa?.. Onun için, bu işi barış yoluyla halletmeliyiz
!" demiştir.
01.2. Büyük Taarruz Zaferi'nin sevincine hüznü karıştı!
(Yurdakul Yurdakul, 'Atatürk' 1999, s 75 )
1922
yılı Ağustos'unun 26'sında şafakta başlayan Büyük Taarruz altı gün altı
gece devam etmiş ve Mehmetçiklerin aslan gibi saldırmalarıyla düşmanın büyük
bir kısmı kılıçtan geçirilmiştir. 31 Ağustos'ta güneş Türklerin büyük
zaferini kutlamak için doğmuştu sanki... Atatürk'ün
yaveri Muzaffer Kılıç anlatıyor; Aynı günün sabahı Atatürk harp
sahasını dolaşıyordu. Etraf binlerce insan ve hayvan ölüleriyle adeta bir
mahşer yerini hatırlatıyordu. Büyük asker bu manzara karşısında çok rahatsız oldu ve
" Bu feci manzara, bütün insanlık için utanç verici bir olaydır.
Ama biz vatanımızı korumak için gerekli savunmamızı yaptık.
Buna bizi zorladılar.!" demiş ve ölüler kaldırılıp gömülünceye
kadar hiç bir yerli ve yabancı gazetecinin bölgeye sokulmamasını kesin
olarak emretmiştir. Görülüyor ki, Büyük Taarruz sonunda, büyük bir zafer
kazanmış olmanın sevinci değil, adeta hüznü vardır içinde. Çünkü,
yerlerde yatan cansız düşman askerlerinin feci durumu O’nu ziyadesiyle üzmüş,
"Biz isteyerek yapmadık, bizi buna mecbur ettiler! " diyerek kendini
teselli etmiştir.
01.3.
Madam Corinn'e ihtiraslarından bahsediyor!
(Emre
Kongar, 'Atatürk' 1980, s. 180)
1914
yılı Ocak ayında Sofya'dan Madam Corrin'e yazdığı bir mektupta Mustafa
Kemal hırslarını tümüyle şöyle tanımlıyor:
"Benim
ihtiraslarım var, hem de pek büyükleri, fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler
işgal etmek veya büyük paralar elde etmek gibi maddi emellerin tatminine
taalluk etmiyor. Ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini vatanıma büyük
faydaları dokunacak, bana da liyakatle ifa edilmiş bir vazifenin canlı iç
rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün
hayatımın prensibi bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son
nefesime kadar da onu muhafaza edeceğim "
01.4.
Enver Paşanın O’nun için söyledikleri
(Emre
Kongar, 'Atatürk', 1980, s.229)
1917
Çanakkale savaşlarından sonra Doktor Nazım ve bir başka nüfuzlu İttihat
ve Terakki üyesi komutan aralarında konuşmakta iken, Enver Paşa birden içeri
girince susmuşlar. Başkumandan ( Enver Paşa) merakla: "Herhalde bana
dair bir şeyden bahsediyordunuz? Söyleyin bakalım! demiş. "Mustafa
Kemal'in niçin terfi ettirilmediğini konuşuyorduk !" cevabını vermişler.
Enver Paşa: "İşte!" demiş ve cebinden Çanakkale kahramanını tuğgenerallik
rütbesine çıkaran tezkeresini göstermiş, sonra şunu ilâve etmiş : "Ama
biliniz ki, O hiç bir şeyle memnun olmaz! General olur, korgenerallik ister!
Korgeneral olur, orgenerallik ister! Orgeneral olur, müşirlik ister! Müşir
yapsanız, bununla da yetinmez, Padişahlık ister!" Şevket Süreyya
Aydemirin hatıralarında yazıldığı üzere, Mustafa Kemal'e Enver Paşanın
bu sözleri nakledildiği zaman kahkahalar ile gülerek cevabı şu olmuştur;
'Ben, Enver'in bu kadar zeki ve ileri görüşlü olduğunu bilmezdim!"
01.5.
Tanrıdan Kurtuluşa kadar ömür niyaz etti!
(Niyazi
Ahmed Banoğlu, 'Fıkra ve Nüktelerle Atatürk' 1954, s.,316)
Erzurum'da
ilk kongreyi kurmakla meşgul iken, İstanbul Hükümeti de, durumdan fena halde
kuşkulanarak, Sivas, Bitlis, Van ve Erzurum Vilâyetlerine "Mesleki
askeriden müstafi sabık paşa Mustafa Kemal efendi elyevm nerededir? Ne ile meşguldür?
Ne tavır ve meslek takip etmektedir? Serian işarı!" diyen telgraflar çektiği
zaman, Erzurum Vali Vekili bulunan Kadı Mehmet Hilmi Efendi de telâşa düşmüş,
ne cevap vereceğini bilemeyerek, bir yandan İstanbul Hükümeti'ne ;
"Hal-i hazırdaki vaziyetine nazaran, kendisi ikametgâhında bulunarak,
hususat-ı şahsiyesiyle meşgul olduğu ve hariçle nadiren ihtilâtta bulunduğu
anlaşılmıştır." diye cevap verirken, aynı zamanda, meseleyi Mustafa
Kemal Paşaya da bildirmişti.
Bu
cevabı görünce gülen Mustafa Kemal Paşa "Hocam, cevabın güzel ama,
bakalım inandırabilecek misin?" demişti. "İstanbul'dakiler de, vakıa,
içleri rahat etmek için böyle bir cevap isterlerse de beni bilirler. Benim
hususat-ı zatiyem, milletin işlerinden ibarettir. Yoksa, yazdığın gibi,
evime çekilir, yan gelir yatardım. Ne çare ki, yatsam da, milletin mukadderatını
düşünürken gözüme uyku girmez. Ama sen tekrar sorarlarsa yine böyle de.
Hatta sizlere ömür, vefat etti de" Bu söz üzerine teessürle Kadı
Mehmet Hilmi Efendi: "Allah esirgesin Paşam ! Öyle söz olur mu? İnşallah
daha çok yaşarsınız!. " deyince, Mustafa Kemal Paşanın cevabı şu
olmuştu ; "Daha pek çok değil, yalnız milleti ve vatanı kurtarıncaya
kadar. Allah'tan başka bir şey istemem!"
Gerçekten,
Atatürk 57 sene gibi kısacık ömrü içinde, hem Kurtuluş mücadelesini başarı
ile sonuçlandırdı hem de "En büyük eserim!" dediği Cumhuriyeti
kurdu. Bunlar da yetmedi, odak noktası lâiklik olan, çağdaşlaşma reformlarını
çok kısa bir zamanda ard arda gerçekleştirdi. Herhalde arzu ve emellerinin
çoğunu gerçekleştirmiş olduğu için, ebedi istirahatine huzur içinde çekildi,
"gözleri açık olarak " değil!
01.6.
Kâzım Karabekir Paşaya sürpriz çıkışı
(Niyazi
Ahmed Banoğlu, 'Fıkra ve Nüktelerle Atatürk', 1954, s. 40)
Atatürk,
1923 Mart'ında Konya'ya gitmişti! Halka yol göstermek, onları yapacağı
devrimlere hazırlamak için her fırsatta nutuk söylüyor ve bunları o zaman
Anadolu Ajansı'nı temsil eden muharrir İsmail Habib not ederek kendisine götürüyor,
okuyor, sonra Ankara'ya telliyordu. Konya'dan ayrılacağı gece İsmail Habib,
Atatürk'ün son nutkunun temize çekilmiş şeklini Ona götürdü. Atatürk,
bu nutku evvelkilerden daha çok beğenmiş olacak ki karısına;" Çocuğa
kadeh getirsinler!" dedi. Fakat, o sırada
Bayan Lâtife, Atatürk'ün içki kullanmasını hoş görmüyor, vazgeçirmek,
hiç olmazsa azaltmak istiyordu. Bunun için yumuşak bir sesle cevap verdi;
"Gece yarısı buradan gidilecek diye bütün şişeleri trene yollamıştık
!".
Atatürk
köpürdü... "Nasıl olur? Misafirimize karşı da mı?" İster
istemez şişeler getirildi. Bu sırada Atatürk'ün eski ve teklifsiz arkadaşlarından
Bay Muhtar geldi. Ona İngiliz Muhtar derlerdi. Atatürk, ona:
"Dinle bak, Muhtar, nutuk nasıl söylenirmiş! " dedi ve İsmail
Habib'e de nutku okumasını emretti. Bay Muhtar aldırmadı. "Dinlemeye lüzum
yok; çok güzeldir." dedi. Atatürk: "Neden?" diye sorunca,
Muhtar: "Aksini söylemek ne haddimize?"
diye cevapladı. Atatürk: "Zevzekliği bırak da dinle! " diye
kestirip attı. Nutuk okunduktan sonra Bay Muhtar bu sefer gayet ciddi bir tavırla
hükmünü verdi: "Sahiden
çok güzel!" Atatürk, içki
verilmesini söyledi. İngiliz Muhtar kadehini kaldırdı: "Yaşasın Başkumandan!"
diye haykırdı. Atatürk'ün kaşları çatıldı ve sesi yükseldi:
" Niçin, Mustafa Kemal demiyorsun? " İngiliz Muhtar :"Hele,
ne olur ne olmaz, daha epeyce zaman Başkumandanlık sizde kalsın!"
deyiverdi.
O
sıralarda, ortalığı bulandırıp külah kapmak isteyenler, din ve şeriat
perdesi ardında şahsi ihtiraslarını dolu dizgin koşturanlar vardı. Atatürk
büsbütün sinirlendi ve meydan okudu: "Sen kuvveti Başkumandanlıktan mı
aldığımı sanıyorsun? Dinle bir hatıramı anlatayım; Hani ben 1919'da
Erzurum'da Ordu Müfettişliğinden, askerlik mesleğinden çekilip de milletin
bir ferdi olarak kalmıştım ya. Oradaki Ordu Komutanı (Kâzım Karabekir Paşa)
artık emirlerimi dinlememeğe başlamasın mı? Hemen makama gittim: Paşa, Paşa,
dedim, size o emirleri bu omuzdaki yıldızlar vermiyordu! Mustafa Kemal
veriyordu! O yine karşınızdadır,
yazınız! Yazdı ve emrim yerine getirildi. Fakat, oradan ayrıldıktan
sonra kendi kendime sordum: "Ya bu adam zile basıp da gelen askere Tosta,
şunu dışarı çıkar!' deseydi." Atatürk koltukta doğruldu ve sesini yükselterek
ilâve etti: "Fakat diyemezdi, Muhtar! Karşısında Mustafa Kemal vardı!"
Bay Muhtar kadehini tekrar kaldırdı ve haykırdı: "Yaşasın Mustafa
Kemal!"
01.7.
Askeri elbiselerini hibe etti
(Yurdakul
Yurdakul, 'Atatürk', 1999)
Türkiye
Büyük Millet Meclisi Ona Mareşal unvanını vermişti ama, askeri manevralar
hariç Mareşal üniformasını hiç giymedi. Halbuki, Fransız Devlet Başkam
Mareşal De Gaulle, asker üniforması ile Fransız halkını daha çok
etkileyeceğim düşünürdü. Bu yüzden de, bütün TV konuşmalarını Mareşal
elbisesi ile yapardı. Atatürk, 1929 yılında Yüksek Askeri Şûra üyelerine
verdiği bir akşam yemeğinden sonra konuşurken; "Benim artık askerliğim
kalmadı!" diyerek beraberinde getirdiği askeri elbise ve teçhizatını Yüksek
Askeri Şûra üyelerine hatıra olarak bir, bir dağıttı. Yakasında Mareşal
arması olan peleriniyle, süvari Kolordusunu Ilgın’da teftiş ederken taktığı
işlemeli gümüş kılıcı ve altın işlemeli hançeri de Orgeneral Fahrettin
Altay'a verdi.
02.
ÇAĞINI AŞAN BİR KÜLTÜR'E SAHİPTİ
02.1.
"Sanat toplumun hayat damarlarından biridir!"
Atatürk,
nihayet İdadi ve Harp Okulu mezunu bir Osmanlı Paşası'dır. Ama çok gezmiş,
çok okumuş ve çok değerlendirmiştir. Picardi manevralarına katılmak için
Fransa'da bulunduğu sırada, ateşe mili ter olarak Sofya'da yaşadığı dönemde,
Veliaht Vahdettin'in yaveri olarak katıldığı Almanya seyahatinde ve mide
rahatsızlığının tedavisi için Avusturya'nın Karlsbad ve Viyana şehirlerinde
bulunduğu dönemlerde ve özellikle Madam Corinne ile dostluk ilişkileri süresince,
daima kültürünü zenginleştirmiş, batının sosyal ve kültürel yaşantısını
çok yakından gözlemlemiş ve ileride uygulama fırsatı bulursa gerçekleştireceği
reformların düşünce alt yapısını oluşturmuştur.
Atatürk,
her devrimim bilinçli ve plânlı yapmıştır. Operayı da, Cumhurbaşkanlığı
Senfoni Orkestrası'nı da, Güzel Sanatlar Mektebi'ni de O kurdurtmuştur.
Tiyatro sanatçılarının hazır bulunduğu bir toplantıda : " Efendiler
! Siz hayatınızda Paşa, Mebus olabilirsiniz ! Vekil olabilirsiniz ! Hattâ
Reisicumhur olabilirsiniz ! Ama hiçbir zaman sanatçı olamazsınız ! Sanat
toplumun hayat damarlarından biridir!" demişti.
02.2.
Sanayii Nefise Mektebi
Atatürk,
güzel sanatların gençliğe öğretilmesi ve halk içinde yaygınlaştırılması
için Sanayii Nefise Mektebi'ni kurmuştu. Almanya'da güzel sanatlar tahsil
ederek yurda dönen genç müzikolog Cevat Memduh Altar'ı bir gazete haberi üzerine,
bir sinemada film seyrederken buldurtarak, ona yeni kurulan " Sanayii
Nefise Mektebini emanet etmişti. Cevat Memduh Altar'dan dinlediğimize göre,
masasında, çağının en kıymetli tarih, musikî ve güzel sanatlar arşivinin
yanı sıra, " La Music " adlı genel müzik ansiklopedisi sürekli açık
duruyordu.
02.3.
Arap şarkıcı Cemaliye'ye önerisi
(Cemal
Oranda, "Atatürk'ün Uşağı idim", 1973, s 119)
Atatürk,
sık, sık Saray burnuna giderek halkın arasına karışmayı ve onlarla
beraber müzik dinlemeyi çok severdi. Mısırlı muganniye Cemaliye’ yi ilk
kez orada, Park Gazinosunda görüyorduk. Kadının sesi gerçekten güzeldi.
Kadın Atatürk'ü selamlayarak billur gibi sesiyle Arapça şarkılar söyledi.
Konserinde büyük bir başarı kazanıp bol, bol alkışlandı. Atatürk hiç
konuşmadan büyük bir dikkatle dinledi. Şarkı bitince kadını yanımıza çağırdı.
Batı müziğini de öğrenmesini öğütledikten sonra, "Bu sesle bütün
dünya seni dinler. O zaman işte şöhretini tam yaparsın!" dedi. Kadın
da teşekkür ederek ayrıldı.
O
zaman, Atatürk'ün bu sözleri Mısırlı muganniyeye niye söylediğini
anlayamamıştık. Biz her
alanda büyük bir devrim yapmış, Arap dünyasından ayrılıp batıya yönelmiştik.
Acaba, Atatürk doğu dünyasının kültür ve sanat alanında bizi
izlemesini mi hatırlatmak istemişti?
Yoksa, Atatürk Türk musikisini sevdiği halde, müzik devrimimizin
ancak, Batı müziğini benimsemek ve uygulamakla gerçekleşeceğine mi inanıyordu?
Evet, yoksa bunu düşünerek mi Mısırlı hanendeye yol göstermek
istemişti ? Bunu daha sonraları çok iyi anladım!
02.4.
"Türk Milleti artık şen olacaktır !"
(Cemal
Oranda, 'Atatürk'ün Uşağı idim', s .123)
Gül
hane Parkındaki şenliklerde Mısırlı muganniyeden sonra, alafranga müziğe
geçildi ve coşkulu müzikle halk doyasıya dans etti.
Daha sonra, Eyüp sultan Cemiyeti öğrencilerinden kurulu ve Kemani
Mustafa Beyin Fasıl Heyeti konserine başlandı.
Heyetteki sazcılar, kadın olsun, erkek olsun rast gele giyinmişler, böyle
seçkin bir toplantıya yakışıksız elbiselerle gelmişlerdi. Bu hal Atatürk'ün
gözünden kaçmadı. Canının sıkıldığı belli oluyordu. Bunu da, onları
dinler gibi görünürken önündeki gazeteye dalmış olmasından anlıyordum.
Atatürk, bir ara Fasıl Heyetinden programlarını istetti. Olmadığını öğrenince
üzüntüsü daha da arttı. Fasıl Heyetini zor durumdan kurtarmak için tutup
sevdiği şarkılardan bir liste yapıp, sahneye gönderdi. Listenin başında
galiba, Faize Hanımın bestesi olan Şataraban makamında, "Bade-i vuslat
içilsin kâse-i fağfurdan" şarkısı vardı. Atatürk, bu şarkıyı çok
severdi ve sofrada keyifli zamanlarında kendi sesiyle okurdu. Fasıl Heyeti bu
şarkıyı da iyi çalamayınca Atatürk sinirlendi. Konserden sonra mikrofona
gelerek şunları söyledi:
"Her
zaman, her yerde olduğu gibi bu gece de burada aziz Milletimizle karşı karşıya
geldiğim anda büyük bir kuvvetin etkisi altında kaldığımı duyuyorum. Bu
kuvvet nedir? Türk halkının, Türk toplumunu meydana getiren yüksek insanların
halk kaynaklarından yükselen hislerin, arzuların, heyecanların, hazların
bir noktada, bir hedefte, bir gayede birleşmesidir. Bu kuvvetin bu kadar
ortaklaşa olabilmesi, O’nun çok temiz, çok asil olduğunu göstermektedir.
Bu
gece burada Doğunun en seçkin iki musiki heyetini dinledim. İlk olarak
sahneyi süsleyen Mısırlı muganniye, sanatkâr olarak başarılı idi. Fakat,
benim Türk duygularım üzerindeki görüşüm şudur ki, artık bu basit
musiki, Türklüğün çok gelişmiş ruh ve duygularını kandırmağa yetmez !
Arada medeni dünyanın müziği de işitildi. Bu ana kadar Şark musikisi karşısında
uyuşuk duran halk, hemen ayağa kalktı. Hepsi neşe içinde oynadı. Tabiatın
icabını yaptı.
Türk,
yaradılış olarak şen ve satırdır. Eğer Türkün bu güzel hasleti şimdiye
kadar fark olunmamışsa, kendisinin kusuru değil, acı felâketlerin sonucudur.
Türk milleti işte bunun için gamlı görünüyor. Fakat, artık hatalar düzeltilmiştir.
Türk milleti artık şen olacaktır!"
Böylece,
alaturka âşıklarına batı musikisi devrimini de kabul ettirmek istiyordu!
02.5.
Alaturka musiki yasaklanıyor!
(Cemal
Oranda, "Atatürk'ün Uşağı İdim" isimli kitaptan, 1973, s. 122)
Aslında,
Atatürk kendisi de alaturka musikiden çok hoşlanırdı. Hattâ, çoğu
geceler sevdiği şarkıları sanatçılarla birlikte seslendirirdi.
Ancak, kendi beğeni ve isteklerini bile sırası gelince devrimler uğruna
çiğnemekten kaçınmazdı. Dil
konusunda olduğu gibi, müzik alanında da kendi beğeni ve alışkanlıklarını
çiğnemiş, alaturka müziği sevdiği ve sofrasından hiç eksik etmediği
halde, Batı müziğine inanmış, Batı müziğinin gelecek kuşakların müziği
olduğunu söyleyerek, Devlet Konservatuarlarının temellerini attırmıştır.
1924'de kurulan Musiki Muallim Mektebi, 6 Mayıs 1936 yılında, Atatürk' ün
buyruğuyla Ankara Devlet Konservatuarı halini almış ve yurtta Batı müziği
kültürünü eğitim yoluyla yerleştirmeye başlamıştı.
Özel
hayatında alaturkalıktan kurtulamayan Atatürk, Batı musikisinin ve operanın
toplum içinde iyice yaygınlaşmasını ve Türk müzik kültürüne iyice
yerleşmesini sağlamak ve bunu pekiştirmek üzere, 1934 yılında gazinolarda
ve radyolarda Türk müziği çalınmasını ve alaturka şarkı söylenmesini
yasaklayacak kadar ileri gitmişti. Ancak, radyolardan alaturka müziği kaldırması
tepkilere yol açmış, alaturka sevenler bu hale çok üzüldüklerini, Türk müziği
duyamamaktan kulaklarının paslandığını söylemekten bile çekinmemişlerdi.
Bir gece Dolma bahçe Sarayında Yunus Nadi, Atatürk'e bu konuda yakınmaları
sıralayarak şöyle demişti: “ Paşam ne olur alaturka şarkılardan bizi
mahrum bırakmasınlar. Zevkimize, duygularımıza el attığı için çok üzülüyor
ve inciniyoruz". Atatürk, bu sözlere şöyle karşılık vermişti:
"Alaturka şarkılardan ben de hoşlanıyorum. Fakat, unutmamak gerekir ki,
devrim yapan bu nesil, bazı fedakârlıklara katlanmasını bilmelidir! Ancak,
millî türkülere yer verilmelidir!".
02.6.
Alaturka musikiye konulan yasak kalkıyor
Alaturka
musikinin radyo ve gazinolarda yasaklanmasından sonra, Münir Nurettin, Hafız
Burhan ve Safiye Ayla gibi şarkıcılar tango söylemeye başladılar. Her
birinin 78 devirlik tango plâkları dahi çıkmıştı. Fakat, bir akşam Atatürk'ün
canı Türk musikisi istiyor. O zaman Ankara'da musikişinas ve bestekâr Dr. Sıtkı
Falay ve tamburi Osman Pehlivan
var. "Hadi!" diyor Atatürk "Onlara gidelim!".
Gece
22:00 sularında Dr. Sıtkı Falay’ın evine gidiliyor. Sıtkı beyin udu,
Osman Pehlivan'ın tamburu ve Sıtkı Beyin eşi Vasfiye hanımın güzel sesi eşliğinde,
Rumeli türküleri de araya girerek, coşkulu bir alaturka müzik ziyafeti
veriliyor. Atatürk, "Bir daha! Bir daha!" diyerek tekrarlatınca,
Osman Pehlivan'ın "Paşam siz emredince dinliyorsunuz, ama bunları
dinlemek isteyen binlerce insan var! "yakınmasına," Doğru söylersin
Osman!" karşılığını veriyor." Hemen Radyo evine gidin ve fasıl
yapın!" diye ekliyor.
Ercüment
Behzatlar Radyoevi Müdürü'nü arıyor. Radyoevi Müdürü çok şaşırıyor
ve yasağın kalktığına inanamıyor. Köşke telefon ediyorlar. Atatürk'ün
emir verdiğini neden sonra öğrenip, ancak saat 23:00'te fasıl başlatıyorlar.
Böylece, klâsik Türk musikisi üzerine konulan yasak, kısa bir aradan sonra
tamamen kaldırılmış oluyor.
02.7.
Yirmi günde opera!
(Cemal
Oranda, "Atatürk'ün Uşağı İdim" 1973, s. 345)
Atatürk,
Türk-İran dostluğunun gelişmesine büyük önem verirdi. Bunu İran Şahı Rıza
Pehlevi'nin Türkiye'ye yaptığı ziyaret sırasında daha iyi anladım. Şahın
geleceği kesinleştiği sıralarda Türklerle İranlıların soy ve kültür
bakımından kardeş olduğunu, sırf bir mezhep savaşı yüzünden ayrıldıklarını
belirten bir piyes yazılıp, bunun opera olarak oynanmasını istedi. Bunun için
Münir Hayri Egeli'yi çağırıp gerekli emri verdi.
Ankara'da
bütün müzisyenler seferber edildi. İstanbul'dan Nimet Vahit Hanım ve tüm
orkestra, Ankara'dan Musiki Muallim Mektebi elemanları bulduruldu. İzmir'e
gitmekte olan bestekâr Ahmet Adnan Saygun trenden indirilip Ankara'ya getirildi.
Dördüncü gün operanın ilk besteleri provaya konuldu. Yirmi gün içinde
"Özsoy” operası bitirildi. Atatürk provalara geldi. Ankara Halkevi
binasının bir bölümü değiştirilerek özel bir daire haline getirildi. Her
eşyanın yerini Atatürk kendi seçti. Bahçeye büyük ağaçlar getirildi ve
dikildi. İşte "Özsoy" operası böyle meydana geldi. Hem de ne geliş.
Yirmi günde yazılıp, bestelenerek, oynanması şartıyla. Üstelik başarıyla
da oynandı ve Rıza Şah Pehlevi çok hoşlandı.
Aradan
uzun bir zaman geçmişti. Atatürk, kısa bir zamanda yapılmasını istediği
bir işi bir Bakandan isteyip de çeşitli mazeretler duymaya başlayınca:
" Efendi sen ne söylüyorsun ! Biz yirmi günde opera yazmış, bestelemiş,
oynatmış bir milletiz. Elverir ki, elebaşı davasına inansın!" diye çıkışıyor.
02.8.
Güzel sanatlar ve sanatçılar için söyledikleri
Atatürk,
çeşitli zamanlarda güzel sanatlar ve sanatçılar için övgü dolu sözler söylemiştir.
Bu sözlerden bazıları aşağıda verilmiştir:
"Bir
millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Sanatsız
kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur", 1923.
"Hayatta musiki lâzım mıdır? Hayatta musiki lâzım değildir. Çünkü, hayat musikidir. Musiki ile alâkası olmayan mahlûkat insan değildir. Eğer mevzu-u bahis olan hayat insan hayatı ise, musiki behemehal vardır. Musikisiz hayat zaten olamaz!", 1925.
"Sanayi-i nefiseyi ihmal eden dini biz kabul etmeyiz ", 1926. "Efendiler! Siz hayatınızda mebus olabilirsiniz ! Vekil olabilirsiniz! Hattâ Reisicumhur olabilirsiniz ! Fakat, hiç bir zaman sanatkâr olamazsınız ! Binaenaleyh bu çocukların kıymetini bilelim", 1927.
"İnsanlarda bir takım ince, yüksek ve temiz duygular vardır ki, insan onlarla yaşar. İşte o ince, yüksek, derin ve temiz duygulan en ziyade duyabilen ve diğer insanlara duyurabilen şairdir", 1928.
| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |