<%@ Language=VBScript %> AHİLİK Sayfa 1

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

SAYFA> | 1 | 2 | 3   

Sn. Cihangir Gener'e gönülden teşekkürlerimizle,

 

AHİLİK

 

Ezoterik-Batıni ekollerin bu topraklar üzerindeki en çok etki bırakmış bir kolu olan Ahi’liğin ne olduğunu anlamak için önce, bu müessesenin köklerinin nerede olduğunu görmek gerekir.

Ezoterik-Batıni ekollerin en önemli kaynaklarından birisi olan Mısır, Halife Ömer döneminde İslamiyet ile karşılaştı. Bu dönemde her yönden zayıflamış bulunan Mısır’ı işgal etmek Müslümanlar için hiç de zor olmadı. Zayıf krallık, güçlü Müslüman orduları karşısında derhal teslim oldu. Mısır’ın, Hıristiyan ve Yahudi olan azınlığının dışında eski çok tanrılı inanırlarının tamamı İslamiyet’i kabul etmek zorunda kaldılar. Ancak ayakta bir müessese vardı. İskenderiye Okulu. Halife Ömer, bu ezoterik okulun, daha önce pek çok yıkım ve yangınlardan geçmiş  kütüphanesini yakınca okul da dağıldı. Ancak, buradaki bilginler, İslamiyet’in içerisindeki muhalif kanadı, Ali yandaşlığını seçerek, hem Müslüman görünümü kazandılar, hem de kendi inançlarını İslamiyet’e adapte ederek, bu inancın yaşamasını sağladılar. Böylece İslamiyet içerisindeki Tasavvuf müessesesi doğmuş oldu. Bu bilginler Müslümanların işgal ettiği tüm topraklara yayıldılar ve İslamiyet’in Ortodoks Sünni kanadı zayıflamaya başladığı anda kendi öğretileri doğrultusunda pek çok devletin kurulmasına da ön ayak oldular.

İşte bu devletlerden birisi olan Fatımi’ler M.S. 909’da Mısır’da kuruldu. Adını, Hz. Muhammed’in kızı ve Ali’nin karısı olan Fatma’dan alan Fatımi’ler, dönemin en yaygın Batıni ekolü olan İsmaililiği örnek alarak,  tamamen Batıni inançlı bir devlet oluşturdular. Fatımiler, İsmaililiğin 6. derecesine sahip kardeşlerden kurulu bir meclis tarafından yönetiliyordu. Bu meclislerin başında 7. dereceye sahip İsmaili şeyhleri devlet başkanı konumunda yer alıyorlardı.

Fatımiler, Sünni inançlı Müslümanların saldırılarına karşı koyabilmek için, Mısır’lı eski sanatkar loncalarını ihya ettiler ve yarı askeri bir örgütlenme ile loncaları kalkındırdılar. ‘’İzciler’’ anlamına gelen ‘’Fütüvvet’’ adı altında, genç İsmailili sanatkarlardan kurulu muazzam bir askeri güç oluşturuldu. Diğer Batıni örgütlenmelerde olduğu gibi Fütüvette de derecelere dayalı bir sistem esastı. İsmaililik 7 derece iken, Fütüvvet 9 derece üzerine örgütlendi. Fütüvvet teşkilatının ilk derecesi Nazil, ikincisi Tim Tarik, üçüncüsü Meyan Beste derecesi idi. 4. derece Naip Vekili, 5. derece Nakip ve 6. derece de Baş Nakip dereceleriydi ki bu derece müntesiplerinin en önemli görevleri askeri örgütlenmeyi düzenlemek ve her türlü töreni yürütmekti. 7. derece saliklerine kardeş anlamına gelen ‘’Ahi’’ adı verilirdi. Türk’ler arasında yaygınlaşan Fütüvvetin yan kuruluşu Ahiliğin, adını bu kaynaktan aldığı sanılmaktadır. Fütüvvet içinde Ahi’lerin görevleri şeyh yardımcılığı mertebesindeydi. 8. derece, her biri kendi teşkilatının başında olan şeyhlerin derecesi idi. 9. derece ise, tıpkı İsmaili örgütlenmesinde olduğu gibi sadece bir tek kişiye, şeyhlerin şeyhine verilirdi. Tüm Fütüvvet teşkilatının lideri olan ve sadece devlet başkanı konumundaki Şeyh el Cebel’e karşı sorumlu olan bu kişinin ünvanı ‘’Şeyhüssüyun’’ idi. Diğer Batını ekoller gibi Fütüvvetin öncelikli amacı, saliklerini İnsanı-ı Kamil yapmaktı. Olgun ve mükemmel insan olmak için bu 9 basamaktan geçmek gerekiyordu. Bu kuruluş sistemi daha sonra, Selahhattin Eyyubi döneminde Sünni Müslümanlarca da benimsendi ve aynı adlı örgütlenmeyi Sünnilerde uyguladı. 

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu Türkleri’ne sanat, ticaret ve ekonomi alanlarında aşağı yukarı 630 yıl yön verip, ışık tutmuş olan Ahilik, örgüt olarak, kendi kural ve kurullarıyla, 3. Sultan Ahmet dönemine dek sürdü. Adı geçen bu Osmanlı Sultanı döneminde 1727 yılında ‘’gedik’’ denen bir düzen uygulanmaya başlandı. Ahiler birliği mensuplarına tezgah başında sanat, zaviyelerde edep öğretmenin, Müslümanlara özgü olarak sürüp gelmesi 17. yüzyıla kadar sürmüş, fakat Osmanlı Devleti’nin Gayr-ı Müslimler üzerindeki egemenlik alanı büyüyüp genişledikçe, sanatkarlar çoğalıp dalları arttıkça, bu Müslüman ve Gayr-ı Müslim ayırımı daha fazla sürdürülmemiş, Gayr-ı Müslim tebaanın artmasıyla doğru orantılı olarak çeşitli dindeki kişiler arasında ortak çalışma zorunluluğu doğmuştur. Bu, din ayırımı gözetilmeden kurulan, eski niteliğinden fazla bir şey kaybetmeyen yeni organizasyona Gedik denmiştir. Gedik sözcüğü Türkçe’dir. Tekel ve imtiyaz anlamına gelir ki, sahiplerinin işleyeceği işi, başkalarının işleyememesi koşuluyla hükümetçe verilen beratın ya da senedin içinde yazılı olan hakların kullanılmasıdır. Gedik, sahiplerince yapılacak işi başkalarının işleyememesi ve satacağı şeyi başkalarının satamaması şartıyla, hükümet tarafından verilen senedin içindeki hükümlerin kullanılması ve yürütülmesidir.

Bu tarz esnaflık ve sanatkarlık, 1860 yılına kadar sürmüştür. O zamanlar bir kişi, çıraklıktan ve kalfalıktan yetişip de açık bulunan ya da bir ustalık makamına geçmedikçe, yani gedik sahibi olmadıkça dükkan açarak sanat ve ticaret yapamazdı. Ancak ellerinde imtiyaz fermanı olan kişiler sanat veya ticaret yapabilirdi. Bu fermanlar esnafın sayılarının arttırılıp eksiltilmemesi, mülk sahiplerinin eski kiralarını arttırmaması, gediği olmayanların sanat ve ticaret yapamaması, açık olan gediklerin esnafın çırak ve kalfalarına verilmesi, dışarıdan esnaflığa kimsenin kabul edilmemesi gibi hükümleri kapsarlar. Esnaftan biri sanatını bıraktığında elinde tuttuğu ustalık hakkını, esnaf içinden gelmiş bir kalfaya verdiğinde sanatına ait alet ve edevatları da satar ya da esnaftan birinin ölümü halinde, aletleri, varislerine bir miktar para ödenerek yeni ustaya devredilirdi. Ustalık hakkıyla birlikte alınıp satılan ya da devir ve teslim edilen sanat aletlerine, esnaf arasında gedik denilmiştir.

Ruslarla yaptığımız Kırım Savaşının ardından, Osmanlı Sultanı 1. Abdülmecit’in 1856 da yayınladığı ‘’Islahat Fermanı’’ ile, Osmanlı İmparatorluğunun bütün uyruklarının, her türlü sanat, ticaret ve meslekleri özgürce yapabilmeleri kabul edilince, 1860 yılında bütün gedik beratları sona ermiş oldu. Tanzimatın ilanından ve yabancı devletlerle ticaret anlaşmaları yapılmaya başlandıktan sonra, öteden beri sürüp gelen tekelcilik kuralının sanatla ticaretin gelişmesinde zararlı olduğu anlaşılmış, ticaret ve sanayiinin gelişmesi gerektiğinden ve istenildiğinden, artık gedik ve tekelcilik kuralının sürdürülmesinde hükümetçe yarar görülmemiştir.

Lonca örgütünün dağılışı Osmanlı Devleti’nce bu sıralarda adeta onaylandı. Bozuk oldukları gerekçesiyle havai gedik mamullerinin satışı 1860 yılında yasaklandı. Devlet, sanatkarın durumunu düzeltmekle değil, Avrupa’yla uğraşmaktaydı. Bu düşünceyle, çökmüş olan loncaları, gedikleri düzeltme yoluna hiç gidilmedi. 1861 yılında da tekelcilik usulü kaldırılarak yeni gedik tesis edilmemesi kanunu çıktı. Böylece sanatkarların bu tarihi teşkilatlanması ölü sayılmış, geleneklere aykırı olarak sanatçı olmayanlara da açılmış ve yeni genişlemeler yapabilecek durumdan çıkarılmıştı. Esnaf çökmüştü. Ortada artık işleyen tezgah kalmamıştı. Nihayet 1912 yılında çıkartılan bir kanun ile Ahilik müessesesi tamamen ilga edildi.

İttihat Terakki Fırkası, Ahiliği yeniden ihya etmeye gayret etti. Bu çaba sonucunda Esnaf Birlikleri ortaya çıktı. Her birliğin başında bir Kahya bulunmaktaydı. Bu Kahyalar İttihat Terakki ile çok yakın siyasal ilişkiler içinde oldular. Ancak bu birlikler ekonomik alanda değil, siyasal alanda etkili oldular ve müessese olarak Ahiliğin diriltilmesine bir etki yapamadılar. Bu esnaf birlikleri, kurtuluş savaşı sırasında da şehir ve kasabalarda direnme teşkilatları kurarak, bağımsızlık için savaştılar.

Bir süre sonra, fütüvvet ilke ve esaslarını kapsayan fütüvetnamaeler yazılarak, sistemin tüm Müslüman dünyasında aynılaştırılması çabaları başladı. Sözünde durma, doğruluk, güven verme, eli açıklık, alçak gönüllülük, bağışlayıcılık, hoşgörü gibi fütüvvet kurallarına uyma, fütüvvet sahibi ve olgun kişi olma gibi yetenekleri benimseten kuralları kapsayan ilk fütüvvetnamenin 1145 yılında İran’da doğan Abdullah es Suhreverdi tarafından kaleme alındığı görülmektedir. Bu ilk fütüvvetnamede, fütüvvet sisteminin kökeninin tasavvuf inancı olduğu açıkca belirtilmektedir.

Şimdiye dek ele geçen ve Çobanoğlu tarafından yazılan en eski Türkçe fütüvvetnamede, Ahi zaviyelerinde uygulanan kurallar ortaya konmuştur. Bu fütüvvetnameye göre Ahilere tarih, önemli kişilerin, bilginlerin yaşam öyküleri, tasavvuf, Türkçe, Arapça, Farsça ve edebiyat öğretilirdi. Bir kişi ahi olmadan önce sanat, ticaret ya da bir meslek sahibi olmak zorundadır. Bu uğraşılardan hiçbirinde çalışmayan kişi ahi olamaz. Çobanoğlu fütüvvetnamesinde, manaların, kendilerinden başkalarına  gizli olduğu ve bu manalarda, ‘’başkalarını bırak bize yönel’’ dendiği görülmektedir. Çobanoğlu fütüvvetnamesinde, yola girme (fütüvvetciliğe katılma) şed kuşanma töreninde, şakirt ağzından nakibin okuduğu icazet tercümanlarının, hemen hemen aynen Bektaşi nefeslerine benzediği dikkati çekmektedir. Bektaşilerde tercüman, dua demektir. Türkçe tercümanlarda ahilik yoluna katılanların, diğer Ahi aşıklarına hizmetkar olacağı ifade edilir ve Şed (kuşak) müridin beline bağlanırken üç düğüm vurulur. Fütüvvetnamelerde, Alevi-Bektaşi etkisi açıkça kendini göstermektedir. Bu fütüvvetnameye göre de fütüvvetin temelini tasavvuf oluşturmaktadır.

Bektaşiliğin yanı sıra, Batıni doktrinin Anadolu’daki diğer kurumlaşması, Ahilik örgütü vasıtasıyla meydana gelmiştir. Mısır fütüvvet örgütü Türkler arasında Orta Asya da yaygınlaşmış ve ‘’Ahilik’’ adını almıştır. Anadolu’ya Yesevi dervişleri ve İsmaili Daileri ile birlikte gelen Ahiler, meslek örgütü mensubu olmaları nedeniyle kırsal alanlardan ziyade, şehirlere yerleştiler. Anadolu Ahilerinin örgütlü bir güç haline gelmelerini Horasan erenlerinden bir Yesevi olan Ahi Evren Veli sağlamıştır. Bu; onun lakabıdır. Onun tam künyesi Nasıruddin Mahmut B. Ahmet’tir.(1171-1262). 1220’li yıllarda Moğolların, Türk Harzemşahlar ülkesini yakıp yıktıkları sırada oralardan Anadolu’ya gelmiştir. Ahi Evren, Anadolu’ya geldikten sonra Konya’ya gitmiş ve orada, Mevlana Celaleddin Rumi’nin can dostu Şems Tebrizi’ye biat ederek tasavvuf dersi almış ve bir derviş olmuştur. Konya uleması bu halden gücenmiş, Ahi Evren de ulemaya ve sultana gücenerek Kayseri’ye gitmiş, Debbağlık’la geçinmeye başlamıştır. Ancak ardında, Selçuklu başkenti Konya’da  çok güçlü bir örgüt bırakmıştır. Şems Tebrizi’nin öldürülmesinden sonra, Mevlana’nın en yakın dostu konumuna, Ahi Evren’in sağ kolu olan Sadrettin geçmiş ve bu dostluk neticesinde Mevlevilik ve Ahilik gibi iki Batıni ekol Anadolu’ya damgasını vurmuştur.

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |