<%@ Language=VBScript %> ENTROPİ, DOĞADA EGEMEN OLAN VE HERŞEYİ YÖNETEN YASA Sayfa 2

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Seferler | Hisler | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

 SAYFA> | 1 | 2 | 3   

 

Yunanlılar, Tanrı yarattığı için dünyanın mükemmel olup, ebedî olmadığına ve çürümenin tohumlarını kendi içinde taşıdığına inanıyorlardı. Dünya Altın Çağda, yaratıldığı ilk mükemmel hâlini korumuş ama sonraki çağlarda kaçınılmaz çürüme kanununa boyun eğmişti. Evren, tohumunda bulunan bozulma süreci bitiminde son kaosa yaklaşınca Tanrı müdahale ederek onu tekrar başlangıcındaki mükemmeliyet koşullarına döndürüyor ve bütün süreç yeniden başlıyordu. Böylece eski Yunan’ın bu dünya görüşünce tarih, mükemmeliyete giden birikmeli bir ilerleme değil, düzenden kaosa yol alan ve kendini sonsuza kadar yineleyen bir çevrimdi. 

Tarihi “çürüyen çevrimsel süreç” olarak görmek, Yunan’ın toplumun nasıl düzenlenmesi gerektiği konusundaki fikrini derinden etkiledi. Eflâtun ve Aristoteles en az değişimin yaşandığı sosyal düzenin en iyisi olduğunu düşünerek, dünya görüşlerinde “sürekli değişme ve büyüme” kavramlarına yer vermediler. Çünkü büyüme, dünyada daha yüksek değer ve daha fazla düzen değil, tam aksi demekti. Eğer tarih, ilk mükemmel hâlin birbiri ardına gelen çentiklerle bozulmasını ve başlangıçtaki bolluk ve varlığın kullanılmasını temsil ediyorsa, ideal hâlin, çürüme sürecini olabildiğince yavaşlatan hâl olması gerekirdi. Yunanlılar değişim ve gelişmeyi hep artan bir çürüme ve kaosla ilişkilendirdiler. Böylece bu doğrultuda amaçları, dünyayı bir sonraki nesle mümkün olan en az “değişim” ile bırakmaktı. 

Batı Avrupa’da eski Yunan’ın dünya görüşü, Ortaçağda Hıristiyan dünya görüşü oluşuncaya kadar hükmünü sürdürdü. O dönemin Hıristiyan toplumları dünya hayatına, sonrakine hazırlayan bir aşama diye baktılar. Hıristiyan görüşü Yunan’ın çevrimler kavramını terketmekle birlikte, aynen onlar gibi tarihe, çürüyen bir süreç şeklinde bakışını korudu. Hıristiyan teolojisine göre tarihte, Yaratılış, Kurtuluş ve Kıyamet’ten oluşan belirgin bir başlangıç, orta bölüm ve son vardır. İnsanlık tarihi çevrimsel olmayıp bir düz çizgi şeklinde düşünülmesine rağmen herhangi mükemmel bir hâle doğru gittiğine inanılmıyordu. Bunun aksine, kötülük güçlerinin dünyada kaos ve çözülme ektiğini düşünüyorlar ve tarihi, sürüp giden bir çatışma olarak görüyorlardı. Ayrıca Yahudilik ve İslâm’da olmayan ilk günah doktrini, insanoğlunun yazgısını bu hayatta iyileştirmesine zaten imkân tanımıyordu. Bir kul olan insanın tarihi yapması veya değiştirmesi nasıl düşünülebilirdi ki? Ortaçağ bakış açısına göre dünya, Allah’ın her bir eylemi kontrol ettiği, çok katı biçimde yapılandırılmış bir düzendi. Tarihi ancak Allah yapardı, insanlar değil. Kulların özgürlüğünden ve haklarından bahsetmek boşunaydı, onların görev ve yükümlülükleri vardı ancak. Yunan’ın tarih kavramındaki gibi gelişme ve maddi kazanıma yer yoktu. İnsanın amacı birşeylere erişmek değil, kurtuluşa varabilmekti. Bu çerçevede toplum da, her kişinin bir rol üstlendiği, ilahî olarak yönlendirilen organik ve ahlâksal bir organizmaydı. 

Sorbonne Üniversitesi tarih hocası Jacques Turgot 1750 yılında ileri sürdüğü yeni kavramla dünya tarihinin yapısını temelinden değiştirdi. Bu görüşüyle Eflâtun, Aristo, Aziz Paul (Pavlos), Aziz Augustin yanında, Klâsik çağ ve Ortaçağın tüm düşünsel dâhilerine meydan okuyup, modern zamanların ilerleme ideolojisinin ilk önemli değişik yorumunu dile getirmişti. Turgot hem tarihin çevrimsel karakter taşıdığını, hem de sürekli bozulma kavramlarını reddetti. O, tarihin bir düz çizgide gittiğini ve tarihteki her aşamanın, bir öncekinden daha fazla gelişmişlik sergilediğini kesin bir ifadeyle ileri sürdü. Ona göre tarih, birikmeli olmanın yanında ileriye gidici bir nitelikteydi. Yunan’ın kararlı veya direşken hâl filozofları ve Roma Kilisesi dinadamlarından tamamen ayrılarak, sürekli değişim ve hareketin erdemini belirtti. Bu arada ilerlemenin engebeli olduğunu, hep aynı tempoda gitmediğini, zaman zaman batağa saplandığını, hatta birkaç adım gerilediğini teslim ediyordu ama, tarihin genelde bu dünya hayatında genel çizgisiyle hep mükemmeliyete doğru ilerlediğine sarsılmaz biçimde inanıyordu. 

Turgot' un bu geniş çerçeve fikrini Bacon, Descartes, Newton, Locke, Adam Smith, Darwin, Spencer gibi bilimadamları kendi alanlarında doldurarak ona öz kazandırıp modern görüşü, yani makine-dünya görüşünü şekillendirdiler. Anılan isimlerin özellikle ilk üçü çok kimse tarafından modern görüşün mimarları sayılır. Şimdi onların ileri sürdüğü ve  modern Batı insanının kolektif bilinçaltına yerleşen fikirleri ile, bunların anlam ve önemini gözden geçirelim. Yunanlılar için bilimin amacı, şeylerle ilgili olarak daha ziyade metafizik yönü ağır basan “niçin” sorusunu araştırmaktı. Modern çağın entellektüel devleri ise şeylerin “nasıl” sorusuna yanıt arıyordu. Örneğin, eminim her birimiz “Olayları ve dünyayı olmasını istediğin gibi değil, olduğu gibi kabul et ve ona göre davran,” nasihatını duymuş veya söylüyoruzdur. Bunu demekle biz farkında olmadan, “İnsan kavrayışında kurulacak gerçek dünya modeli, kişinin sandığı gibi değil, aslında olduğu gibi olmalıdır,” diyen Bacon’dan alıntı yapıyoruz. Bacon burada çağdaş bilimsel yönteme gönderme yapıyor. Bu yöntem, gözlemciyi gözlemlenenden ayıran, ve böylece “nesnel bilgi”nin gelişmesini sağlayacak tarafsız ortamı yaratan yaklaşımdır. Bacon nesnel bilginin insanların doğal şeyler, yani cisimler, kimyasallar, mekanik güçler, bunlara benzer sonsuz sayıda başka şeyler, üzerinde egemen olmasına izin vereceğine inanır. Bacon modern zamanların ayakları yere basan pragmatistlerinin ilkidir. Onun için, bir dahaki sefere “Nesnel (objektif) olmaya çalış”,  “Bunu bana kanıtla”,  “Bana sadece gerçek verileri söyle”,  sözlerini duyduğumuzda Bacon’ı hatırlayalım. “Benzetmekte hata olmaz,” diyen atalarımız doğruysa, biz de şu benzetmeyi yapalım. Bilimsel filozof Bacon 1620’de yeni dünya görüşünün kapısını ancak aralamıştı ki, matematikçi Descartes hızla içeri dalıp yeni yerleşim plânını bildirdi. Onu da az sonra matematikçi-fizikçi Newton izleyerek dükkânı açıp, işe başlamayı sağlayan tüm alet-edevatı getirdi. Descartes doğadaki her şeyi sadece hareket halindeki maddeye dönüştürdü. Kaliteyi de kantiteye, yani niteliği niceliğe indirgedikten sonra kendinden emin biçimde, “Önemli olan yalnızca alan ve konumdur,” dedi. Matematik, en temelinde düzen demek olduğuna göre, Descartes dünyada herhangi bir yönüyle karışık ve düzensiz olan şeylerle, canlı olan her şeyi eledi. Onun dünyasında her şeyin kendi yeri vardı ve tüm ilişkiler uyumluydu. Dünyada kesinlik ve duyarlılık mevcuttu, kargaşaya yer yoktu. Yunan’ın tarih konusundaki “yayılan kaos ve çürüme” düşüncesi matematiksel olmadığından yanlıştı. Hıristiyan düşüncesi hakkındaki yargı ise bundan biraz daha iyiceydi. Tanrı yaşamın olaylarına durmadan karışırsa, doğadaki düzenin işleyişi hassas olarak bilinemezdi. Geçerli bir dünya görüşü olabilmesi için mekanik paradigma bütünüyle tahmin edilebilir olmalıydı. Demek ki burada, işleyiş kurallarını dilediğince değiştirebilen bir Ulûhiyet düşünülemezdi. Böylece Tanrı dikkatlice ve nazikçe sahne arkasına alındı. Tabii ki bütün evreni plânlayan ve harekete geçiren, ama artık kozmik sahnenin bir başka etkinliğiyle meşgul olan en büyük matematikçi olduğu için O’nu kutlamak ihmal edilmiyordu. Fakat zamanla, daha sonraki nesillerde Tanrı, dünyanın işleyiş düzeni içinde adeta tümüyle unutuldu. 

Bütün doğayı matematiksel yasalarla açıklama başarısını gösteren Newton 1727’de öldüğünde ona kraliyet cenaze töreni yapıldı. Kendisi göçmesine rağmen, ona son şeklini verdiği makine-dünya görüşü, yerine iyice yerleşiyordu artık. Mekanik görüş yalnızca hareket hâlindeki maddeyi konu alıyordu çünkü matematiksel yolla ölçülebilen tek şey hareketli cisimlerdi. Sırf bu nedenle bile, getirilen ancak makinelere ilişkin bir dünya görüşü olabilirdi, insanlara uygun olamazdı. Ama olay ne yazık ki bu doğrultuda gelişmedi. Yaşamın niceliklerini tamamlayan nitelikler ayıklanınca, mekanik paradigmanın elinde tümüyle ölü maddeden ibaret, soğuk, cansız bir evren kaldı. Fakat insanların gözü, bütün o matematiksel formüller ve fiziksel açıklamalardan kamaşmıştı bir kere. Bu arada yitirdiklerini değil, sadece elde ettiklerini görüyorlardı. Çünkü nihayet çok uzun zamandır aranılan, evrenin nasıl işlediği sorusunun yanıtı bulunmuştu. Şeylerin gerçekten bir düzeni vardı. Ama hâlâ da etrafa bakılınca insanların günlük eylemlerinin neden o denli karmakarışık olduğunu anlayamıyorlardı. Bunun cevabı da gecikmedi. Toplumdaki yanlışlıkların sebebi, insanların evreni düzenleyen mekanik(!) kanunlara uygun davranmamasıydı. Bu düşünceye dikkatinizi çekerim. Birer makine olmayan insanlardan, mekanik yasalara uygunluk bekleniyordu. Düşünebiliyor musunuz?..... Yine de, doğa yasalarının insana ve toplumsal kurumlara nasıl uygulanacağını bulmaya kararlıydılar. Buldular da. Artık insanlığın hayatta yeni bir amacı vardı. Öbür dünyada kurtuluşa ermek düşüncesi bitmişti . Yerine geçen yeni fikir, bu dünyada mükemmelliği aramaktı. Bu arada, Bacon’ın Tanrı’yı doğadan uzaklaştırması gibi, Locke da Tanrı’yı insanların işleri ve ilişkilerinden çıkardı. Böylece kadınlar ve erkekler de donuk, mekanik bir evrende diğer madde parçalarıyla etkileşen yalın, fiziksel olgulara dönüştü. Locke düşüncelerini şöyle sürdürdü. Topluma egemen olmuş gereksiz gelenek, görenek ve boş inançlar ayıklanırsa, görülür ki toplumu oluşturanlar, kendi anlamlarını yaratan, sadece ve sadece kendilerinin maddî varlıklarını korumak ve arttırmak isteyen bireylerdir. Böylece, devlete şekil veren yegâne temelin kişilerin çıkarları olduğu kabul edilince, toplum da kaçınılmaz olarak maddeci ve bireyci oluyor. Bu noktada artık değer yargıları kayboluyor ve toplum kişisel çıkar üzerine kuruluyor. Locke’ın mekanik dünya görüşünü, toplum ve devlet konusuna uyarlamasını, Smith ekonomiye, Darwin biyoloji ve doğa bilimlerine, Spencer sosyal felsefeye, onları izleyen bir çok bilimadamı da müspet ilimlere uygulayınca ortaya, dünyada bugün şahit olduğumuz çarpık ve tatsız tablonun çıkışı kimseyi şaşırtmamalı. Bu düşüncelerin ve şartlanmaların mirasçısı olan nesillerden dünyayı cennet bahçesine dönüştürmesi herhalde beklenemezdi. Böylesi taş ve harçla ancak böylesi bir yapı çıkar.

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

 YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Seferler | Hisler | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |