<%@ Language=VBScript %> ENTROPİ, DOĞADA EGEMEN OLAN VE HERŞEYİ YÖNETEN YASA Sayfa 1

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Seferler | Hisler | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

 SAYFA> | 1 | 2 | 3   

Sayın Güngör Kavadarlı'ya gönülden teşekkürlerimizle,

 

ENTROPİ

DOĞADA EGEMEN OLAN VE HERŞEYİ YÖNETEN YASA
(YENİ BİR DÜNYA GÖRÜŞÜ)

 

Konu başlığı pek iddialı ve yadırgatıcı geldi mi bilmiyorum? Ama öyle de olsa belirttiği gerçeklik değişmez. Eğer başlık gibi bu son cümle de çok iddialı geldiyse hemen rahatlatayım. Bunu iddia eden ben değilim, alimler. Einstein’a göre Entropi Yasası bilimin birincil yasasıdır. Yani o, entropi yasasını, Yerçekimi Yasası’ndan ve kendi bulduğu Görecelilik Kuramı’ndan bile daha kalıcı ve önemli görüyor. Einstein bir dönemde, bilimsel yasaların en önemlisi hangisidir diye düşündüğünde şu gözleme varmış: “Bir kuram iddialarında ne kadar yalınsa, aralarında bağıntı kurduğu şeyler ne kadar farklı türlerde ise, ve uygulama alanları ne denli genişse, o kadar etkileyicidir. Klâsik termodinamiğin üzerimdeki derin izleri bu yüzdendir. Eminim ki klâsik termodinamik, evrensel içerikli tek fiziksel kuram olarak, temel kavramlarının uygulanabilirliği çerçevesinde hiçbir zaman yerinden edilemiyecektir.” Sir Arthur Eddington ise entropinin, “tüm evrenin en üstün metafizik yasası” olduğunu düşünüyor. Durum gerçekten böyle ise insanların çoğu entropi kelimesini neden ilk kez duymuş oluyor? Bu arada, onu hiç duymadan yaşayarak göçüp gidenlerin sayısının büyük olduğu da kesindir. Bu durum şöyle açıklanabilir. Yakın zamana kadar lise düzeyindeki fizik dersinde bile bahsedilmeyen entropi, üniversite ders programlarında bugün dahi sadece mühendislik, fizik, kimya öğrencilerine okutuluyor. Öğretildiğinde bile sırf termodinamik alanının bir konusu şeklinde işleniyor ve yalnızca problemler çözdürülüyor. Entropinin, düzensizlik veya kaosunun bir göstergesi olduğu, zaman boyutuyla ilişkisi, enerji ile ilgisi, ve nihayet, felsefî olarak evrenin bütününde nasıl içkin olduğu, yani o yapının nasıl temel ve ayrılmaz bir parçasını oluşturduğu biraz muğlak geçilerek, bunlar meraklısına bırakılır. Bir diğer çok önemli neden, insanlığın son dört yüzyılına damgasını vuran Newtoncu makina-dünya görüşünün, bugün bile egemenliğini sürdürmesi ve düşünceleri hâlâ kalıplaştırması sonucu, kişileri saplantılara ve tartışmadan kabullere götürmesidir. Newtoncu dünya görüşü, temelinden yanlış olunca da, değerlendirmeleri bu temel üzerine yapılandırılmış modern çağ insanının evreni algılayışındaki sakatlık kaçınılmazdır. 

Konuyu daha fazla açmadan, anlamayı kolaylaştırmak için modern dünya görüşündeki, yani makine-dünya yaklaşımındaki, yanlışı özetle gözden geçirelim. Az önce termodinamiğe değinilmişti. Termodinamiğin Birinci Yasası, “Evrendeki tüm madde ve enerjinin toplamı sabittir ve o ne yaratılabilir ne de yokedilebilir,” der. Özünü, aslını değiştiremez ancak şekil değiştirebilir. Termodinamiğin İkinci Yasası, diğer adıyla Entropi Yasası, “Madde ve enerjinin sadece bir yöne doğru değişebileceğini, bu yönün ise ‘kullanılabilirden kullanılamaza, elde edilebilirden elde edilemeze, düzenliden düzensize’ doğru olduğu”nu söyler. Aynı ifadeye biraz farklı açıdan yaklaşınca İkinci Yasanın temelinde bu fikir yatar. Evrendeki her şey belirli bir yapıya ve değere sahip olarak başladı, fakat geri dönülemez şekilde, gelişigüzel kaosa, ve ıskarta, ziyan veya atığa gidiyor. Entropi, evrenin bir altsistemindeki elde edilebilir enerjinin, elde edilemez enerjiye, veya kullanılabilir enerjinin kullanılamaz enerjiye ne ölçüde dönüşmüş olduğunu belirtir. Yine Entropi Yasası uyarınca - ki bu nokta çok önemli - ne zaman dünyada ya da evrende düzenli bir durum oluşsa, bu, yakın çevresinde daha büyük bir düzensizliğin oluşması pahasına gerçekleşir. Satır aralarını dikkatle okursak, Entropi Yasası, tarihin ilerleme demek olduğu fikrini yıkar. Bunun yanında, bilim ve teknolojinin daha düzenli bir dünya yarattığı fikrini de reddeder.  

Bu noktada, bir dünya görüşünün temelde ne olduğunu ele alalım. İnsanlar tarih boyunca yaşamın çeşitli yönlerini anlamak ve düzenlemek için gönderme yapabilecekleri bir ölçüt veya referans çerçevesi kurmayı gereksinmişlerdir. Gündelik hayatın nasıl ve niçinlerini açıklayacak bir düzeni kurma ihtiyacı, her toplumun kültüründe temel unsur olagelmiştir. Bir toplumun sahip olduğu dünya görüşünün en ilginç yönü ise, onu paylaşanların, bu görüşün onların davranışlarını, bunun yanında, çevrelerindeki gerçekliği algılamalarını nasıl etkilediğinin bilincinde olmamalarıdır. Herhangi bir dünya görüşü, bireylerin onu çocukluklarından beri içselleştirdikleri ölçüde, yani doğruluğunu kabul edip kendi parçaları yaparak, o bakış açısını sorgulamadıkları ölçüde başarılıdır. 

Batılı modern insana göre, bilgi ve tekniğin birikimiyle dünya giderek daha değerli bir konuma doğru ilerliyor. Bizler bireyin özerk bir varlık oluşuna, doğanın düzenli olduğuna, bilimsel gözlemin tarafsızlığına, insanların özel mülkiyeti hep arzulamış olageldiğine, kişiler arasındaki ilişkilerin başından beri rekabetçi karakter taşıdığına inanırız. Hatta bunların insanın tabiatında bulunduğunu ve bu nedenle değişmez olduklarını sanırız. Bu inanç elbette ki doğru değildir. Zira tarihin farklı dönemlerinde başka toplumlar ve uygarlıklar, bizim insan doğasına bağladığımız bazı fikirlerimizi akıllarına bile getirmemişlerdir. Bir dünya görüşünün gücü de zaten bundan kaynaklanır. Gerçeklik konusundaki bakış açımız, üzerimizde o denli etkilidir ve bizi o derece şartlandırır ki, dünyaya başka türlü bakabilme olasılığını akla getiremeyiz. Böyle düşününce de tarihin geçmiş çağlarında farklı toplumların değişik dünya görüşleri taşımış olduğunu gözden kaçırırız. Halbuki Entropi Yasası şimdiki paradigmanın geçersizliğini gösterince, yetiştirildiğimiz eski paradigma ile, kendini giderek kanıtlayan yeni entropi yasası arasında sıkışıp kalacak bizim nesil, yanlışlığı bu kadar açık olan ilke ve düşüncelere nasıl böyle körü körüne inandığımıza şaşacaktır. Yeni paradigmayı kabullenmeye başladığımızda herhalde önce kendimizi yabancı diyardaki insan gibi rahatsız hissedeceğiz. Başka deyişle, eski dünya görüşümüzden tamamiyle kurtulamayacağımız için bu yeni dünya görüşünü, tıpkı bir ikinci lisanda olduğu gibi, onda kendimizi tümüyle rahat hissetmeden, ve günlük hayatımızda onunla kendimizi bütünüyle ifade edemeden benimseyeceğiz. Halbuki bizler entropik dünya görüşüne dönüşümü sağlayabilirsek, bu bakış açısı torunlarımıza çok doğal gelecektir. Onu hiç düşünmeden, ve onun üzerlerindeki etkisinin bilincinde olmadan onunla yaşayacaklardır. Tıpkı Newton mekaniğinin bizi sarmalamasının farkında olmadığımız gibi. 

Şimdi konuyu biraz değiştirip Batı uygarlığını benimsemiş toplumların, Newtoncu dünya görüşünden önce hangilerini paylaştığına değinelim. İlk aşamada klâsik Yunan’daki dünya görüşü ile karşılaşırız. Eflâtun, Aristoteles ve diğer Yunan filozofları bugünkü dünya görüşünün tamamen aksini düşünüyorlardı. Bugün, evrenin kuruluşunda bir kaosun hüküm sürdüğü, ve zamanla bu kaosun düzene dönüştüğü görüşü (“ordo ab chao”) geçerlidir. Halbuki Grekler, evrenin “chao ab ordo” diye ifade edilebilecek “düzenden kaosa” sürüklendiğine inanıyorlardı. Çünkü onlara göre tarih, hep bozulmaya doğru giden bir süreçti. Romalı Horace, entropinin temel ifadesi olan Termodinamiğin İkinci Yasasını hiç bilmezken, onu çok güzel özetleyen “Zaman, dünyanın değerini azaltıyor,” düşüncesine nasıl varabilmişti? Yunan mitolojisi, tarihi, her biri bir öncekinden daha haşin, daha zorlu ve daha bozulmuş olan beş aşamaya ayırır. İ. Ö. 8. yy.’da tarihçi Hesiod bunları Altın, Gümüş, Pirinç, Kahramanlık ve Demir Çağları diye adlandırır. Hesiod’a göre bereket ve huzur dönemi olan Altın Çağ bir zirveydi. O dönemde Olimpus tanrıları altın bir insan nesli yaratmıştı ve onlar yüreklerinde endişe, ağır iş ve zorluktan uzak keyif içinde tanrılar gibi yaşıyorlardı. Yaşlılığın düşkün günlerini yaşamıyorlar, sanki gözkapaklarına uykunun ağırlığı çökmüşçesine ölüp gidiyorlardı. Hesiod’un Altın Çağ betimlemesi Thomas Hobbes gibi biri tarafından peri masalı diye bir kenara atılırdı muhakkak ki. Çünkü Hobbes’a göre insanlığın doğa içindeki başlangıcı “yalnız, fakir, kötü, kaba ve kısa bir öyküydü.” Ancak bugün antropologlar Hesiod’un yorumuna daha yatkınlar. Günümüzde kalan az sayıdaki avcı-toplayıcı insan gruplarının incelenmesi Hesiod’un anlattıklarını destekler yönde. Örneğin modern insan haftada sadece kırk saat çalışma zorunluluğuyla ve yılda iki hafta veya daha fazla tatil yapabilmesiyle övünüyor. Halbuki avcı-toplayıcı toplumların çoğu, haftada yalnız on iki ile yirmi saat arası çalıştıklarından, her yıl haftalar veya aylarca hiç iş yapmadıklarından, bizim koşullarımızı katlanılamaz sayarlar. Bu insanların günleri oyunlar, spor, sanat, müzik, dans, törenler ve yakınlarını, ziyaretle geçer. Ayrıca zannedilenin aksine, halen dünyadaki en sağlıklı insanlar arasında oldukları, modern tıbbın yardımı olmaksızın altmışlı yaşlarını tamamladıklarından bellidir. Bu tür topluluklarda işbirliği ve paylaşma prim yaptığı için, savaşa ve birbirlerine karşı saldırganlığa eğilim azdır. Hesiod, hayatın kötülüklerini içeren kutunun kapağını Pandora’nın açmasıyla Altın Çağın ansızın sona erdiğini söyler ve şöyle devam eder: “Sonraları nihayet Demir Nesli geldiğinde, gece-gündüz işe, üzüntüye, olumsuz etkenlere mahkûm hayatlar başladı. Artık oğul babayla, baba oğluyla, arkadaş arkadaşla aynı fikirde değillerdi. Ebeveynler çabuk yaşlanıyor ve saygı görmüyorlardı. Dürüst ve iyi adam, sözünü tutan kişi tutulmuyor, tersine kötülük yapanlar, gururlular ve edepsizler saygınlık görüyordu. Hak, güçlü olanındı, gerçek ise dillerden uzaklaşmıştı.” Hesiod’un kelimeleri eminim sizde de güncel çağrışımlar yaptırmıştır.

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

 YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Seferler | Hisler | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |