<%@ Language=VBScript %> İNSANLIĞIN MİTOSTAN BİLİME OLAN YOLCULUĞUNUN YAŞAMSAL BİR DÖNEMECİNDEYİZ Sayfa 3

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

 SAYFA> | 1 | 2 | 3   

 

Fizikçiler ancak uzun bir süre sonra karşılaştıkları paradoksların atom fiziğinin temel bir yönü olduğunu, ve atomik olgulara klâsik kavramlarla yaklaşılınca paradokslarla karşılaşılacağını anladılar. Bu kabulle de onları çelişkilere atmayacak doğru soruları sormasını öğrendiler. Bilim, önceleri yalnızca ışıkta varolduğunu zannettiği ikiliğin (düalite) madde için de geçerli olduğunu anladı. Madde de ışık gibi hem parçacık, hem dalgadır. Aslında parçacık ve dalga terimleri bile atomik olguları yeterince betimleyemeyen klâsik kavramlar ya neyse. Bir parçacığın aynı zamanda çok ufak bir hacme sıkışan bir varlık, ve uzayın geniş alanlarına dağılan bir dalga olabileceğini kabullenmek çok güç. Meselâ, bir elektron ne parçacık ne de dalgadır, ama bazı durumlarda parçacık, bazılarında dalga özellikleri sergiler. Parçacık gibi davranırken, parçacık özelliği pahasına dalga özelliğini geliştirebilir, ya da aksini yapabilir. Yani parçacıktan dalgaya, dalgadan parçacığa sürekli dönüşümler yapar. Bu da ne bir elektronun ne de atomik ölçekli başka bir nesnenin çevresinden bağımsız aslî nitelikleri olamayacağı demektir. Bu gibi nesnelerin bir yönü ne denli vurgulanırsa, öbür yönü veya özelliği o kadar belirsizleşir, ve bu iki yön arasındaki kesin bağlantı ancak “belirsizlik kuramı” ile ifade edilebilir. Niels Bohr bu paradoksu daha iyi anlayabilmek için "tamamlayıcılık fikri”ni ileri sürdü. Buna göre, bir gerçekliğin birbirini tamamlayıcı iki betimlemesi, ve her biri ancak sınırlı aralıklar için geçerli olan kısmî doğruluğu vardır. Atomik gerçekliği tümüyle ifade edebilmek için iki betimleme de gereklidir, ve ikisi de belirsizlik ilkesinin koyduğu sınırlamalar içinde uygulanabilir. Çin kültürünün çok öncelerden beri geliştirmiş olduğu “yin ve yang”a dayalı evren görüşü, tamamlayıcılık fikrine güzel bir örnektir. Bilindiği gibi yin ve yang birbirleriyle kutupsal veya tamamlayıcı ilişki içinde olan zıtlıklardır. 

Atomik düzeyde maddenin belirli bir noktada kesin olarak bulunması diye birşey yoktur, fakat orada bulunma eğilimi vardır. Aynı şekilde, atomik olayların belirli şekillerde, belirli anlarda yeralmasında kesinlik olamaz, fakat onların “yeralmaya eğilimi”nden bahsedilebilir. Özetlersek, bir atomik olayı kesin biçimde tahmin edemeyiz; sadece o olayın gerçekleşme olasılığını kestirebiliriz. Ayrıca, atomaltı parçacıklar “şeyler” olarak değil, fakat “şeyler” arasındaki birbiriyle bağlantılı olmalar, ve yine, bu “şeyler”in de başka “şeyler” ile birbiriyle bağlantılı olmaları şeklinde düşünülmelidir. Kuvantum Kuramında varılan nokta hiçbir zaman “şeyler” değildir, daima birbirine bağlı olmalar bahis konusudur. Modern fizik evrendeki temel birliği, vahdeti böyle ifade eder. Bize dünyayı birbirlerinden bağımsız olarak varolan en küçük birimlere ayıramıyacağımızı bu yolla gösterir. Maddenin iç yapısına sızabildiğimiz oranda doğa bizi, ayrı temel yapıtaşları yerine, birleşik bir bütünün parçaları arasında anlaşılması güç bir ilişkiler örgüsüne götürür. Demek ki vahdet, ayrı parçalar fikrini yok ederek, en küçük ölçekte kendini böyle gösteriyor. 

Peki küçük ölçekte böylece sergilenen temel birlik, büyük ölçekte yok mu? Var olmasına var da bizler sınırlı zaman ve mekân imkânları ile, kısıtlı algılama yeteneklerimizle bütünü görüp kavrayamıyoruz. “Ol mâhiler ki derya içredir, deryayı bilmezler,” deyişinde olduğu gibi. Makro düzeydeki bu bütünü suyun doğada yaşadığı çevrime ilişkin bir metaforla açıklayabiliriz. Evrensel birlik veya kozmik bilinç bir okyanusa benzetilebilir. Okyanus ayırımsız, akışkan bir kütledir. Yaratılışın ilk adımı dalgaların oluşumudur. Dalganın kendi başına bir varlığı yoktur, çünkü dalga denizdir, deniz de dalgadır. İkisi arasında nihaî bir ayırımdan söz edilemez. Yaratılışın ikinci adımı, kayalara çarpan dalgadan yayılan su serpintileridir. Bunlar ancak çok kısa bir süre bireysel varlıklar, yani damlacıklar, olarak kalır sonra yeniden denizle bütünleşir. Burada sadece bir anlık bir kendi başına varolmadan bahsedilebilir. Yaratılıştaki üçüncü evre, sahildeki kayalıklarda patlayan dalganın çekilirken kayaların üzerinde bıraktığı ufak birikintilerdir. Belki de oraya kadar erişip birikintiyi sinesine katıp tekrar okyanusa dönecek dalga bir müddet gelmeyecek ve birikinti ayrı bir varlık halinde bir süre kalacaktır. Ama bir zaman sonra su birikintisi, kaynağı olan okyanusa katılacaktır. Yaratılıştaki dördüncü aşama, denizin buharlaşıp bulut olmasıdır. Bu durumda ilk kaynak olan denizle, ondan türeyen bulut arasında hâlâ varolan birlik, daha belirsiz ve örtülü olarak sürer. Burada gerçek bir fiziksel dönüşüm meydana gelmiştir. Yine de temelde bulut denizdir, deniz buluttur. Buluttaki su sonradan yağmur olup tekrar denize düşecektir. Evet, beşinci ve son aşamaya geldik. Bu etapta ana kaynakla bağlantı tümüyle unutulmuş, gizlenmiş gibidir. Buluttaki su zerreleri billurlaşmış ve kartanesi olmuşlardır artık. Kartanesi görünüş olarak ilk kaynağına hiç benzemeyen, ileri düzeyde yapısallığa sahip, ayrı bir varlıktır. Bu aşamada hâlâ kartanesinin aslında deniz, denizin kartanesi olduğunun farkına varmak için çok gelişmiş, yani sofistike, bilgi gerekir. Okyanusla tekrar, başlangıçta olduğu gibi bütünleşmesi için, kartanesi yapısını ve ayrı varlığını terketmek zorundadır. Başka deyişle bir ego ölümü yaşayarak tekrar kaynağına dönmelidir. 

Bu metafor doğrultusunda bakılınca ekoloji ile manevî dünya arasındaki sıkı bağlantıyı seziyoruz. Özünde, “ekolojik bilinç”, tüm yaşamın birliğine ve yaşamın çoklu belirişlerine, ayrıca, değişim ve dönüşüm çevrimlerinin karşılıklı bağımlılığına olan sezgisel farkındalık şeklinde düşünülebilir. Hatta manevîliği veya insan ruhunu, bizi evrenle bir bütün olarak duyumsayan bilinç hali olarak da tanımlayabiliriz. Böyle olunca ekolojik farkındalık, en temelde fiziksel veya biyolojik değil, manevî bir nitelik kazanıyor. O halde, modern fiziğin ortaya çıkardığı holistik ve ekolojik yeni gerçeklik görüşünün, manevî geleneklerin bakış açısıyla uyumlu olması kimseyi şaşırtmamalıdır. 

Bu çok karmaşık konuların daha iyi anlaşılabilmesi için üzerinde durulması gereken son kavram da yerel ve yerel olmayan nedenler düşüncesidir. Kuvantum Kuramında bireysel olaylar her seferinde iyice tanımlanabilen nedenlere bağlanamaz. Ama bu demek değildir ki atomik olaylar tamamen rastlantısaldır. Sadece, bu tür olaylar yerel sebeplerle gerçekleşmez demektir. Herhangi bir parçanın davranışı, onda yerel olmayanın bütüne olan bağlantısıyla belirlenir. Bu bağlantılar da kesinlikle bilinmediğinden, klâsik görüşün dar açılı sebep-sonuç fikrini, daha geniş bir kavram olan istatistiksel nedensellik fikriyle değiştirmeliyiz. Atom fiziğinin yasaları, atomik olayların olasılığının, sistem bütününün dinamiğine göre belirlendiği istatistiksel yasalardır. Klasik mekanikte parçaların niteliği ve davranışı bütününkileri belirlerse de, kuvantum mekaniğinde bu görüş tersyüz edilmiştir; yani parçaların davranışını bütün belirler. Ayrıca bazı düşünürler ve bilimadamları, "Herhangi bir şey kendi başına ne olduğuyla değil, fakat onun başka şeylerle olan ilişkilerine göre tanımlanmalıdır,” diyorlar. Atomaltı ölçekte, bütünün parçaları arasındaki ilişkiler ve etkileşimler, parçaların kendilerinden daha temeldir. Başka türlü söylemek gerekirse, hareket vardır, ama sonuçta, hareket eden nesneler yoktur; rol vardır, fakat aktörler yoktur; dansçılar yoktur, fakat sadece dansın kendisi vardır. Görecelilik kuramı, kozmik örgüde içkin olan devingen özelliği ortaya çıkartarak, onu adeta yeniden canlandırmış, kozmik aktivitenin, varoluşun özü olduğunu göstermiştir. 

Yerel olmama ve istatistiksel nedensellik kavramları, maddenin yapısının mekanik olmadığını açıkça göstermiştir. David Bohm 1951 yılında kuvantum süreçleri ile düşünce süreçleri arasındaki benzeşim (kıyas, analoji) üzerinde ilginç fikir jimnastikleri yapmıştır. Ondan bile yirmi yıl önce James Jeans, “Bilgi akışının mekanik olmayan bir gerçekliğe gittiği yönünde geniş bir fikirbirliği vardır. Evren giderek büyük bir makineden fazla, büyük bir düşünce gibi gözükmekte,” demiştir. 

Kartezyen bölünmeyi aşmasıyla modern fizik, sadece klâsik görüşün nesnel doğa betimlemesini geçersiz kılmadı, bilimin değerlerden uzak olduğu yanılgısını da sorguladı. Çünkü bilimadamlarının doğada gözlemlediği desenler, kendi kafalarındaki desenler, kendi kavramları, düşünceleri ve kendi değerleri ile çok yakından ilişkilidir. Onların bakış açıları ve inançları, elde edecekleri sonuçları da, geliştirmek istedikleri teknolojik uygulamaları da önceden şartlandırır. Her ne kadar yaptıkları ayrıntılı incelemeler araştırmacıların değer yargılarına belirgin biçimde bağımlı değilse de, incelemelerin yürütüldüğü geniş paradigma hiçbir zaman değer yargılarından tümüyle arındırılamaz. Bu nedenle bilimadamları, araştırmalarından ve onların sonuçlarından yalnız entelektüel değil, ahlâksal açıdan da sorumludur. Bu çok aşırı bir şekilde dile getirilmek istenirse, “Bilimin yolu bizi Buda’ya veya bombaya götürecektir,” diyebiliriz. Tercih hepimizindir. 

Artık bilimadamlarının gerçeklik kavramlarındaki devrimsel nitelikli değişiklikler, modern fizik sayesinde tutarlı bir dünya görüşünü yavaş yavaş su yüzüne çıkarıyor. Bu yeni görüş, bölücü ve katı olmak yerine, organik, holistik ve ekolojik özellikler taşıyor. Yani, bir bütünü parçalarına ayırıp, parçaların incelenmesiyle o bütünü anlamaya çalışan indirgemeciliğin modası geçiyor. Zira son dönemlerde bilim farkına vardı ki, örgensel veya bütünleşik (entegre) bir bütünün, onu oluşturan unsurlardan bağımsız, ve o parçaların toplamından fazla olan bir gerçekliği vardır. Holistik görüşten kasıt budur. Duyularımıza, alıştığımız düşünce ve bakış açılarına ne denli ters gelse de gerçeği değiştiremeyeceğimizden, evreni böyle algılamak, bizi çelişkilerden koruduğu gibi, onun ritmini derinimizde hissetmeye götürür. Demek ki evren gerçekliğine bir an için bile sızabilmek isteyen, onu, parçaları temelde birbiriyle ilişkili, bölünmez, devingen bir bütün ve kozmik süreçlerin desenleri olarak görmek zorundadır. Çok çarpıcı ve şaşırtıcı bir nokta, Doğu’nun mistik geleneklerinin asırlar boyunca, modern bilimin ancak bugün varabildiği noktayı işaret etmekte oluşudur. Her geçen gün daha çok sayıda bilimadamı, mistik düşüncenin, çağdaş bilim kuramlarıyla ilişkili ve onlarla tutarlı felsefî bir zemin veya fon oluşturduğu bilincine erişiyor. Bu iklimde, bilimsel buluşlar, kişilere dünyayı kavrayışlarının kendi manevî amaçları ve dinî inançları ile uyum halinde olduğunu gösterecektir. Allah’ın tüm insanları, sezgisel akıl ve hikmetin yerine, sadece gözlemci bilimselliği koymakla cahillikten kurtulduğunu sanmak gafletine düşmekten korumasını dilerim.

Güngör KAVADARLI
29.09.2002

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

 YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |