<%@ Language=VBScript %> İNSANLIĞIN MİTOSTAN BİLİME OLAN YOLCULUĞUNUN YAŞAMSAL BİR DÖNEMECİNDEYİZ Sayfa 2

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

 SAYFA> | 1 | 2 | 3   

 

Doğanın bir organizma yerine bir makine olarak görülmeye başlanması, insanların doğal çevreye yönelik tavırlarını da kuvvetle etkiledi. Ortaçağlarda bakış açısı örgensel (organik) iken, dayandığı temel sistem, ekolojik davranışa yatkındı. Carolyn Merchant bunu şöyle özetliyor: 

“Dünyanın yaşayan bir organizma ve besleyen bir ana biçiminde imgelenmesi (tasvir edilmesi), insanların eylemleri üzerinde dizginleyici bir unsurdu. Kişi anasını kolayca katledemez, bağırsaklarını altın için deşemez veya vücudunu sakatlayamaz... Dünya canlı ve duyarlı olarak görüldüğü sürece onu yokedici davranışlar insan ahlâkına aykırı görülecekti.”

Bilimin makineleşmesi oranında kültürel engeller haliyle yokoldu. Yani Kartezyen evren görüşünün mekanik oluşu, Batı kültüründe doğayı kullanmak ve sömürmek için adeta bilimsel bir yetki haline geldi. Böylece bilimsel bilgi “kendimizi doğanın efendisi ve sahibi” yapmak amacına hizmet için kullanıldı. Çağımızda Kartezyen görüşün yararlılığı yanında yetersizlikleri de bütün bilimlerce önemli ölçüde anlaşılmaya başlandı. Ancak Descartes’ın getirdiği analitik düşüncenin gücü bugün hâlâ geçerli. 18. asırda Montesquieunün dediği gibi, “Descartes kendisinden sonra gelen bilimadamlarına, kendisinin hatalarının nasıl bulunacağını öğretti.”

Newton mekaniğinde tüm fiziksel olgular, madde parçacıklarının birbirlerini çekme gücünden kaynaklanan harekete indirgenir. Bu gücün bir parçacık veya herhangi bir maddesel nesne üzerindeki etkisi, matematiksel olarak klâsik mekaniğin temeli olan ve değişmez kabul edilen Newton'un hareket denklemleri ile betimlenir (ifade edilir). Newton’cu bakış açısına göre, Tanrı başlangıçta maddesel parçacıkları, ve aralarındaki güçler ile hareketlerin temel yasalarını yarattı. Tüm evren bu şekilde harekete geçirildi ve hiç değişmeyen yasalara uyarak o zamandan beri bir makine gibi çalıştı. Bu yüzden mekanistik doğa görüşü, kesin bir belirlemecilikle (determinizmle) yakından ilişkilidir. Bu çerçevede evren, nedensel ve belirlenmiş özellikler taşıyan devâsâ bir makine gibidir. Olmuş olan her şeyin kesin bir nedeni olduğu gibi, bu şeyler ilerisi için de kesin etkiler yaratırlar. Bu sistemin herhangi bir parçasının geleceği, ilke olarak, o parçanın herhangi bir andaki durumunun bütün ayrıntılarıyla bilinmesiyle kesin olarak tahmin edilebilir. 

Bu mükemmel makine – dünya görüşü, dışarıdan etkili olan, dışsal bir yaratıcıyı ve kendi ilahî yasasını dünyaya egemen kılarak onu yukarıdan yöneten monarşik bir tanrıyı ima ediyordu. Fiziksel olgular hiç bir şekilde ilâhi değildi, ve bilim böyle bir tanrıya inanmayı giderek zorlaştırınca, ilâhi unsur, bilimsel dünya görüşünden tümüyle kayboldu ve yerine, Batı kültüründe belirgin olan manevî bir boşluk bıraktı. Doğanın lâikleştirilmesindeki felsefî temel, ruh ve madde arasındaki Kartezyen ayırımcılıktır. Bu ayırımcılık sonucunda, mekanik bir sistem olan dünyanın, gözlemci olan insandan hiç bahsedilmeden, tamamen betimlenebileceği düşünüldü. Böyle nesnel bir doğa tasviri de tüm bilimin ideali oldu. 

Newton mekaniğinin yalnız büyük ölçekle (makroskopik) sınırlı kalmayıp atomik ölçekte, atomlar ve moleküller düzeyinde de geçerli olduğu, kimyada Dalton’un gaz karışımları kanunuyla da görüldü. Bunun yanında Newton Yasaları’nın astronomideki parlak başarısı, fizikçilerin bu yasaları akışkanların hareketlerine ve elastik cisimlerin titreşimlerine uygulamasına yolaçtı. Bu alanlarda da başarılı olundu. Artık maddenin yapıtaşları olan atomların sert, katı haldeki çok ufak parçacıklar olduğu inancı yaygın bir bilimsel görüş haline geldi. Kuşkusuz bu imge, fiziğin bir “sert bilim” olarak itibar kazanmasına, ve buna dayalı olarak doğaya zarar veren “sert teknoloji”nin gelişmesine katkıda bulundu.

İş pozitif  bilimlerle de kısıtlanmadı. 18. yy. düşünürleri Newton yaklaşımını, insan doğasını ve insan topluluklarını inceleyen bilim dallarına da aktardılar. Örneğin Locke, toplumun temel yapıtaşını insan olarak gören atomistik bir görüş ileri sürdü. Bir gazın niteliklerini atom ve moleküllerin hareketlerine indirgeyen fizikçiler gibi, Locke da toplumda gözlenen davranış biçimlerini, bireylerin davranışlarına indirgemeye çalıştı. Böylece önce bireyin doğasını incelemeye, daha sonra da insan doğası konusundaki ilkeleri ekonomik ve politik sorunlara uygulamaya başladı. Locke’ın ünlü metaforuna göre insan aklı, doğumda bomboş olan bir levhaya benzetilebilirdi. İnsanlar sonradan duyusal deneyimler sonucu edindikleri bilgiyi bu levhaya işliyorlardı. Locke, bütün insanların doğduklarında eşit olduğuna ve gelişme yönlerinin tümüyle çevrelerine bağlı olduğuna inanıyordu. İnsanları güdüleyen şey de kendi çıkarları kabul ettikleri şeylerdi. Bu konularda Locke’a rehber olan düşünce, fiziksel evreni yöneten yasalar gibi, insan toplumunu yöneten benzer yasaların varolduğuydu. Bir gazdaki moleküllerin dengeye gelmesi gibi insan bireyleri de toplumda, doğanın o zaman dilimi içinde bulunduğu duruma uygun bir dengeye yerleşeceklerdi. İnsanlara ve toplumlara egemen olan doğa yasaları, daha herhangi bir yönetimin ortaya çıkmamış olduğu dönemlerde bile vardı. Yine Locke’a göre bu doğal yasalar tüm bireylerin özgürlük ve eşitliği yanında, mülkiyet hakkını içeriyordu. Dolayısıyla Locke’ın fikirleri Aydınlanma Çağının temel değerleri olarak modern ekonomik ve politik düşüncenin gelişimini kuvvetle etkiledi. Kökenleri Locke’a kadar giden bireycilik, mülkiyet hakları, serbest pazarlar, temsili yönetim idealleri gibi kavramlar, Jefferson’u da etkileyerek Amerikan Bağımsızlık Bildirgesine ve Anayasasına yansıdı. 

19. yy.’da., bilimadamları evrenin mekanistik modelini fizik, kimya yanında biyoloji, psikoloji ve sosyal bilimlerde de özenle işlediler. Bunun sonucu makine-dünya giderek daha karmaşık ve esrarengiz bir yapı hüviyetini kazandı. Genişleyen uygulama alanları neticesinde yeni buluşlar, yeni bakış açıları Newton modelinin sınırlamalarını ortaya çıkararak 20. yy.’ın bilimsel devrimlerinin önünü açtı. Klâsik bilim artık sonun başlangıcına gelmişti. 19. yy.’ın yeni gelişmelerinden biri, elektriksel ve manyetik olgularda mekanistik modelin yeterince betimleyemediği yeni bir tür gücün bulunmasıydı. Bu önemli adımı Faraday atmış, Maxwell tamamlamıştı. Bu ikili, yeni bilim yolunda bir devrim niteliğindeki görüşleriyle, “güç” kavramı yerine, çok daha ince ve zor anlaşılır bir kavram olan “güç alanı” kuramını getirerek Newton fiziğini aştılar. Elektrodinamik adını taşıyan bu kuram, alanların kendi gerçekliğinin olduğu ve maddesel hiçbir cisme bağlı olmadan incelenebileceğini gösterdi. Işığın bir madde olmayıp, uzayda dalgalar halinde yolalan hızla değişen bir elektromanyetik alan olduğu anlaşıldı. 

Elektromanyetizmin, Newton mekaniğini, doğal olguların en yüksek kuramı tahtından indirmesi paralelinde, yalnız 19. yy.’a değil, gelecekteki tüm bilimsel düşünceye yön verecek yeni bir düşünce eğilimi gelişti. Bu eğilimde anafikir olarak evrimi, değişimi, büyümeyi ve gelişmeyi görüyoruz. Evrim fikri önce jeolojide, sonra Kant ve Laplace’ın güneş sistemi hakkındaki evrimci veya gelişimci kuramlarıyla kendini gösterdi. Evrimsel yaklaşım Hegel ve Engels’in politik felsefelerinde de çok önemliydi. Zaten 19. yy. boyunca ozan ve düşünürler varoluş problemiyle derinden ilgiliydiler. 

Antik çağlardan beri doğa filozofları “büyük varoluş zinciri”ni durağan bir hiyerarşi biçiminde ifade edegelmekteydiler. Biyolog Lamarck ve Darwin bütün canlıların ilkel, basit şekillerden başlayarak çevrelerinin baskı ve etkisi altında evrimleştiğini göstererek, gelişimci yaklaşımı güçlendirmekle kalmayıp, biyolojik türler konusunda Yahudi-Hıristiyan tezini de yıkmış oldular. Darwin, evrim konusundaki görüşlerini açıklarken, şansa bağlı değişiklikleri, bugünkü deyimiyle, rastlantısal mutasyonu, ve doğal seçim kavramlarını da tanıttı. Böylece evren, Yaratıcısının elleriyle kurulmuş olan bir makine yerine, karmaşık yapıların, daha basit formlardan oluştuğu, sürekli evrimleşen ve değişen bir olgu olarak görülmeye başlandı. Yalnız ortaya ilginç bir durum çıktı. Evrim biyolojide, giderek artan düzen ve karmaşıklık anlamındayken, fizikte tam tersi, yani düzensizlik demekti. 

Bu arada Newton mekaniğini ısıl olgulara uygulama çalışmalarından termodinamik bilimi doğdu. Termodinamiğin ikinci yasası, Kartezyen bakışı daha da çürüttüğü gibi modern yaklaşımın geçerliliğini güçlendirdi. Bu yasa, tersinmez süreçlere (geri döndürülemeyen proseslere) “zaman oku” kavramını getirdi. Buna göre fiziksel olgularda belirli bir yöne eğilim vardır ve yalıtılmış, dışarıyla alışverişi olmayan kapalı sistemlerde bu eğilim kendiliğinden artan düzensizlik yönündedir. Entropi denilen nicelik ise böylece, bir fiziksel sistemin geçirdiği evrimin ölçüsüdür. 

Modern bilimsel yaklaşımın başlıca farklarından önemli biri karmaşık sistemlerin davranışını kesinlikten uzak biçimde, istatistiksel yasalar veya olasılıklar olarak görmesidir. Burada evrenin temelindeki paradokslardan bir başkası karşımıza çıkıyor. Küçük ölçekli sistemlerde Termodinamiğin İkinci Yasası sürekli çiğnenirken, büyük ölçekli sistemlerde bu kurala uymama olasılığı sıfıra çok yakındır. Klâsik Newton mekaniğine göre entropi artması sonucu bir gün maksimum entropiye ulaşacak evrenin yazgısı, “ısı ölümü”ne uğrayıp tümüyle hareketsiz kalmak olacaktır. Ama evrimsel olan modern yaklaşım bu kasvetli resme katılmıyor, ve klâsik modeli, yaşamın evrimsel niteliği karşısında aşırı basite indirgenmiş buluyor. 

20. yy.’ın ilk otuz yılında peşpeşe gelen Görecelilik Kuramı ve Kuvantum Kuramı, Kartezyen dünya görüşü ile Newton mekaniğininin ana kavramlarının tümünü parça parça etti. Bu gelişmenin mimarları Max Planck, Einstein, Niels Bohr, De Broglie, Schrödinger, Pauli, Heisenberg ve Paul Dirac gibi bilimadamlarıydı. Onlara bu içgörüyü kazandıran, atomik ve atomaltı dünyadaki çalışmalarıydı. Vardıkları sonuçlar onları tuhaf ve beklenmedik gerçeklerle yüzyüze bırakarak dünya görüşlerini altüst etti ve tamamen farklı düşünmeye zorladı. Ta en başından beri bilimde böyle birşey olmamıştı. Yüzyılımızda fizikçiler, evreni anlayabilme yeteneklerine ilk kez ciddi bir meydan okumayla karşılaştılar. Örneğin, bir atomik deneyde doğayla ilgili bir konuyu araştırmak istediklerinde, doğanın gözlemlenen davranışı çelişkili ya da mantığa aykırı geliyordu. Sorunu ne denli açıklığa kavuşturmak isterlerse, paradokslar da o denli keskinleşiyordu. Yeni gerçekliği kavrayabilme çabaları, bilimadamlarına bildikleri temel kavramların, tüm bakış açılarının, kullandıkları dil ve kelimelerin, atomik olguları betimlemede yetersiz olduğu acı gerçeğini öğretti. Bu açmaz, artık bilimadamları için, entelektüel bir problemden çok, duygusal yönleri ağır basan bir varoluş problemi haline geldi. 

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

 YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |