<%@ Language=VBScript %> İNSANLIĞIN MİTOSTAN BİLİME OLAN YOLCULUĞUNUN YAŞAMSAL BİR DÖNEMECİNDEYİZ Sayfa 1

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

 SAYFA> | 1 | 2 | 3   

Sayın Güngör Kavadarlı'ya gönülden teşekkürlerimizle,

 

İNSANLIĞIN MİTOSTAN BİLİME OLAN YOLCULUĞUNUN
YAŞAMSAL BİR DÖNEMECİNDEYİZ
 

Çağımız, mitostan kaynaklanan ve önündeki ufuklar sonsuz gibi gözüken bilim yolunun yaşamsal bir dönemeç veya sapağına varmak üzeredir. Bilim yaklaşık dört, beş yüzyıl önce ıskaladığı, yanlış yöne girerek yitirdiği benzeri bir yol kavşağını bugün bir kez daha kaçırmayı kaldıramaz. Tercih felaketse yönünü değiştirmeyebilir tabiî, ancak seçim selâmetse bilimin başka seçeneği olmadığı kesindir. Anafikri böylece özetlenebilecek denememin geri kalan bölümlerinde ayrıntılara girerek bu yargının nedenleri açıklanacaktır.

Konuyu önce tarihsel perspektif içinde ele alınca, klâsik fiziğin oluşturduğu, şartlandırdığı ve bugün bilime egemen olan sakıncalı mekanistik bilimin, önceki çağlar boyunca varolmadığı, herşeyin 1600’lü yıllarda başladığına işaret etmek gerekir. Bugünkü kültürümüzün temelinde yatan dünya görüşü ve değerler sisteminin anahatları 16. ve 17. yüzyıllarda formüle edilmiştir. 1500 ile 1700 seneleri arasında insanların dünyayı resimlemesi ve tüm düşünce biçimleri dramatik şekilde değişti. Evren hakkındaki yeni anlayış, Batı uygarlığına modern çağın belirleyici özelliklerini kazandırdı. Bunlar Batı kültürünü en az üç yüz senedir yönlendirmiş olan paradigmanın, yani model veya kalıbın, çıkış noktasıdır ve gerekli  değişiklik günümüzde başlamak üzeredir.

1500 yılından önce bütün diğer kültürlerde olduğu gibi, Avrupa’da da örgensel (organik/uzvî) bir dünya görüşü hakimdi. İnsanlar küçük, birbirine bağlı birimlerde yaşıyor ve doğanın manevî özelliklere sahip olduğunu düşünüyorlardı. Ayrıca, maddesel olguların karşılıklı bağımlılığına, toplumsal gereksinimlerin kişisel gereksinimlere üstün tutulması gerektiğine inanıyorlardı. Bu organik dünya görüşünün bilimsel çatısı Aristoteles ve Kilise gibi iki otorite üstüne dayandırılmıştı. 13.yy.da Thomas Aquinas, Aristoteles’in kapsamlı doğa sistemini Hıristiyan teolojisi ve etiği ile birleştirerek Ortaçağ boyunca aksi iddia edilmeyen kavramsal yapıyı oluşturdu. Ortaçağ bilimi, günümüz biliminden öz olarak çok farklıydı. Aynı anda sağduyu ve inanca dayanıyor, esas olarak da cisimleri tahmin ve kontrol etmeyi değil, onların anlamını, önemini kavramayı amaçlıyordu. Böylece organik, yaşayan, ruhanî evrenin yerine, mekanik bir dünya geçti. Artık makina – dünya fikri modern dönemlerin egemen metaforu (istiaresi) oldu. Bu değişimi meydana getiren şey sonuçta Copernicus, Galileo, Newton, Bacon, Descartes gibi dehaları yaratan, fizik, astronomi gibi alanlardaki devrimsel değişikliklerdi. 

Bilimsel devrim, Ptolemy (Batlamyus) ve İncil’in bin yılı aşkın süreyle bir dogma olarak kabullenilen jeosantrik, yani dünyayı evrenin merkezi kabul eden, görüşün yıkılmasıyla başladı. Ardından Keppler ve sonra Galileo, Copernicus’un teorisini kanıtladılar. Galileo, bilimsel deneyciliği, doğa yasalarını matematiksel lisan kullanarak ifade etmekle birleştiren ilk kişi olduğu için modern bilimin babası sayılır. Galileo’nun bilim adamlarının dikkatini, maddenin rakamlandırılabilecek özelliklerine yönlendirmesi modern ilim açısından çok başarılı olmuştur. Ne var ki bu, aynı zamanda, bilime ağır bir bedel de ödetmiştir. Psikiatrist Laing bu gelişmeden üzüntüyle şöyle bahsediyor: “Görme, ses, tad, dokunma ve koku dışlanırken bunlarla birlikte estetik, etik duyarlılık, değerler, kalite, biçim; tüm duygular, güdüler, niyetler, ruh, bilinç, şevk de bir kenara atıldı. Deneyimleme ve duyuş böylece bilimin alanı dışında bırakıldı.” Yine Laing'e göre, son dört yüz yılda hiçbir şey dünyamızı, bilim adamlarının ölçme ve rakamlandırma tutku veya saplantısı kadar değiştirmedi. 

Aynı dönemde İngiltere'de Francis Bacon'dan kaynaklanan “Baconcu ruh veya bakış açısı”, bilimsel arayışın özünü ve amacını değiştirdi. Çünkü eski çağlardan beri bilimin gayesi bilim ve irfan, doğanın düzenini anlama ve onunla uyum içinde yaşamaktı. Bilim, “Tanrı’nın yüce şanı için”, veya Çinlilere göre, “doğal düzenin yolunda gitmek” ve “Tao’nun akışını izlemek için” yapılıyordu. Başka açıdan bakılırsa, bu fikirler “yin” paralelinde, yani bütünleştirici idi. Bu yaklaşım da bilim adamlarının tavrını ekolojik kılıyordu. 17. asırdan sonra bu tavır aksi kutuba kayarak “yang”cı oldu. Dolayısıyla bütünleştirici temel, iddiacı, kendini kabul ettirici şekle dönüştü. Bacon’dan sonra bilimin amacı, aydınlanmak ve doğayı anlamak yerine, doğaya egemen olup onu denetleyecek bilgiyi elde etmeye döndü. Bunlar sonucunda günümüzde bilim ve teknoloji antiekolojik bir kişilik kazandı. 

Bacon ampirik (amelî) yönteme dayanan araştırma metodunu ileri sürerken düşüncelerini tutkulu hatta garazlı terimler kullanarak açıkladı. Örneğin, ona göre doğa, “başıboş dolaşmalarında kıstırılıp avlanmalı” idi, “hizmete mecbur edilmeli” ve “köle” yapılmalı idi. Doğa “dizgin altına alınmalı”, ve “sırları işkence ile zorla ortaya çıkarılmalı” idi. Bacon’ı bu şiddet içeren ifadeleri kullanmaya sevkeden şey, başsavcılığını yaptığı Kral I. James döneminde cadılıkla suçlanan kadınların yargılanmalarına aşinalığı olsa gerek. Bacon’ın dişi olarak algıladığı doğaya lâyık gördüğü bu muamele, bilimsel düşüncede giderek etkili olan ataerkil tesirin çok güzel bir örneğidir. Böylece o döneme kadar “besleyici bir ana” gözüyle bakılan doğa, Bacon’ın yazılarında radikal şekilde değişti ve hemen ardından gelen Descartes ve Newton gibi iki dev ismin vurduğu bitirici darbeler, Bilimsel Devrimin doğaya eski bakış açısını tamamen silip götürdü. 

Büyük bir matematikçi olan Descartes, modern felsefenin de kurucusu kabul edilir. Kendinden önceki geleneksel bilgiyi reddedip yepyeni bir düşünce sistemi kurmaya girişti. Aristoteles’den beri kimse böyle bir şeye kalkışmadığından bu durum, bilimin ilerlemesinin sağladığı özgüvene bağlanır. Descartes’ın yaptıklarında, Eflatun sonrası hiçbir öndegelen filozofta rastlanmayan bir tazelik vardır. Yirmi üç yaşındayken Descartes tüm hayatını yönlendiren bir hayal görür ve Tanrı’nın kendisine misyon yüklediğine kesinlikle inanır. Bu görevini “sürekli veya kesikli tüm nicelikler” (yani, “kontinü ve diskontinü tüm kantiteler”) sorularını açıklayacak yepyeni bir bilimi insanlara kazandırmak şeklinde açıklar. Descartes’ın gördüğü hayal onda, bilimsel bilginin kesinliği konusunda şaşmaz bir inanç yerleştirdi. Böylece o, hayatı boyunca her öğrenim alanında doğruyu yanlıştan ayırmayı hedefledi. 

Descartes’ın ortaya koyduğu Kartezyen felsefenin ve bundan türeyen dünya görüşünün temelinde bu yüzden bilimsel bilginin kesinliğine inanma fikri yatar. Tabiî bu da daha işin en başında Descartes’ı yanlışa saplandırdı. Zira 20. yy. fiziği bize, bilimde hiç mutlak gerçek olmadığını, tüm kavram ve kuramlarımızın sınırlı ve yaklaşık olduğunu tereddütsüz biçimde gösterdi. Buna rağmen Kartezyen felsefedeki bilimsel gerçek inancı bugün hâlâ yaygındır. Ne yazık ki Batı toplumları ve bilim adamları, evreni anlamakta geçerli tek yolun bilimsel yöntem olduğu düşüncesini sürdürmektedirler. Descartes’ın düşünce yöntemi ve doğa görüşü, bütün modern bilimleri etkilemiştir ve bugün yine çok yararlı olabilir. Ancak yararları, sınırlarının teslim edilmesiyle mümkündür. Kartezyen görüşün, mutlak gerçek ve Descartes yönteminin bilgi yolunda geçerli tek yol olarak görülmesi, günümüzde Batı’daki kültürel dengesizliğin oluşumunda önemli rol oynamıştır. 

Descartes yönteminin temeli radikal şüphedir. Yöntem, çözümleyici (analitik) olduğundan, düşünce ve problemleri önce parçalara ayırıp sonra bunları mantıksal bir sıraya göre düzenler. Bu çözümleyici yöntem herhalde Descartes’ın bilime en büyük katkısıdır. Bu yaklaşım bilimsel kuramların geliştirilmesi ve karmaşık teknolojik projelerin gerçekleştirilmesinde çok faydalı olmuştur. Fakat, diğer taraftan da, Kartezyen yönteme gereğinden fazla bel bağlanması, bugün bizim genel düşüncelerimizdeki ve akademik alanlardaki parçalanma, farklılaşma yanında, bilimde yaygın olan indirgemeciliğe de sebep olmuştur. Bilimsel indirgemecilik, karmaşık bir olguyu bileşen parçalarına ayırmakla o olgunun tüm yönleriyle anlaşılabileceği inancı demektir. 

“Düşünüyorum, öyleyse varım,” ifadesi Descartes’ı, aklı maddeden daha kesin görmeye, ve bu iki unsurun birbirlerinden ayrı ve temelden farklı oldukları sonucuna götürdü. Descartes bu görüşünü, “Beden kavramında akıla ait hiçbir şey içerilmez; ve akıl kavramında da bedene ait birşeye yer yoktur,” yargısıyla belirtti. Akıl ve maddenin böylece ayrıldığı Kartezyen bakış açısı, Batı düşüncesini derinden etkiledi. Kişiye kendini, bedeni “içinde” varolan, yalıtılmış, ayrı bir ego olarak görmeyi telkin etti. Bize, akılsal çabayı el çabasından üstün saydırdı. Ayrıca, canlılarla uğraşan bilimlerde akıl ile beyin arasındaki ilişki konusunda sonsuz karışıklığa yolaçtı. Fizikte ise, kuvantum kuramı kurucularının atomik olguları yorumlamalarını aşırı zora soktu. Bu sorunla yıllarca uğraşan Heisenberg’e göre, “Bu bölünme Descartes sonrası üç asırda insan beyninde derinlemesine yer etti, ve bu da ‘gerçeklik sorunu’na yepyeni bir tavırla yaklaşılması için gereken sürenin çok uzamasına neden oldu.” 

Descartes, doğa görüşünü, birbirinden temelde ayrı ve bağımsız alanlar olarak gördüğü iki âleme dayandırdı. Bir âleme, yani akıla, “düşünen şey”, diğerine, yani maddeye, “yaygın şey” dedi. Akıl ve madde dünyaları, Tanrı tarafından yaratıldığı gibi, Tanrı bu ikisinin de ortak referans noktasıydı. Tanrı, kesin olan doğal düzenin kaynağı ve insan aklının bu düzeni anlamasını sağlayan sağduyu ışığı idi. Descartes’ın bilimsel felsefesinde Tanrı’nın varlığı başlıca öğe olmasına rağmen, sonraki asırlarda bilimadamları Tanrı’yı açıkça anmayı ihmal ettiler ve teorilerini geliştirirken, hümaniter bilimler “düşünen şey”, doğal bilimler ise “yaygın şey” üzerinde yoğunlaştı. 

Descartes’ın görüşünce maddesel evren bir makina olduğundan, maddede amaç, hayat ve manevîlik söz konusu değildi. Doğanın işleyişi mekanik kurallara tabi olduğu için, maddesel âlemdeki her şey, onu oluşturan parçaların düzeneği ve hareketi ile açıklanabilirdi. Bu yaklaşım, 20. yy. fiziği esastan bir değişiklik getirinceye kadar, tüm bilimsel gözlemciliği, ve doğal olguları, ifade eden tüm kuramların şekillenmesini etkiledi. Doğa ve evren görüşü Descartes’ınkine benzer olan Newton’un bilime katkısı, mekanik bir yapısı olan ve kesin matematiksel yasalara uyan doğanın, komple bir matematiksel formülasyonunu geliştirmesiydi. Newton bunu yapmakla Copernicus, Keppler, Bacon, Galileo ve Descartes’ın eserlerinin bir büyük sentezini sağlamış oldu. Newton öncesi 17. yy. biliminde, Bacon’ın temsil ettiği deneyimsel, tümevarımlı yöntem ile, Descartes’ın temsil ettiği mantıklı, tümdengelimli yöntem gibi birbirine karşıt iki akım vardı. Newton iki yöntemin uygun bir karışımını yaparak,  sistematik yorumu yapılmamış deneylerin, ve deneysel kanıtlara dayanmayıp sadece esas ilkelerden yola çıkan tümdengelimin, güvenilir sonuçlara veya kuramlara varamayacağını vurguladı. Newton sistematik deneyciliğiyle Bacon’ı, matematikselliğiyle de Descartes’ı aşarak bu iki eğilimi birleştirdi, ve o günden beri doğal bilime temel olan metodolojiyi geliştirdi.

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

 YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |