<%@ Language=VBScript %> İRADENİN OLUŞUMU VE UYGARLIĞA ETKİLERİ Sayfa 2

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

SAYFA> | 1 | 2 | 3 |   

DÜŞÜNSEL BOYUTTA İRADENİN VARLIĞI

Akıl, sezgi, eğitim ve kültür gibi bireyin düşünce ve bilincini oluşturan temel olgular, bireyin iradi davranışlarını da belirlemektedir. Bu şekilde, bir davranışın iradi olarak değerlendirilebilmesi için, o davranışın düşünce ve sorumluluk ürünü olması gerekecektir.

Yaşamda düşünce her zaman eylemden önce gelir. Yani kişinin bir eylem yapabilmesi için, önce o eylemi yaptıran düşüncenin olgunluğuna erişmesi gerekir. Bir kişinin yaptığı eylemlere bakarak, aldığı kararları irdeleyerek, o kişinin düşüncesinin akış şeklini ve  formasyon’unu anlamamız her zaman olasıdır. İnsan düşünceleri ve dolayısıyla davranışları, diğer insanların düşünce ve sözlerinden etkileniyorsa, bu noktada bu insanlar tarafından yönlendiriliyor ve programlanıyoruz demektir. Çünkü, düşünce o kadar hareketli ve o kadar ele avuca sığmayan bir güçtür ki, odaklayacağımız özdirencimiz bile, ne kadar iyi niyetle hareket etsek de sürekli aksayacaktır. Çünkü, ne kadar güçlü olursak olalım, düşüncenin akışına set çekmek olası değildir. Bizim ısrarımız, düşüncenin sağa sola, olumluya olumsuza kaymasına engel değildir. Düşünce, tüm çatışan güçlerin, tüm olumlu ve olumsuzlukların birbirleriyle karşı karşıya geldikleri ve sürekli savaştıkları bir arenadır.

İnsanın düşünce tarzını değiştirebilmesi, geçmişinin derinliklerinde adeta gömülü bulunan; eski, köhnemiş ve peşin yargılı düşünce ve alışkanlık putlarından kendisini sıyırma çabasına girmesi ile olasıdır. Olumlu yönde düşünce alışkanlığı edinme; bir eğitim olayı, bir yaşam felsefesidir. Çünkü insanoğlu hep olumsuz ifadeler, korkular ve yorumlarla düşünmeye alışmıştır.

 Doğru Düşünememek:

Bir konuyu iyi anlayabilmek için, öncelikle, zihnin, o konuyu doğru anlayacak şekilde donatılması, ya da konuyu doğru anlamaya hazır hale gelmesi gerekmektedir. Bunun adı, doğru düşünmeyi bilmektir. İnsanların yanıldıkları noktalardan birisi, doğru düşünmeyi bilip bilmedikleridir. Herkes, doğal olarak, doğru düşünmenin ne olduğunu düşünmeden doğru düşündüğünü düşünür. Oysa, insanoğlunun önyargıları vardır; zaman zaman, bazı olay ve olguları, işine geldiği şekilde anlama ve değerlendirme gibi kötü bir alışkanlığa sürüklenebilmektedir. Bazen, çıkarlar insanın doğru düşünmesini engellemektedir. Bazen de sosyal baskı, insanı doğru düşünme yöntemleri konusunda miyoplaştırabilmekte, hatta körleştirebilmektedir. 

Doğru düşünmek, insanı, olay ve olguları oldukları gibi görmek, fikirler ve olaylar arasındaki bağlantıları doğru tespit etmek, doğru açıklamak, doğru anlamak ve doğru yorumlamaktır. Normal sınırların ötesindeki korku, sevgi, bağımlılık, duyarsızlık, insanın doğru düşünmesini engelleyen hususların başında gelmektedir. 

Doğru çalışabilmesi için, insan aklının çelişkileri kolayca fark edebilme özelliğinin körelmemiş olması lazımdır. Bir çelişmeyle karşılaştığı zaman aktif hale geçmek insan aklının özel niteliklerinden biridir. İnsanlık tarihindeki her türlü ilerleme buradan kaynaklanır. İnsan, çelişmeleri bilinçli  şekilde fark edip de buna karşı eylemle tepkide bulunmaktan alıkonacak olursa, bu çelişmelerin varlığı ister istemez inkar edilecektir. Çelişmeleri uyumlu bir hale getirme, böylece onları inkar etme, bireysel hayattaki rasyonalizasyonlarla toplum hayatındaki ideolojilerin (yani sosyal olarak kalıplaşmış rasyonalizasyonların) sayesinde gerçekleşmektedir. Bununla birlikte, eğer insan aklı yalnızca akla uygun cevaplarla ve gerçekle tatmin olabilseydi, bu ideolojiler etkisiz kalırdı. Şu var ki, kendi kültüründen olan insanların çoğunun paylaştığı, ya da güçlü otoritelerin öne sürdüğü düşünceleri gerçekmiş gibi kabul etmek de insanın özelliklerinden biridir. Çelişmeleri uyumlu hale getirmeye çalışan ideolojiler kamuoyu ya da otoriteler tarafından desteklenecek olursa, insanın kendisi tam olarak huzura kavuşmasa bile, aklı yatışmış olacaktır

SOSYAL PARAMETRELER YÖNÜNDEN (AHLAK-HUKUK-DİN) İRADE

İnsan, toplum denen sosyal bir çevre içinde doğar, yaşar ve ölür. Aristo'nun deyimiyle "Sosyal bir Yaratık" olan insanın yaşadığı bu sosyal düzeni sağlayan sosyal ilişkilerinin temel zeminini oluşturan hukuk, din ve ahlak kuralları mevcuttur. İnsan kendi iradesiyle bütün yaptıklarından veya yapamadıklarından dolayı kendine karşı birey olarak sorumlu olmanın yanı sıra, topluma karşı hukuken, din’en ve ahlak'en de sorumludur.

Ne bireysel, ne de sosyal hiçbir varlığın bilinçsizce veya tesâdüfî hareket ettiği düşünülemez. Her hareketi meydana getiren neden olarak mutlaka bir iradenin, başka bir deyişle sebebin ve belli bir amacın varlığı kaçınılmazdır. Sosyal değişmeler olarak da görebileceğimiz toplumsal hareketlerde sosyal bir irade de söz konusudur. Bunu, bireysel iradenin toplumsal boyuttaki bir açılımı olarak da ele alabiliriz.

Ahlâk boyutu

Ahlâk sorununa istenç özgürlüğü açısından bakan Thomas’a göre, tinsel yetilerin en üstünü Akıl ile İradedir. Aklın iradeye üstün olmasına, onu yönlendirmesine karşın, irade özgürdür, seçme yeteneği vardır ve bu seçme özgürlüğü ahlâkın temel ilkesidir. Bu nedenle ancak özgür iradeye dayanan bir eylem iyi olabilir. Eylemlerin özgür irade ve düzenleyici akıla dayalı düşüncelerden oluşması gerekir.

Ahlâki sağduyuya varmanın bir yolu da halihazır değerlere karşı gelmektir. Sina Dağı’ndaki bir ayin sırasında İsa tekrar tekrar bir şeyin altını çizer: Size söyleyeceklerimi eskiler de bilirler ama ben yine sizlere söylüyorum...” Ahlaki açıdan hassas olan bireyin dilinden eksik etmediği sözlerdir bunlar: “yeni şarap eski şişede saklanmaz, saklanırsa şişeler patlar ve şarap yerlere dökülür.” 

Hukuk boyutu

Hukuk kuralları, zorla yaptırım gücü olan davranış kuralları olup, bireysel irade tarafından konulan ve insan davranışları yönlendiren emir, yasak ve izinler olarak tanımlanabilir. 

Hukuk kuralları bir emir, yasak veya izin içerir. Bu emrin, yasağın veya iznin konusu da bir toplumsal bir davranış olup, bu emrin, yasağın veya izinin bireysel irade tarafından konulduğu hususu kabul gören bir görüştür. Diğer bir ifadeyle hukuk kuralları, “olması gereken”i ifade eden; konuları bireysel davranış; koyucuları da bireysel iradedir. Ancak bu üç özelliğe sahip her kural hukuk kuralı değildir. Diğer toplumsal düzen kuralları (ahlâk ve örf ve âdet vb) da bir olması gerekeni ifade ederler, yani bir şeyi emrederler, bir yasak koyarlar, yahut bir şeye izin verirler. Dolayısıyla diğer toplumsal düzen kuralları da normatif (kural gücünü taşıyan-düzgüsel) niteliktedir. Diğer toplumsal düzen kurallarının da konusu insan davranışıdır. Emrettikleri şey, koydukları yasak insan davranışları üzerinedir. Dahası diğer toplumsal düzen kuralları da bireysel irade, yani insanlar tarafından yaratılır. 

Hukuk da, hukuk kurallarının bütününden oluşmuş bir düzendir. O halde, hukuk düzeni, insan davranışın bireysel irade tarafından yaratılan zorlayıcı düzeni olarak tanımlanabilir .

Hukuk Kurallarının Koyucusu: İnsan İradesi 

Yukarıda vurgulandığı şekliyle hukuk kurallarının, bir emir, yasak veya izin içerdiğini, bu kuralların konusunun bir insan davranışı olduğunu ve bunlara iznin yine insanlar tarafından verildiğini ifade ederek, bu bağlamda da hukuk kurallarının yaratıcısının bireysel irade olduğunun altını çizelim. Kısacası hukuk kuralları, insan iradesi tarafından yaratılan ve ortaya konulan olgulardır. Dolayısıyla insan iradesi tarafından konulmayan bir yaptırım da hukuk kuralı olamaz . Bu şu anlama gelir ki, bir irade tarafından, en azından bir insan iradesi tarafından konulmayan tabiî hukukun ilkeleri birer hukuk kuralı değildirler. Hukuk kuralı insan iradesinin bir ürünüdür; kural koyan irade yoksa kural da yoktur .

İnanç ve din boyutu

Dinler açısından irade, bir Tanrı gücüdür.

Origenes’in ünlü teslisi (üçleme) şöyledir: “İnsanda Akıl, Tin ve İrade olmak üzere üç Tanrısal öğe vardır ve insanın başlıca özelliği, özgür bir iradesinin bulunmasıdır

İnsanoğlunun varoluşundan günümüze dek, “kader” ve “irade” kavramları üzerinde düşünmeye ve fikir üretmeye başladığında, bireysel ve toplumsal boyutta kendine sorduğu ve yanıtlarını aradığı temel soruları genelde değişmemekte olup, bunlar:

·         Bir Tanrının varlığına inanmamız gerekli midir?

·         Tanrı var ise, kaderin belirlenmesi ve gerçekleşmesi yalnız onun tekelinde midir?

·        Kadere, bireyin iradesinin etkisi var mıdır? Eğer varsa sınırları nedir? Birey, kendi kaderini değiştirme şansına veya becerisine sahip midir?

·         Eğer her şey Tanrının iradesinin altında belirleniyor ve gerçekleşiyor ise, bireyin sorumluluğu söylemi anlamsız olmuyor mu?,

şeklinde sıralanmaktadır.

İnsanın varoluş öyküsüyle birlikte, akıl, sezgi ve şüphe silahlarını kullanarak yanıtlamaya çalışıp, çözüm arayışlarına girdiği yukarıdaki soruları, daha da çeşitlendirmek olasıdır. Bu soruların yanıtlarının dayandığı temel etmenler, kader ve iradenin, birey ve toplumlarca nasıl anlaşıldığı veya modellendiği ile ilgili olduğundan, önce din felsefesinin bu soruna yaklaşımına bakalım. Din felsefesinde bu sorunun çözümüne ilişkin üç farklı görüş genelde egemen olmuştur. Bu görüşlerden:

Birinci görüş, katı kaderci görüştür. Bu görüşe göre varolan her şey ile ilgili olup, bütün durumlar ve olaylar Tanrının takdirindedir. Olayların bireyin iradesine bağlı olmadan, Tanrı tarafından önceden değişmez bir şekilde belirlendiğine inanan bu katı görüşe göre, iyilik ve kötülük Tanrı’dandır. Bu görüşe göre insanın hiç bir özgürlüğü olmayıp kaderi karşısında boyun eğmeye mecburdur.

İkinci görüş, iradeci görüş olup, birinci görüşün neredeyse tam tersini öne sürmektedir. Bu görüşe göre, bireyin tam bir özgür iradeye sahip olup, bütün eylemlerinden sorumludur. Aksi halde bireyin yaptığı kötü işlerinde, Tanrının iradesi ve kulunu mecbur edişi söz konusu olur. Bu durumda Tanrı, zorla yaptırdığı kötü bir davranış ve eylemden dolayı kulunu sorgulayıp sonra da cezalandıran, ona zulmeden durumuna düşer ki, Tanrı, tanımı gereği böyle vasıflandırılamaz. Bu görüşe göre, bireyin karar verebilecek, eylemlerini seçebilecek irade gücüne ve akla sahip oluşundan dolayıdır ki, eylemlerinden  bireysel olarak insanın kendisi sorumludur.

Üçüncü görüş, din felsefesinde savunulan son görüş olup, orta bir yol izlemekte ve yukarıdaki iki görüşten bir sentez oluşturmaktadır. Bu görüşe göre kader, Tanrının elinde kapsayıcı, bütün olan (irade-i külliye) ve bireyin elinde sınırlı olan (irade-i cüzziye), olmak üzere ikiye ayrılır. Birey kendi elinde olan sınırlı iradesiyle neyi ne kadar ve nasıl isterse; Tanrı da onu yaratır. Bu görüş, Tanrının meydana gelecekleri, bireyin seçimlerini, ezelden beri biliyor olmasının, bireyin iradesini kullanmasına mani olmadığını savunur. Bireyin bir durum karşısında seçim yapması, o olayın Tanrı tarafından ezelden beri bilinmemesinden değil, bireyin sınırlı iradesi ve kendi özgür seçiminden ileri geldiği, bu görüş tarafından savunulur.

Konuyu kader kavramı yönüyle biraz daha açmaya çalışırsak, bireylerde ortaya çıkan eylem ve hareketler iki türlüdür.  Bunlar:

1. İsteğe Bağlı eylemler: Yapmak ve yapmamak bireyin elindedir. Birey, irade-i cüzziyesi ile bunu ister, Tanrı’da yaratır. O yüzden birey, kendi yaptığı işlerden sorumlu olur. Okumak, ders çalışmak, namaz kılmak, içki içmek... gibi. İnsan, kendisinde bulunan ve bir bütün olarak kabul edilen iradesini kullanarak bu hareketleri yapar ve bunları kendisi için iradi fiil haline getirir. Örneğin, bireyin önünde gece kulübüne, sinemaya, ibadet mekanına veya kütüphaneye gitmek veya gitmemek şeklinde tercihler bulunsa, insanın bunlardan birini tercih etmesi istense, bu taktirde insanda hem külli iradenin, hem cüz'i iradenin varlığı görülür. Söz konusu insan, bu mekanlardan birine gidip gitmeme noktasında külli, bunlardan birini tercih ettiğinde ise cüz'i iradesini kullanma halindedir. 

Gerçekte insan yaşamı, sürekli bir tercihler zinciri şeklinde devam edip gitmektedir. İnsan kendisinde bulunan irade-i cüzziyesiyle Tanrı'nın emirlerine uygun veya ters tercihlerde bulunur. Tanrı da, bireyin tercihine uygun olarak o fiilleri yapma kudretini yaratır. O fiilleri isteyen ve yapan birey, eylem ve fiillerinden de sorumlu olur. Bu eylemlerinde kendisi tercih yaptığından, eylemlerinde mecbur değildir. Böylece bu yönüyle yapılan tercihler, hayat boyu bireyin uygulamaları ve yaşam tarzını oluşturur. 

2. İsteğe Bağlı olmadan yapılan eylemler (refleks hareketler): İnsanların kendi iradesi ve isteği olmadan  oluşan eylem ve hareketlerdir. İnsanın acıkması, hasta olması, unutması ve yanılması gibi hareket ve eylemler olup, bu olgular iradenin etki ve kapsama alanına girmeyen eylemlerdir.

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |