<%@ Language=VBScript %> YAŞAM ÜZERİNE Sayfa 2

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

SAYFA> | 1 | 2 | 3 |   

Hayat bizi seçtiğine göre biz evrenin ve Yaradan’ın çocuklarıyız. İnancım o ki, nasıl bir anne-baba çocuklarını dünyaya getirdikten sonra onları terketmezse, Yaradan da bizi her türlü zorlukla boğuşmak üzere kendi başımıza bırakmıyor. Bunu nasıl yapıyor sorusunun cevabında takılıyorum. Mantığım ve hislerim bunun bire bir ilgilenme yerine, evrenin diyalektiğinden gelen bir çeşit koruma olması gerektiğini söylüyor. Ayrıca, bence evren adil, ama şu anlamda adil. Kimse iltimaslı çocuğu değildir Hayat’ın. Hayat kimseyi kayırmaz; kimseye ne daha yakın, ne daha mesafeli durur. İşte bu anlamda adildir. Hak ettiğimizi düşündüğümüz bazı şeyleri alamazsak, veya hak etmediğimize inandığımız şeylerle karşılaşırsak, bunu haksızlık olarak görüyoruz. Yüzeysel bakıldığında, veya gerçekten, haksızlık olabilir. Bunun neden böyle olduğunu bilemem. Anlamaya çalışmamız gerekir mi, ya da bunu sınırlı aklımız ve yeteneklerimizle bir sebep-sonuç ilişkisi şeklinde gerçekten anlayabilir miyiz konusu ayrı bir soru. Çünkü ihtimal ki hayat anlaşılması değil, yaşanması gereken bir olgudur. Hayat yaşandığı kadar vardır. Yaşamak mümkünken yaşamamış olmak, bizim bizi seçen hayata yaptığımız haksızlıktır. Belki bir şeyler yaşamanın sonucu, hayatı anlamakta da yolalırız. Önemli olan, bizi meydana getirenin, bizi fırlatıp atmayacağına, üstümüze bir tür şemsiye açacağına inanmak. Bu inanca katılmak zor mu? O zaman “Ayak İzleri” başlıklı şu öyküye ne dersiniz?

Adamın biri gece rüya görmüş. Garip bir rüya..

Upuzun bir kumsal boyunca, yanında Tanrı ile yürüyormuş. Onlar yürürken, tam karşılarındaki gökyüzünden de , bir film şeridi gibi, adamın hayatından sahneler geçiyormuş. Kumsal adamın hayat yolu imiş sanki..

Adam, kumda iki çift ayak izi kaldığına dikkat etmiş. Bir çift kendisinin, bir çift Tanrı’nın.. 

Hayatının son sahnesi de gökyüzünden geçtikten sonra, adam kumdaki ayak izlerine boydan boya bir daha bakmış. Ve birden bir şey dikkatini çekmiş. 

Hayat yolunun azımsanmayacak bölümünde, kumda sadece bir çift ayak izi görülüyormuş.

Ve adam dehşet içinde farketmiş ki, ayak izleri teke, hayatının en kötü, en acı anlarında iniyor. Bu buluşu onu fena halde rahatsız etmiş ve Tanrı’ya  sormaya karar vermiş:

“Tanrım.. Eğer sana inanırsam, senin yolundan gidersem, her zaman yanımda olacağını, daima yanıbaşımda yürüyeceğini söylemiştin. Oysa hayat yoluma bakıyorum. En zorlu, en kötü, en acılı anlarımda, sadece bir çift ayak izi görüyorum kumda.. Anlayamıyorum Tanrım, anlayamıyorum.. Hayatın kolay günlerinde yanımda yürüyorsun da, sana en muhtaç olduğum anlarda beni niye terk ediyorsun?”

Tanrı gülümseyerek cevap vermiş:

“Sevgili evlâdım.. Ben seni çok sevdim ve hiç terketmedim. Hayat yolundaki o zorlu sınav günlerinde, yani en acılı, en kötü anlarında, kumda hep bir çift ayak izi gördün.. Dikkat et, ayak izleri teke indiğinde derinleşiyor. Çünkü o sıralar ben seni kucağımda taşıyordum!..” 

İnanca yönelik dünya görüşü taşıyanlar, bazen kendilerinin de kucakta gittiğini hissettikleri anları hatırlayarak tatmin olmuş olabilirler. Buna katılmayanalara, evrenin kendi çocuklarını terkettiğini düşünenlere, Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Allah’ı Ararken” şiiriyle seslenmek isterim:

                        Belli ne birdir ne iki
                                    Günahım başımdan aşkın
                                    Ya Rab sen de bilirsin ki
                                    Bir sen varsın bana yakın.

                                    Gitmekle bitmiyor umman
                                    Sular azgın tekne delik
                                    Ah bu dağlar, ah bu duman
                                    Yolunu şaşırdı geyik.

                                    Merhem tutmuyor yarada
                                    Kırıldı kolum kanadım
                                    Gençliğim gitti orada
                                    Ah neden sonra anladım.

                                    Bende Sen’den gayrı hasret
                                    Değmez gözyaşı dökmeye
                                    Medet büyük Allah medet
                                    Kulunu saran geceye.

Aşkın yaşamımızda çok önemli yeri var. Hatta insanı insan yapan öncelikli unsur. Aşk hayatlarımızın sönmeyen ateşidir. Yalazları görülmese de bir pilot alev gibi her an yanmayı sürdürür. Kişinin kendi içine dönüşüyle, dışarıya yönelişi eşzamanlı olarak gerçekleştirilebildiğinde bu alev büyür, yangınlara dönüşür. Heyecan ve tutkular iç alemimizdeki alevlerin bize yansımasıdır. Hissederek veya mutlu yaşamanın “olmazsa olmaz” koşulu, önce içimizdeki pilot alevi tutuşturup yangına çevirmek, sonra da onu söndürmemektir. En büyük yazık, o ufak alevi hayatlarında bir kez olsun yangınlara dönüştüremeyen, yaşamlarına aşk ve tutkuyu sokamayanlara.... Düş kırıklığı ise, tutuşturdukları alevin devam etmesini beceremeyen, o coşkuyu yitirip dinginliğe teslim olanlara.... Ve ne mutlu, içlerindeki alevi çoğaltıp büyütebilmiş ve onu sürekli yelleyerek, kendi duygu ve mana dünyalarını, oynaşan yalazların kızıllığında ve sıcaklığında tutabilmişlere.... Çünkü belki de sadece bu yolla, bizi seçmiş olan hayata, kendimizi kendi içimizde defalarca arayıp üreterek armağan edebiliyoruz. Evet... bu ancak aşkla gerçekleşiyor. 

Bilinç, Allah’ın yarattığı canlı varlıklara bir lûtfudur. Ancak, bilinçli olmakla farkında olmayı birbirinden ayırmak doğru olur. Bırakın insanı, hayvanlar hatta bitkiler gibi canlı varlıkların da bilinç taşıdığını, olayları duyumsadığını, izlediğini bugün artık biliyoruz. İnsanı diğer canlılardan ayıran özellik, farkındalık veya farkında olabilme çabasıdır. İnsan Varoluş’un, yaratılışın, Tanrı’nın, yaşamın, ölümün yanında, erdem, güzellik, sevgi, şefkat, merhamet, kötülük gibi soyut kavramların bilincinde olmasından başka, aynı zamanda bu kavramların öneminin de farkında.

İnsan, bilinçliliği anlamaya, anlamayı da farkındalığa dönüştürmek için Varoluşu, yaşamı ve kavramları sorgulamak zorunda. Varoluş ve hayat üzerine sorulan soruların hepsinin yanıtı yok. Sorular ve bazılarına bulunan cevaplar, kişiyi mutlaka mutlu etmiyor veya mutluluğunu arttırmıyor. Hatta kişiyi huzursuz etmesi veya yalnızlaştırması olası. Ne ki sorular soran her insan huzursuz olmuyor. Başlangıçta belki çoğu bir ölçüde huzursuz oluyor ama, kendini gerçekleştirme veya kişiliğini oturtma yolunda mesafe katetmiş insanın başlangıçtaki geçici huzursuzluğu zamanla azalıyor, geçiyor. Sorular arttıkça normalde cevaplar da artıyor. Ama cevaplar artmasa bile ne gam. Sorular soranın hayatı zenginleşiyor, renkleniyor, ufku genişliyor ve hayata karşı daha seçici oluyor. Zira insan kendine yaptığı yolculuklardan yeni haberler ve zenginliklerle döner. Başka deyişle, yaşamının kalitesi artar. Soruların genel karakteri de bu zaten. Aslolan soruların hayatı kolaylaştırması değil, yaşamı daha kaliteli ve renkli yapması.

En uzun insan ömrü bile evrenin, Varoluş’un ömrüne kıyasla çok, çok kısa olduğundan, ömrün uzunluğu ikinci derece öneme sahip. Kişinin hayatının uzun olmasından fazla, yaşamının kalitesi ve yoğunluğu önemli. Peki kaliteyi ve yoğunluğu ne etkiler veya belirler? Yaratıcılık, kendini gerçekleştirme, evrenin parçası olduğunu duyumsama ve onunla bütünlük bilinci, sağlık, erdemler ve ahlâk, hayatı kaliteli yapan şeyler. Huzur ve mutluluğun sayılanlar arasında yer almadığı dikkat çekmiştir. Ama onlara yer verilmemesinin nedeni sanırım gayet açık. Sayılan etkenler varsa, huzur ve mutluluk  onların doğal sonucudur.

Bir müddet önce, Sevim Çavdarlı adlı yönetim danışmanı bir hanımın, hemen yaşam kalitesini çağrıştıran, ilginç bir yazısını okudum. Şöyle diyordu özetle: “Tüm hayatınızı hiç aralıksız bir film şeridine kaydetseniz binlerce metre yapardı. Sonra bunu siz dahil, sıkılmadan izleyecek kimse bulamazdınız. İzlenmesi için seyredende bir tat, akılda kalacak bir şeyler olması lâzım. Hayatımızın filmini bir montaj masasına koysak ve gereksiz, anlamsız, renksiz, nedenini ve hedefini bilmeden yapılmış sayısız tekrar ve benzer ne varsa kesip atsak, masadan kalkıldığında ortaya kaç zaman birimlik film çıkar? Ne anlatır? Bu filmi nasıl değiştirmek isterdiniz?” Yazarın bu satırları bana şunu düşündürdü. Orijinal filmden ne kadar çok şey alıkoyarsak, hayatımız o denli yaşanmaya değermiş demektir. Kesilip atılanlar, tekrarlar, dolgu malzemesi ve sıradan olayların kaydedildiği metreler ne kadar fazlaysa, o hayatta o ölçüde kalite ve renk eksikliği vardır. Sahi, bizler kendi hayat filmimizin yüzde kaçını makaslardık acaba?

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |