<%@ Language=VBScript %> YAŞAM ÜZERİNE Sayfa 1

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

SAYFA> | 1 | 2 | 3   

Sn. Güngör Kavadarlı'ya gönülden teşekkürlerimizle,

 

YAŞAM ÜZERİNE

  - Minik torunuma -

 Yaşam denilen şey öyle bir meşale ki, ilâhi kıvılcım ezelde bir kez tutuşturmuş onu, elden ele, nesilden nesile ebede doğru yolalıyor. Bu metafor, şiirsel olabilir ama hayatın ne olduğunu ifade etmekte yetersiz. Zaten günlük hayatta sık kullanılan kavramlar ve kelimeler vardır. Bunların anlamını bildiğimizi sanırız. Oysa bir kelimeyi gerçekten bilmek, onun ifade ettiği kavrama hakim olmak, onu tanımlayabilmekte mümkündür. Örneğin, hayatı nasıl tanımlarsınız? Çok kolay diye düşünen yanılır; bu çetin bir sorudur. Olasıdır ki kolayca tanımlayabileceklerini sananların çoğu, hayatın ne olduğunu değil, nasıl yaşanması gerektiğini dile getireceklerdir. Değişik kişilerin düşüneceği tanımların ortak noktaları olsa da, epey farklı şeylerin söylenebileceğine şüphe yok. Doğru olduğu iddiasında olmamakla birlikte, benim düşünebildiğim en iyisi şöyle:

“Hayat, bir canlının geçici olarak Kozmik Bilinç’ten ayrılıp, bireysel bir varlık şeklinde varolduğu sürede algıladıkları, duyumsadıkları ve yaptıklarıdır.”

Büyük Hayat, kendisinden bir parça verdiği tüm canlılardan, ve özellikle insanoğlundan, doğum ve ölüm arasındaki süreçte sürekli beklenti içindedir. Ona söylediği tek kelime “Yaşa!”dır. Bununla ne denilmek istendiği hemen anlaşılamadığından, biraz açıklanması gerekiyor. Yaşa sözcüğü şöyle açılabilir: “Hükmünü sürdür.... Rengini koy.... Kokunu ver.... Kendi duruşunla dur.... Şarkını söyle....”

Ne var ki bunları yapmanın çeşitli yolları var. Örneğin, “Dağdan kestim kereste, kuş besledim kafeste,” şarkısının söylendiği hayatlar olağan ve gerçekçi bile olsa, derinlik ve estetik hazlardan yoksundur. Bundan da kötüsü, “Manda yuva yapmış söğüt dalına, yavrusunu sinek kapmış gördün mü?” misali şarkılara benzeyen anlamsız, saçmasapan hayatlardır. Ama çok yaygın olmasa da, Itrî veya Dede Efendi’nin şarkılarının, Carmina Burana’nın, ya da Beethoven’ın “Sevince Övgü” koralindeki nağmelerin yükseldiği, aşkın nitelikli, soylu yaşamlar da vardır. Sizin yaşam türkünüz ne? Gerçekten duymayı arzuladığımız şarkıları mı söylüyoruz hayatlarımızda? Kendi türkümüzü söylerken bile ses nasıl çıkıyor? Net mi, yoksa parazitler onun anlaşılmasını güçleştiriyor mu? Ayrıca, parazitleri gidermek için ne yapıyoruz? Arkamızdan bu kubbede bırakacağımız seda hem kendimiz hem etrafımız için önemli. Hayatta keder de mutluluk da olduğuna göre, yaşarken bir kulağımızda acı bir haykırış dahi olsa, diğerinde hep güzel bir şarkı taşıyalım. 

İnsan hayatı, hayal gücünün rengiyle boyanır. Hayat, etrafında çerçevesi olan kocaman bir tual gibidir. Tanrı inancı olanlar için çerçeve, doğum ve ölüm zamanı ile dünyaya gelinen mekânı belirler. Ama o boş tualin üzerine koyacağımız renkler, çizeceğimiz şekiller bize kalmıştır. Çoğumuzun paletindeki renkler aşağı yukarı aynıdır; ancak, paletten tuale kimimiz kasvetli, kimimiz canlı renkleri aktarır, bazımız uyumsuz, bazımız uyumlu renkleri süreriz. Sonuçta, tualdeki renkler ve biçimler iç dünyamızın, bakış açımızın yansımalarıdır. Aynalar yalan söylemez derler ya, tualde gördüklerimiz hoşumuza gitmiyorsa, fırlatıp atmakla ondan kurtulamayız. Kendimizi değiştirip, özlediğimiz kişi olmadıkça, sonraki tualler de hep birinciye benzer. 

Hayatta tercihlerimizin önemli yeri olsa da, tercihlerimiz pratikte sonsuz, hatta çok sayıda değildir. Bu nedenle yaşamın büyük bölümü bize verilenler, daha küçük bölümü ise bizim yaptıklarımızdır. Yine de, ölürken nasıl yaşamış olmayı isteyeceksek, yaşarken onu sağlayacak duruşla durmalı, seçim ve eylemlerimizi o duruştan üretmeliyiz. 

İnsanların büyük çoğunluğunda hayatta alabildiğini almak arzusu var. Acaba bizler aslında alabileceğimizi almak için mi, hayata verebileceğimizi vermek için mi buradayız? Belirli bir düzeyden bakabilmeyi becerirsek, sanki Hayat’ın bizden istediği, verebileceğimizi esirgemeyip, onu yerine getirerek kokumuzu vermemizdir. Bu ise bir anlamda, yaşamın sırlarından birini uygulamak, yani hoşlandığımız şeyleri yapmak değil, yapmak zorunda olduğumuz şeylerden hoşlanmaya çalışmaktır.

Walt Whitman, “Hayat bir ‘yap, işlet, devret’tir,” demişti. Düşününce bunun doğruluğunu görüyoruz. Hayatımızdaki hiçbir şeyin gerçek sahibi değiliz. Emanetçisiyiz. Zamanı gelince bizim diye düşündüğümüz herşeyi devrediyoruz. Buna en bizim sandığımız çocuklarımız da dahildir. Halk bilgeliği bunu, “Mal da yalan, mülk de yalan, gel biraz da sen oyalan” diye ifade eder. Hayat ne bulduğumuz değil, ne yarattığımızdır, çünkü bulduklarımız zaten başkalarının bıraktığıdır. Hükmünü sürdürmek, sonraya bir şeyler bırakmaktır. Hayatımız hakkındaki  kararları kendimizin vermesidir. Kendi hayatını eline almayanının yerine başkaları karar verir ve onun hayatını yönlendirir. Hayatlarımızda esas söz sahibi kendimiziz. Yalnız bu, ancak biz böyle davranmayı seçersek gerçekleşir. Aksi halde diğer kişiler ve olaylar bize egemen olur. Bir Amerikan atasözünde denildiğince, herkes kendi ölümünü öleceği gibi, kendi hayatını da kendisi yaşamalıdır. Hayatı kopyalamayıp, biz biçimlendirmeliyiz. Bu, hükmünü sürdürmenin farklı bir söylemidir.

Biraz önce, tercihlerimizin sınırlı olduğu sözü yadırgandı mı, ne düşünüldü bilemiyorum. Ama gerçek böyle. Daha işin en başında, hayata gelmek bir tercih değil. Kişiler olarak hayatı biz seçmeyiz, hayat bizi seçer. Fiziksel varlığımızın başlangıcında, bir yumurtayı dölleyebilecek milyonlarca sperm varken, ve her bir sperm o aynı yumurtadan farklı kişiler yaratacakken, hayatın parmağı bizi işaret ettiği için, başkaları yerine biz oluyoruz. Doğum ve ölüm doğada sürekli yeraldığı için, ikisi de doğal, ancak aralarında önemli fark var. Kişisel bazda doğum doğal, ama aynı zamanda rastlantısal ve şans işi. Zira belirli bir kişinin doğması zorunlu değil. Halbuki her canlı mutlaka yokolacağına göre ölüm doğal bir zorunluluk. Bu yüzden, hayatımız son bulacak diye hayıflanmak yerine, hiç başlamayabilirdi, dünyaya gelmeyebilirdik, Allah’ın lûtfuyla yaşam denen olguyu tattık diye sevinelim. 

T.S. Eliot’un “Magi’nin Yolculuğu” adlı şiirindeki dizeleri anımsayalım:

        “Çok önceydi bütün bunlar, hatırlıyorum,
        Bunu yine yapardım, yaz bunu
        Yaz bunu
        Yaz: Bütün bu yollardan ne için geçirildik?
        Doğmak için mi, yoksa ölmek için mi”

Peki doğum ve ölüm nasıl algılanmalı? Çoğu kez düşünüldüğü gibi bir başlangıç ve bir son olarak mı, yoksa iki başlangıç gibi mi? Ya da onları iki uyanış olarak mı düşüneceğiz? Böyle bakılırsa hayat, iki uyanış arasındaki güzel ve korkulu bir rüyadır. Uyanışların birincisi yaşadığımız hayatın ilk “şimdi”sine uyanmak, ikincisi ise son “şimdi”den sonraki döneme, mekâna veya boyutuna uyanmaktır. Her ne kadar doğum ve ölüm, geçmişle geleceği çağrıştırsa da, aslında geçmiş ve gelecek yoktur; yalnızca sonsuz bir şimdi vardır. Gerçeklik yaşadığımız bu andadır. Çünkü hayat kilometre taşlarından değil, yaşanılan anlardan oluşur. Dünlere ait anlar yaşanmış ve bitmiştir. Mevlâna’nın dediği gibi, “Dünle giden dünde kaldı cancağızım, bugün yeni sözler söylemek lâzım.” Dünler sadece gönderme yaptığımız nirengi noktalarıdır. Yarınlar ise ancak şimdileştiklerinde gerçekliğe kavuşur, yani yaşanırlar. Bugüne dönüşmeyen yarın yok demektir. 

Bir başka görüşçe, yaşam uzun bir yürüyüştür. Nasıl yolculukta atılan her adım menzile biraz daha yaklaştırırsa, kişi geçen her günle kaçınılmaz son “şimdi”ye daha yaklaşır. Bu nedenle, “Her beşikte bir mezar filizlenir” sözü, bakmaya alışık olmadığımız bir açıdan, çok çarpıcı ve gerçekçi bir ifadedir. Küçükken bir an önce büyümek, okulu bitirmek, iş sahibi olmak, çoluk çocuğa kavuşmak isteriz. Bunlar gerçekleştikten sonra ise geriye dönmek ister, en azından ona hasret duyarız. Demek ki genelde insan ömrünün iki devresi var. İlk yarıda, ikincisinin gelmesi beklenir. İkinci yarıda ise birincisinin geri dönmesi özlenir. Her insan bir şeylere bir an önce kavuşmak için zamanın geçmesini ister. Bu ne büyük çelişkidir yarabbi! Zira arzulanana erişiriz ama aslında bu arada onun tadını çıkarma süremiz azalmış olur. Herşeyi Bilen Kudret’in, o beklenti ve arzuyu bu kadar güçlü ve istenir kılması, bence son “şimdi”ye doğru gidişimizin endişe veya acısını hissettirmemek için bize uyguladığı, bir tür yatıştırıcı ilâhi anestezidir.

Kendi kültürümüze ait bir bakış tarzı olan, her beşikte bir mezarın filizlendiği fikri üzerinde biraz daha durup, çok farklı bir kültürün felsefesiyle benzerliğini görmek ilginç olur. Hayatın ve evrenin temelinde zıtlıkların dengesinin yattığını, ve zıtların birbirinin peşisıra geldiğini belirten Çin’in yin ve yang felsefesi, bizim halk felsefemizle örtüşüyor. Daha doğrusu halk deyimimiz, yin ve yang düşüncesine bir örnek. Yin ve yang’ın çizgiyle ifadesi konunun kavranmasını bir hayli kolaylaştırıyor. Hatırlanacağı üzere, değinilen sembol, bir dairenin içinde birbirine değen, bir döngü halindeki biri siyah öteki beyaz renkli, iki tarafı benzeşen, birbirinin içine geçmiş iki tombul virgülden oluşuyor. Eğrilik, virgüllerin her birinin en geniş yerinden itibaren giderek daralıp sonuçta ince bir kuyruk gibi kalarak karşıt renkteki virgülün içinde adeta kayboluyor. Her iki virgülün en geniş olduğu yerin ortasında ise, karşıt virgülün rengini taşıyan bir nokta veya ufak daire yer alır. Bu nokta, her bir olgunun veya halin, kendi karşıtının tohumunu da içinde taşıdığını ifade eder. Mutluluğun mutsuzluğa, veya tersi, mutsuzluğun mutluluğa dönüşmesi sadece zaman meselesidir. Gecenin en koyu karanlık olduğu vakit nasıl sabaha, yani aydınlığa, en yakın ansa, ölümde yaşamın çekirdeği, yaşamda ölümün tohumu vardır. Kişinin kum saati doğduğu andan başlayarak üstteki hazneden alttakine kum taneciklerini aktarmaya başlar. Yeni doğmuş bir bebeğin bile “şimdi”lerinin derhal tükenmeye başlaması, bu yönden bakmaya pek alışık olmadığımız bir gerçektir. Yin ve yang evrensel düzenin temelinin geçerli bir simgesi olduğuna göre, ölümle herşey bitmiyor, yeni bir şey başlıyor demektir. Ama yin-yang, zıtlıklardaki dönüşümün sembolü olduğundan, ölümden sonraki o “bir şey”in de bir tür hayat olması, evrenin kuralı gereğidir.

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |