<%@ Language=VBScript %> DON KİŞOT’LUĞA GEREK YOK MU? Sayfa 3

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

SAYFA> | 1 | 2 | 3 |   

Çağımızda da hâlâ içimize sindiremediğimiz, haksızlığına katlanamadığımız çok şey oluyor. Rahatımızı düşünüp susmak, eyleme geçmemek bir tercih. Ama o zaman adalete, eşitliğe, insanlığa ve insan olmanın haysiyetine uymayan şeyler nasıl değişecek? Ne zaman değişecek? Kim değiştirecek?.... “Başkaları,” mı dediniz? .... Bizler de diğerlerine göre “başkası” olmasaydık, bu düşünce bir çözüm olabilirdi. Ne yazık ki, aslında “başkası” somut bir kişi değil, soyut bir kişi. Her birimiz bir diğerine göre “başkası” olduğumuza göre, kendisinin de başkası olduğunu göremeyen kişi, eylemi diğer insanlardan bekleyip kendisi bir şey yapmayacaktır. Bu durumda çözüm için meydan Rufaîlere kalıyor demektir.

Başkası kavramı olaya ilginç bir boyut daha katıyor. Dikkatli düşünmek lâzım, insan acaba yaptıklarından dolayı mı Don Kişot olur, yoksa başkalarının üzerlerine düşeni yapmamalarından dolayı mı bazılarımız Don Kişot olmuş olur? Yapılması gerekenler herkesçe yapılsa, Don Kişot’lara ihtiyaç kalmaz. Demek ki, genelde çoğunluğun aldırmazlığı, korkaklığı, bencilliği, sorumluluklarını yerine getirmekten kaçmaları, küçük bir azınlık olan Don Kişot’ları yetiştiren toprak. Hayat, ilişkilerimizden ve yaşamımızdan kendi payını ister. Kişiler arasındaki ilişkiler bazen çok tekdüze hale gelir. Böylesi bir ilişkide, renk ve ruh kalmaz; ilişki sürüyor gibi gözükse de, gerçekte ölmüştür. İşte o zaman hayat, o kişiler arasında adeta hır çıkartır. Bu durumda kişiler, ilişkilerini yeniden gözden geçirir, ve o ilişki onlar için  hâlâ değerliyse, bir anlamda, başka bir plâtformda, kişiler yeniden birbirleriyle tutuşurlar. İlişki bu yolla budanmış ve yeni bir filiz vermiştir. Kişiler bağımsız ya da soyut olmayıp, Büyük Hayatın unsurları olduğundan, Hayat böylece yaşanandan  payını alır. Don Kişot da kırsal bir ortamda tekdüze yaşam sürerken, duyguları ve rüyaları onu kalkıştırır. Maddî ve manevî emekli, yarı ölü Don Kişot , böylece yeniden canlanır, ve hayata dönerek yaşamı, bu dünyadan gelip geçenlerin yaşaması gerektiği gibi yaşamaya başlar. Böyle bir inanç veya duygu kişiyi sarhoş edecek, yeniden yeşertecekse, insanın, “Gel, doldur benim de kadehimi,” diyesi geliyor.

Don Kişot’ların saldırdığı değirmenler neyi simgeliyor dersiniz? Biri için duyarsızlığı, diğeri için bencilliği, ötekisi içinse kötülüğü. Kimilerine göre ise cehaleti, öğrenmeye, gelişmeye direnci, haksızlığı, hırsı, doymazlığı, kalleşliği. Herkesin ortak bir değirmeni olmasa da, her birimizin değirmenleri var. Bu değirmenlerin, yolumuzun üstünde, kocaman kanatlarıyla dönüp saltanat sürerken, insancıkları kanatlarına takarak etrafa savurup perişan etmesine göz mü yumacağız? Hani, kendini şövalye olarak görenler nerde? Nerede vicdan, sorumluk, insanlık?  Hayata geçmeyen, eyleme dönüşmeyen tepkinin, kabullenmezliğin değeri var mı? Bu noktada Cervantes’le aynı gün öldüğünü belirttiğim Shakespeare’in, Can Yücel’in tercüme ettiği, ünlü “66. Sone”sine kulak vermemek yakışık almaz doğrusu:

                        Vazgeçtim bu dünyadan, tek ölüm paklar beni;
                        Değmez bu yangın yeri avuç açmaya, değmez,
                        Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
                        Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
                        Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
                        O kız-oğlan-kız erdem dağlara kaldırılmış,
                        Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
                        Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
                        Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
                        Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
                        Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
                        Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e;
                        Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
                        Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.

Bazı kişiler olan bitenler karşısındaki edilgenliklerinin özürü olarak, “Yalnız yaşasam, ne yapacağımı bilirim. Ne yazık ki, ‘Kör olası hanede evlâd-ü ıyal var,’ ” yeni dildeki söylemiyle, “Ne yapayım, evde bakılacak çoluk çocuk var,” masalını söylüyorlar. Yani, “Kendim için bir şey istiyorsam namerdim,” sendromu. Yaptıklarını ya da yapmadıklarını içine sindirebilmek için başvurulan bir savunma mekanizması veya hayasızca bir kaçış. Çünkü buna sığınan kişinin, insanlığından bu özveriyi, veya ilkesizliği, gerçekten çocukları ve eşi için mi, yoksa kendisi için mi yaptığı epey tartışılabilir bir konu. Çok merak ediyorum, sırf eşi, çocukları rahat yaşasınlar diye doğruluk, dürüstlükten ayrılmaya razı olabilen, rezilliğe katlanabilenlerin acaba kaçı, ileride eşlerinden boşanmaları gerekirse, “Al, bunlar senin; ben bütün bunları zaten senin için yapmıştım,” diyerek haksızlıkla, namussuzlukla edindiklerini eşlerine verirler? Verirlerse sorun yok, söylediklerinde samimilermiş demektir...

Denilir ki okuduğu kitaplar Don Kişot’un aklını başından aldı. Ben de derim ki, belki de okuduğu kitaplar aklını başına getirdi. Ona, yaşam denen yolculukta, insandan ne beklendiğini hatırlatarak, onu eyleme sev ketti. Don Kişot eylemini hayata geçirmek için etraftan onay beklemedi. İç sesine kulak verdi. Bu ona, kendi içsel gerçeğini daha iyi yansıtacak şekilde, kendisini değiştirme fırsatını verdi. Bu nedenle Don Kişot, “gerçek öz benliğini bulup ifade etme yoluyla dünyaya hakiki bir katkıda bulunmak” üzere “kahramanca yolculuk”a çıkabildi. Kitapta dinsel unsur da şöyle bir yaklaşımla yer alıyor, ama dünyanın kalımsız düzeni, kendi üstünlüğüne olan tartışmasız güveniyle bu noktayı kaçırıyor. O da şu, “ Hayatını feda eden, onu kurtarmış olur.” Don Kişot’un gözü karalığı, ve atlattığı yaşamsal tehlikelere rağmen eylemini sürdürmesi, onun bu ışığı yakalamış olmasından dolayı galiba. Bütün yaşadıklarından sonra, Don Kişot’un pişman ve aklı başına gelmiş olarak, huzur içinde öldüğü söylenir. Ben bunu, yitirdiği aklını yeniden devşirdiği anlamında değil de, insanların daha kurtarılmaya hazır olmadıkları gerçeğine vardığı şeklinde yorumluyorum. Sanki, “ Daha ne yapabilirim, nasıl yapabilirim ki; sizleri silkeledim ama uyandıramadım. Bu gidişle daha çok bedel ödemeye devam edeceksiniz. Ben görevi benden sonraki Don Kişot’lara devrediyorum,” türünden bir kabullenme. Onun duyduğu huzur da, akıllanmanın sağladığı huzur yerine, görevini yapmış olmanın verdiği huzur, bana kalırsa....

Don Kişot’lar “nemelâzımcı” olmayan, duyarlı insanlar. Benciller arasından değil, diğerkâm insanlardan çıkıyor. Bu özelliklerinden dolayı, başkalarının veya zamanlarının sorunlarını, kendi sorunları yapan insanlar onlar. Konu başlığındaki soruyu şimdi yeniden seslendirelim: “ Don Kişot’luğa gerek yok mu? ” Yürekli, inançlı, adanmış Don Kişot’lar, haksızlığa, cahilliğe, zulme karşı çıkmasınlar da, insanlar kötülerin insafına - daha doğrusu insafsızlığına - kalsın öyle mi? .... Tabii bu sadece benim görüşüm. Ancak size de sormak istiyorum; bütün bunlardan sonra , “Don Kişot’luğa gerek yok,” diyenler, lütfen ellerini kaldırsın.

Güngör Kavadarlı
26
.10.2001

 



 

 SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |