%@ Language=VBScript %>
| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |
Don Kişot romanına bakış açısı, yaşanan dönemlerle birlikte değişmiştir. 18. yy.’a kadar ona bir kaba güldürü veya tuluat gözüyle bakılıyordu. 17. ve 18. yy.’larda Don Kişot, sağduyu kurallarına uymayı reddeden, olumsuz bir hiciv karakteri olarak görülüyordu. 19 yy. Realizmi ise eserin, gerçekliği tüm yönleriyle sergilediğinde birleşti. Aydınlanma Dönemi’nde ise toplumsal düzen ve adaleti, aykırı yöntemlerle sağlamaya çalışan bir adama dönüştürüldü. Romantik akım ise onu kutsal bir çılgın, ya da akıl ve hikmet sahibi enayi şeklinde yorumladı. O artık anlaşılmamış, şiirsellikten uzak maddî bir dünyanın anlayamadığı ve yere vurduğu bir idealist idi. Alman Romantizmi yorumunu daha da farklılaştırarak, romanda iki gücün çatışmasını gördü: Don Kişot’un kişiliğinde somutlaşan şiir (nazım) ile, Şanso Panza’da somutlaşan düzyazı (nesir). Friedrich Schelling’e göre romanın teması, gerçek olanın ideal olanla ebedî çatışmasıydı. Dostoyevski, Don Kişot’un karakterine psikolojik açıdan yaklaştı ve onun, o sarsılmaz inancını neredeyse zayıflatan şüphelerine odaklandı. Rüyasının doğru olduğuna delilik sınırlarını zorlayan bir şevkle inanan bu olağanüstü karakter, şüpheler duymaya başlayınca, o müthiş rüyasını sürdürebilmek için birbiri ardınca hep yeni rüyalar yaratmak zorunda kalır.
İspanyol kültürünün Don Kişot’a yaklaşımı ise epey farklıdır. Jose Ortega y Gasset’e göre, yabancıların bu kahraman hakkında yakaladıkları iç görüler zayıf ve yüzeyseldir. “Onlar Don Kişot’ta hayranlık uyandıran yabancıl (egzotik) bir eser gördüler. Bizim gördüğümüzü göremediler. Bize göre Don Kişot, kaderimiz problemini irdeler.” Yine Gasset’e göre Don Kişot, bir “kutsal çılgın” ve bir “Gotik Mesih”tir. Anlamsız, saçma bir dünyanın ızdıraplarıyla yüz yüze gelip parçalanan bir Kurtarıcı. Miguel Unamuno ise, Don Kişot’u bir İspanyol Mesih olarak algılar, taraftarları olmayan, başarısızlığa mahkûm, yalnız bir adamın trajik hevesini anlatır onun öyküsü. Bu roman Cervantes’i, Rönesans sonu ile Barok dönemin başı arasında altın çağını yaşayan İspanyol edebiyatının kalbine ve doruğuna yerleştirir. Çeşitli kaynaklardan yapılan bu alıntılardan anlaşıldığı gibi, şimdiye dek Don Kişot’la ilgili çok farklı görüşler belirtilmiş ve yorumlar yapılmıştır.
Don Kişot’ça tavıra çağdaş yazınımızda bir paralellik aradığımda nedense aklıma hemen Nazım Hikmet’in “Kerem Gibi”si geldi:
Hava
kurşun gibi ağır!!
Bağır
bağır
Koşun
bağır
kurşun
O diyor ki
bana:
bağırıyorum.
erit-
-Sen kendi sesinle kül olursun ey!
meğe
Kerem
çağırıyorum...
gibi
yana
yana...
«Deeeert
çok,
Yürek-
hemdert
-lerin
Ben diyorum ki ona:
yok.»
kulak- - Kül olayım
-ları
Kerem
sağır...
gibi
Hava
kurşun gibi ağır»...
yana
yana.
Ben
yanmasam
sen
yanmasan
biz yanmasak,
Hava
toprak gibi gebe.
nasıl
Hava kurşun gibi ağır.
çıkar
Bağır
Koşun
karan-
bağır
kurşun
-lıklar
bağır
erit-
aydın-
bağırıyorum.
meğe-
-lığa..
çağırıyorum...
Nazımın dizelerinde dile getirilen ve Don Kişot’un on üçüncü kuşaktan torunu, modern şövalye Keremden üç ve çeyrek asır önce, büyük, büyük, büyük dedesi “ hüzünlü şövalye” Don Kişot, herhalde kendisini etrafındakilere şöyle anlatıyordu:
Hava
kurşun gibi ağır.
Duyarlılıklar nasır tutmuş.
Sağır kesilmiş vicdanlar.
Böylesi çürüme kahrederek canımı,
Dehşet içinde,
Bağır, bağır, bağırıyorum,
Yel değirmenlerine saldırıyorum.
Şövalyeler, derebeylik devri Avrupa’sında, zayıfları korumak, fakirlere, hastalara, yaralılara, gereksinimi olanlara ve ezilenlere yardımcı olmak amacıyla, ülke, ülke dolaşan atlı savaşçılardı. Bu kişiler gördükleri çarpıklıklara, başkasının müdahalesini beklemeden, duruma el koyup yanlışı düzeltmekle kendilerini yükümlü görüyorlardı. Bu davranışların temelinde, bencillikten uzak bir özveri ve kendini doğruya, iyiye adamak olduğu kuşkusuz. Zira herhalde onlar, “insanın, doğru olanı yapmakla, yanlış yapıyor olamayacağı”na inanıyorlardı. Toplumda gerçek kardeşliğin kurulması ve sürdürülmesi, fertlerin acılarının dindirilmesinin yolu, şövalyelere göre, bu yoldaki çabaların, başkalarından beklenmeden, kendileri tarafından gösterilmesinden geçerdi. Zaten seçeneğimiz iki tane değil mi? Ya olayda taraf olup eyleme geçeceğiz, ya da başkalarının bir şeyler yapmasını bekleyip seyredeceğiz.
Şövalyelerden, bireysel zararlarına da olsa, diğer insanların yararına olacak davranışlar beklenir. Bana öyle geliyor ki, şövalyelik kurumu, Batı ile Doğunun temelden farklı olan kültürlerinin sentezi olarak görülebilir. Doğu kültürünü biçimlendiren idealistik dinlerde, birey önemli değildir. Bireyin hayatının gerçek, derin bir anlamı yoktur. Önemli olan toplumdur. Bireysel hayatların, ancak toplumun geneli açısından anlamı vardır. Yani parça değil, bütün önemli olduğundan, Doğu kültürü toplum odaklıdır. Halbuki Batı kültürünün insanları, kişi hayatının bir anlamı olması gerektiğine inanır, hayatlarının anlamını arar ve bulmayı ümit ederler. Bu nedenle, Batı insanı birey odaklıdır. Daha farklı ifadeyle, bir insan topluluğunun kültürü, o toplumun evreni anlama biçimini, evreni yorumlamasını yansıtır. Doğu, evren odaklıdır, birey bütün için vardır, ve bu nedenle, bütünle uyumlu olarak yaşamalıdır. Batıda ise bütüne hizmet etmenin yolu, birey olmak, farklı olmaktır. Doğu ve Batı toplumları arasında günümüzdeki gelişmişlik farkı büyük olasılıkla bu yüzdendir. Çünkü Doğu kültürü, bireyin topluma tabi olmasını isterken, Batı kültürü, bireyi farklı olmaya özendirir. Gruplar halinde örgütlenmesine rağmen, şövalyelik, bireysel davranış gerektirir ve kişisel yükümlülük taşır. Fakat bu bireysel çaba, birey için değil, bireyler içindir, toplumun yararınadır. İşte bu açıdan, Doğu ve Batı kültürleri şövalyelikte kesişiyor. Şövalye bireysel sorumluluk ve çabasını, toplumun yararına adayarak, bu sentezi hayata geçiriyor.
| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |