%@ Language=VBScript %>
| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |
Kuşkudan
eleştiriye geçiş, açıklık ve seçiklik kavramları ile olur. Açıklık;duyulara açık olmak,
seçiklik;bilince seçik olmaktır.
Kuşku üstüne kuşkulanmak bilinçlenmektir. Bilinçlenmiş
kuşku ise eleştiridir ve giderek yargıları oluşturur.
Kant, kuramsal ve edimsel usun eleştirisinde , gerçeğin yalnızca fenomenler
(görüngü) düzeyinde bilinebileceği sonucuna varmış ve ancak böyle bir
bilginin güvenilir olduğunu ileri sürmüştür. Bundan ötesi metafiziktir,
bilinemez olarak kalır. Ve inancın konusu olur diyerek gerçeğin sınırlarını
çizmiş, bunun insan usunun da sınırları olduğunu göstermiştir.
Hegel eleştirinin eleştirisini yapar. Eleştiriyi aşmak için senteze gitmek
gerekmektedir. Hegel, açık seçik kılınmış, bilinç kategorileri ile eleştirilmiş
ve deneyle doğrulanmış bilgileri yeterli bulmaz.
Bir
nesneyi bilmek, onun oluş süreçlerini,
bir kavramı bilmek, onun kültür süreçlerini
bilmektir. Akıl ile doğa, ya da bilenle bilinen özdeştirler çünkü her
ikisi de “akıl”dır ve, aynı eytişimsel yasalarla devinirler.
Bu nedenle aklın dış dünyayı kavraması, kendini bilmesidir. Nesneler,
kendi oluş düzenleri içinde “kavram”dırlar ve eytişimsel yöntem ile
kavranırlar. O halde gerçek, ussal olan,
ussal olan da gerçektir.
Descartes ve Newton’dan beri bilinen çözümleme (analiz) yönteminde bütünü parçalara ayırarak açıklamalarda bulunmak, bilimin temel hareket noktasıydı;bütünü elde etmek için parçaların yeniden birleştirilmesi (sentez) yeterli oluyordu.
Gerçeğin bilinmesi için uygulanan bu “kartezyen” yöntem, ”kuantum kuramı” ile paradigma değişikliğine uğradı. Kuantum teorisi göstermiştir ki, bütünü parçalara ayırarak açıklama durumunda parçaların asıl nitelikleri kaybolmaktadır. Buna karşın her parça, bütünün yapısı içinde tanımlanabilir ve anlaşılabilir.
Kartezyen yöntemde gerçeğin bilinmesi, “neden-etki”ilişkisinin saptanması ile ortaya çıkan belirleme (determinasyon) ile olanaklıdır. Ancak parçacık fiziğinde ortaya çıkan durum bunu olanaksız kılmaktadır. Çünkü sağduyuya ve alışılmışa ters bir biçimde, kuantum dünyasında belirli nedenler belirli sonuçları oluşturmazlar.
Eş deyişle çağdaş fizikte, belirlilik (determinizm)değil, belirsizlik (indeterminizm) egemendir. Böylece daha küçük parçalara bölerek sonuca ya da yalın gerçekliğe ulaşma anlamındaki çözümleme (analiz) yöntemi bu alanda gerçeğe ölçüt olamamaktadır.
Modern bilim;günümüzde, artık standart norm ve değerlerin egemen olmadığı bir bilimdir. En güçlü doğa yasalarının bile kesin ve değişmez olamayacağı görüşü benimsenirken, (aynı koşullar altında daima aynı olayların oluşacağı) “gerekircilik” ilkesi de yerini “belirsizlik ilkesi” ve “olasılık” yasalarına bırakmaktadır.
Bütün bunlardan yalnızca bilginin saltık ve kesin olmadığı değil, aynı zamanda gerçeğin de saltık ve kesin olmadığı sonucu çıkmaktadır.
Felsefenin
dönemini tamamladığı ve aşılması gerektiği savıyla ortaya çıkan
“Eytişimsel Özdekçilik”e göre:soyut gerçek yoktur;gerçek daima
bilinçten bağımsız, somut ve nesneldir.
Bu
anlamda “gerçek”deyimi, özdek ve nesne deyimleriyle de ilişkilidir. Bu öğretiye
göre, “özdek, bize duyumlarla verilen nesnel gerçekliktir” ve “gerçek”deyince;bilincimiz
dışında, nesnel olarak ortaya çıkmış bulunan nesne, nitelik, koşul,
durum ve bu gibi oldu ve olayları algılarız.
Bunun yanında duyumlarımız, algılarımız, tasarımlarımız ve kuramlarımız,
nesnel gerçekliğe uygun oldukları oranda “hakikat”(verity)
olurlar.
Bilimsel
bilginin yolu, en soyuttan en somuta ilerleyen, kavramsal
düşüncenin yoludur ki, somut gerçekliği düşünsel olarak kavramlar aracılığıyla
üretmenin ve yeniden üretmenin sürecidir.
Gerçeğin
araştırılması, yaşam için gereksinimlerinin karşılanması, değişen yaşam
koşulları içinde insanın kendini ve çevresini düzenlemesi, toplum ve bağlı
olarak bireylerin kendilerini geliştirebilmesi için zorunlu bir uğraştır.
Bu uğraşın dışında kalan birey ve toplumlar, yaşamlarını iyileştiremedikleri
gibi, gelişmekte olan toplumlar karşısında giderek varlıklarını sürdüremez
olurlar.
Bu nedenle gerçeğin araştırılması bir sahip olma sorunundan öte, bir
varolma sorunu biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Tarih boyunca kurulan
uygarlıkların, gerçeğin araştırılması çabalarının ürünleri olduğunu
söylemek abartılı olmayacaktır sanırım.
Birer insan yetisi olan duygu, düşünme, eylem yetilerinin her biri, gerçeğin
araştırılması sürecinde yetkinleşip ürünler vererek uygarlığın oluşmasını
sağlamıştır.
Gerçeğin duygusal yansısı “Sanat”ı, düşünsel yansısı “Felsefe”yi oluşturduğu gibi eylemsel (duygu, düşünce ve etkinliğin amaçlı birlikteliği) ürünleri de “Bilim”, “Teknoloji” ve “Ekonomi Politik” i oluşturmaktadır.
İnsanlık tarihi bir anlamda, gerçeği özgün usuyla araştıran ve yaşamın
gerçekler üzerine kurulmasını isteyenlerle, buna direnenler arasında geçen
çatışmanın tarihidir.
Yaşamın, gerçekler üstüne değil de birtakım ham hayaller, boş inan ve
dogmalar üstüne örgütlenmesini isteyen insan sayısı günümüzde de az değildir.
Kimisi bunu, bilgisizliğinden, kimisi cehalet ve bağnazlığından, kimisi de
çıkarları yüzünden istemektedir.
Gerçeklerin üzerinin örtülmesi ya da saptırılmasının neden olduğu bilinç
boşluğu, geniş insan topluluklarının uyanmasını engellediği gibi sömürülmelerine
de neden olur. Bunun yanında gerçeğin sürekli araştırılmasının insanlığın
gelişmesine yapacağı katkı da engellenmiş olur.
Ayrıca gerçeğin araştırılmasında içtenlikli olan, ancak yöntem yanlışlığından
dolayı yanılsamaya uğrayanların neden olduğu kargaşa da küçümsenmeyecek
boyuttadır.
Bilindiği
gibi, felsefe doğruyu, ethik iyiyi,
estetik güzeli ve uyumu
aradığı gibi bilim de “gerçeği” arar. Kuşkusuz bilim yapmak bilimsel
çevrelerin işidir, ancak, diğer insanlara düşen ise bilimsel
tutumu benimseme görevidir.
Çağımızda
gerçeğin araştırılması yönteminin, bir bilimsel tutum gerektirdiği ve
gerçeğin ölçütünün bilimsel düşünce
ve bilimsel yöntem olduğu apaçık
ortaya çıkmıştır.
Bilimsel düşünce;gözlem, araştırma, inceleme ve deney verilerini eleştirel bir yaklaşımla değerlendiren, nedenleri saptanmış açıklamaları güvenilir bulan, mantıksal uygunluğu ile tanıtlanmış, pratikle doğrulanarak kanıtlanmış bilgileri kullanmaya yönelik bir düşünce biçimidir.
Bilimsel tutum; ön yargı, kör inan ve bağnazlıktan arınmayı, kuşkulanma, sorgulama, eleştirme ve yorumlamayı, bilimsel yöntemleri benimseyip onlarla çalışmayı ve elde edilen sonuçları ırk, din, dil, cinsiyet, mevki, ulus ayrımı yapmaksızın tüm insanlığın hizmetine sunmayı öngörür.
Bilimsel tutumu edinmek; dogmalardan eş deyişle yalnızca inanılan ama kanıtlanamayan görüşlerden, ya da başka bir deyişle karanlıktan kurtulmak, bilgi ile aydınlanmak, biriktiren ve aktaran kişilikten araştıran, eleştiren ve katkıda bulunan kişiliğe dönüşmektir.
Bu bağlamda
gerçeğin araştırılması, “ne”ye
gerçek “ne”ye gerçek dışı diyebileceğimizin belirlenmesi ve süreçlerin
aydınlatılmasını kapsar.
Böyle bir araştırma, öznel ve nesnel süreçleri eş deyişle duyu, duygu, düşünce
davranış ve eylem yanında nesne, olay ve olguları ele alır.
Ayrıca
tarih bilinci, çevre koşulları, toplumsal ve ekinsel yapı analizleri ve yöntembilim
üzerine çalışmayı da gerekli kılar.
Böylesine çok etkenli bir uğraş, hiç kuşkusuz tek ve kesin bir sonuca bağlanamaz, ancak, bu araştırma ve çalışmaların tüm insanlık bilgisine ilişkin olarak, süreç içinde ele alınıp seçenekli bir biçimde ortaya konması gerçeğin aydınlatılmasına katkıda bulunur.
Son çözümlemede “gerçek” kavramı:
Nesne, olay ve olguların, içsel, zorunlu bağıntılarını, birinden diğerine
geçişi, devinimin çelişme, değişme, gelişme yasalarını ve değişimlerin
“süreç” olarak kavranmasını içeren
bir bilgilenme sürecinden sonra;
Üretimle ortaya çıkan somut ve nesnel ürün olarak kavranmasını içeren
bir bilgilenme sürecinden sonra;
Üretimle ortaya çıkan somut ve nesnel
ürün olarak tanımlanabilir.
Gerçek
iki düzeyde nesnel ve somuttur.
Birincisi
doğa düzeyinde “verili gerçek” olarak;
İkincisi toplum düzeyinde “üretilmiş gerçek” olarak.
Verili gerçek: İnsan etkinliğinden bağımsız bir varoluştur, somutluğu
duyusal düzeydedir;ilişkileri, süreçleri ve işlevleri ortaya konmamıştır.
Üretilmiş gerçek ise, ilişkileri, süreçleri ve işlevleri belirlenmiş ve
somut kılınmış bir gerçektir.
Bu bağlamda gerçeği aşamalı biçimde dizgeleştirmek olanaklıdır.
Duyusal aşama, bir nesnenin gerçekliğine duyu verileri aracılığıyla tanık
olmaktadır. Bu durumda nesne bizim için “duyusal somut” olur.
Düşünsel aşama, nesneden gelen duyu verilerini anlıksal kategoriler ve
matematiksel işlemlerden geçirerek onun gerçekliğine düşünsel biçimde
tanık olmaktır.
Bu sürece deney ve gözlem verilerinin katılımı ile nesnenin gerçekliğine
doğrulamanın ya da yanlışlamanın tanıklığı getirilir.
Söz konusu nesnenin varoluş yasalarının bilinmesiyle onu yeniden üreterek
gerçekliğine üretim yolu ile tanıklık ederiz.
Üretilebilen nesneyi dönüştürerek ondan başka başka nesneler üretir ve
onun dönüştürülebilen gerçekliğine tanık oluruz.
Nesnel gerçeklik, bu ve benzer bilimsel yöntemlerle kavranır, doğrulanır, kanıtlanır ve anlamlı kılınmış olur.
Haşim
Büyükbalcı
20.07.2001
| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |