<%@ Language=VBScript %> GERÇEK KAVRAMI Sayfa 1

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

SAYFA> | 1 | 2 | 3   

                Sn.HAŞİM BÜYÜKBALCI'ya gönülden teşekkürlerimizle,


GERÇEK” KAVRAMI


İnsanın insanlaşma çabası ile örülmüş uzun yüzyıllardan geliyoruz. Bu çaba kendini aşmak,  böylece daha da insancıl olmak çabasıdır. Henüz kendini dönüştürücü bir varlık olarak kuramamış,  dünyayı da kendini de pek fazla tanıyamamış en eski insandan,  bu günkü insana ulaşan çizgide yaşanılıp geçilmiş nice acı,  nice sevinç,  nice direnç,  nice açmaz yaratıcı bir güç olarak insan etkinliğini belirtmiştir. Kendine ve dünyaya büyük ölçüde egemen insana açılan yol böylesine karmaşık,  böylesine zor,  böylesine uzun bir yoldur. İnsan için yaşamak,   her şeyden önce değişmek ve gelişmek demektir.

Osmanlıca:Vaki,  Şen’i ,   Fransızca:Reel,   Almanca:Real ,  İngilizce:Real,  Türkçe:Gerçek
Sözlükteki karşılığı:
Gerçek: Bilinçten bağımsız,  somut ve nesnel olarak varolan.

Etimolojisi:
Hint-Avrupa dillerinde mal ve mülkiyet anlamlarına gelen re kökünden türetilmiştir. Önce Sanskritçe’ye “zenginlik” anlamında ram sözcüğüyle geçen bu kök,  sonra da Latince’ye  mal ve şey anlamlarına gelen res,   “isim halinde rem” sözcüğüyle geçmiştir.

Türkçe’mizde:
Kir/gir-ger kökünden,  kirçek-girçek/gerçek olarak türetilmiş olup,  ”söz verme”,  “and içme” ,  “bağlanma”,  ”uyuşma”,  ”birleşme” ve “ortaya çıkma” anlamlarını içerir.

Görüldüğü gibi etimolojik olarak eş deyişle dildeki köklerinden hareketle türetilme biçimine bakarak bir kelimenin kavramlaştırılması onun anlam yükünü etkilemektedir.

Dilden dile,  kültürden kültüre yapılan çevirilerde “karşılık” olarak seçilen sözcükler çoğu zaman türetildikleri köklere ve kullanımlarına bağlı olarak birbirleri ile örtüşmezler. Bu nedenle o sözcüğü dizgesel işlevinde yeniden canlandırmak söz konusudur.

Ayrıca bir sözcüğün günlük dildeki çağrışımları veya bulunduğu kültürün üst yapılarına bağlı olarak kavramlaştırılması, özel bir disiplin için yeterli değildir.

Kavramlaştırılacak olan sözcük genel kanıyı yansıtmakla birlikte, o disipline özgü bir farklılaşma gösterecektir.
Buna felsefi dilde “differansia spesifica” eş deyişle “özgül ayrım” denir. Böyle özgül ayrımlara uğratılmış tanımlı ve belirli kavramlar topluluğu “Literatür” adını alır.

Felsefe disiplinleri “Batı dilleri” üstüne yapılanmış olduğu için,  o kültürde “reel” sözcüğünün kavramsal anlamı, çevirilerde “gerçek” sözcüğü ile karşılandığında artık sözü edilen “gerçek” batı terminolojisindeki “reel”in yerine kullanılmış olur. Bu durumda onun çağrıştıracağı anlam, özgül ayrıma uğratılmış bir anlam olarak kavramlaşır.
Bu nedenle “gerçek” sözcüğü de kök anlamı yanında ayrıca kavramlaştırılmış ve “somut”,  “belli”,   “varolan”,  “dokunulabilir”,  “apaçık”,  “doğru” ve “hakikat” sözcükleri ile anlamdaş kılınmıştır.
Bir bildirişim olayında, bireyler arasındaki anlaşmayı olanaklı kılan, kullanılan sözcüklerin anlamlarıdır. Sözcükler, kendi aralarında anlam bağlarıyla birbirlerine bağlanarak kavramsal dili oluştururlar, böylece anlam, dil içinde zenginleşir.

Kavramsal dil, insan anlığının nitelikli ve dizgesel anlam gerecidir.
      Kavramsal dil, üzerinde uzlaşılmış kavramlar kullanıldığında “Literatür” biçimini alır.
Literatür,  anlaşabilmenin ya da anlamı ortak kullanabilmenin zorunlu gerecidir.

Sözcükler, Literatür olarak kavramlaşır, deyimleşir ve terimleşirler. Bu durum onları günlük dilde kullanımlarından daha derin, daha geniş ama bir o kadar da belirgin ve tanımlı kılar. Bu nedenle sözcükleri “anlaşma” ,  “iletişim”,  “bildirişim” aracı olarak kullandığımızda ortaya birtakım sorunlar çıkar.
Eğer toplumu oluşturan bireyler, ortak kavramlardan yoksun olarak onların yalnızca adlarını kullanıp konuşuyor ve yazıyorlarsa, o ortamda bir anlam birliğinin oluşması olanaksızlaşır.
Sözcüklerin, kullanıldıkları dizgesel disiplinlerin içinde,  “o disipline özgü” anlam ile yüklenerek kavramlaştığından söz etmiştik.
Bu demektir ki bir sözcük, değişik ve birbirinden ayrı disiplinlerin içinde aynı adla kullanılıyor olabilir, ancak bu durum onları eşanlamlı kılmaz.

Örneğin, konumuz olan “Gerçek” sözcüğü , Dinde, Sanatta, Bilimde ve Felsefede ortak olarak kullanılmaktadır, ancak her birindeki anlam yükü farklıdır.
Bunun yanında genel olarak felsefede “gerçek” dendiğinde, bir anlam birliği varmış gibi görünüyorsa da, felsefe içi disiplinlerin zeminine, yöntemine ve amacına bağlı olarak yine önemli anlam farkları karşımıza çıkmaktadır.
Günlük dilde de çoğu kez “gerçek” sözcüğü “hakikat” ve “doğru” sözcükleriyle eşanlamlı kullanılır. Ancak, felsefi kavramlar söz konusu olduğunda,  “gerçek” deyimiyle “hakikat” ve “doğru” deyimlerini birbirinden ayırmak gerekir.

Gerçek:     İnsan bilincinden bağımsız, somut ve nesnel olarak varolan her şey, 
Hakikat:   Nesnel gerçekliğin, bilinçteki, kendine uygun kavramsal yansısı,
Doğru:     Bu kavramın, hem gerçeğe hem de düşünme yasalarına uygun oluşudur.

Gerçek, fiilen varolma, düşünülen şeylere karşılık olarak varolan, bilenden bilinçten bağımsız olarak varolan. Gerçeklik,  varolanın veya bazı varolanların bir özelliğidir. Hakikat;söylemenin olanla uygunluğudur, o halde varolan hakikat değil, bizim bilgimizin bir karakteridir.
Kavramlar, ”varoluş”ları bakımından bilince yani özneye,   “doğru oluş”ları bakımından ise nesnelere bağlıdırlar.
Bu nedenle gerçeğin , bilinçte, kendi özgün yapısına uygun olarak kavrama dönüşmesi ayrıca doğrulanmayı gerektirir.

Doğruluk ise üç ilke ile denetlenir.
İlk olarak her kavram kendi olgusuna “karşılık” düşmelidir. Buna “karşılıklılık ilkesi” denir.
İkinci olarak “doğru” dendiğinde,  mantıksal uygunluk ilkesi” anlaşılır.
      Mantıksal doğru, düşünsel işlemlerin, mantık kurallarına dönüşmüş nesnel gerçekliğin belirli ilişkilerine uygunluğu demektir.
Eş deyişle, olgunun kavramlaştırılması sürecinde, mantıksal ilke ve uslamlamaların yöntemine uygun bir biçimde  kullanılmış olmasıdır.
Üçüncü ilke “yararlılık ilkesi” olup, bir düşünce, ”edimsel olarak iş gördüğü oranda” doğru olarak kabul edilmektedir.
Bir başka deyişle, bir düşünce ya da eylemin doğruluğu ;bir olguya karşılık düşmesi, mantıksal çıkarımlardan geçmiş olması, yararlı iş görmesi ve pratikte denetlenmiş olması demektir.

Bütün kavramlar gibi “gerçek” kavramının da düşünce tarihinde evrim geçirmiş bir kavram olarak ele alınması gerekir.
Felsefede,  “gerçek” kavramı,  genellikle  görünüşün, aldatıcı olanın, bilinmeyenin ve yanılsamanın karşıtı olarak anlamlandırılmıştır.

Fesefe tarihinde “gerçek” kavramı çeşitli disiplinler içinde kullanıldığı gibi kendisi de, gerçeklik (realizm) adı altında dizgeleştirilmiş ve felsefe disiplini haline getirilmiştir.

Felsefi anlamda iki tür gerçeklikten söz edilebilir:
Bunlardan biri “nesnelerin yapısına”, diğeri ise “nesnelere” ilişkindir.
Birincisinde anlıktan ya da bilinçten bağımsız bir özün varlığı, ikincisinde ise , anlıktan ya da bilinçten bağımsız somut, tikel ve deney nesnelerinin varlığı kabul edilmiştir.

Birinci gruba;
Bir şeyin “öz”ünden o şeyin pay aldığı “idea”nın anlaşıldığı Plato’ncu gerçekçilik,
Bir şeyin “ne” olduğunun anlaşıldığı Aristocu gerçekçilik,
Bir şeyin “saltık, özgün ya da kendi cinsine özgü yapısının anşlaşıldığı” Ortaçağ ya da Tümeller gerçekçiliği ve
Bilimsel gözlemlerden elde edilen “yasalar” ya da “kuramsal modeller” girer.

İkinci gruba;
Dünyanın dışsallığını bir veri kabul eden “sağduyu gerçekçiliği
Nesnenin dışsal da olsa anlığın önünde duran ve algılanmayı bekleyen tek birim olduğunu kabul eden “yeni gerçekçilik” ve
Anlığın, nesnenin kendisi yerine yansısını kavramaya yöneldiği “eleştirel gerçekçilik” girer.

Sanatta gerçekçilik, bir “estetik” kavram olarak 19. yy ortalarında Fransa’da ortaya çıktı. Amaç, doğanın ve yaşamın ayrıntılarına inmek, sorunları saptamak ve onları en yalın biçimde sanat yapıtları ile vurgulamaktı .

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |