%@ Language=VBScript %>
| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |
Sn.HAŞİM BÜYÜKBALCI'ya gönülden teşekkürlerimizle,
“GERÇEK”
KAVRAMI
İnsanın
insanlaşma çabası ile örülmüş uzun yüzyıllardan geliyoruz. Bu çaba
kendini aşmak, böylece daha da
insancıl olmak çabasıdır. Henüz kendini dönüştürücü bir varlık
olarak kuramamış, dünyayı da
kendini de pek fazla tanıyamamış en eski insandan,
bu günkü insana ulaşan çizgide yaşanılıp geçilmiş nice acı,
nice sevinç, nice direnç,
nice açmaz yaratıcı bir güç olarak insan etkinliğini belirtmiştir.
Kendine ve dünyaya büyük ölçüde egemen insana açılan yol böylesine
karmaşık, böylesine zor,
böylesine uzun bir yoldur. İnsan için yaşamak,
her şeyden önce değişmek ve gelişmek demektir.
Osmanlıca:Vaki,
Şen’i , Fransızca:Reel,
Almanca:Real , İngilizce:Real,
Türkçe:Gerçek
Sözlükteki
karşılığı:
Gerçek:
Bilinçten bağımsız,
somut ve nesnel olarak varolan.
Etimolojisi:
Hint-Avrupa
dillerinde mal ve mülkiyet
anlamlarına gelen re kökünden türetilmiştir.
Önce Sanskritçe’ye “zenginlik” anlamında ram
sözcüğüyle geçen bu kök, sonra
da Latince’ye mal ve şey anlamlarına
gelen res, “isim halinde rem”
sözcüğüyle geçmiştir.
Türkçe’mizde:
Kir/gir-ger kökünden, kirçek-girçek/gerçek olarak türetilmiş olup,
”söz verme”, “and içme” , “bağlanma”,
”uyuşma”, ”birleşme”
ve “ortaya çıkma” anlamlarını içerir.
Görüldüğü gibi etimolojik olarak eş deyişle dildeki köklerinden hareketle türetilme biçimine bakarak bir kelimenin kavramlaştırılması onun anlam yükünü etkilemektedir.
Dilden dile, kültürden kültüre yapılan çevirilerde “karşılık” olarak seçilen sözcükler çoğu zaman türetildikleri köklere ve kullanımlarına bağlı olarak birbirleri ile örtüşmezler. Bu nedenle o sözcüğü dizgesel işlevinde yeniden canlandırmak söz konusudur.
Ayrıca bir sözcüğün günlük dildeki çağrışımları veya bulunduğu kültürün üst yapılarına bağlı olarak kavramlaştırılması, özel bir disiplin için yeterli değildir.
Kavramlaştırılacak
olan sözcük genel kanıyı yansıtmakla birlikte, o disipline özgü bir farklılaşma
gösterecektir.
Buna
felsefi dilde “differansia spesifica” eş deyişle “özgül ayrım” denir. Böyle özgül ayrımlara uğratılmış
tanımlı ve belirli kavramlar topluluğu “Literatür” adını alır.
Felsefe
disiplinleri “Batı dilleri” üstüne yapılanmış olduğu için,
o kültürde “reel” sözcüğünün kavramsal anlamı, çevirilerde “gerçek”
sözcüğü ile karşılandığında artık sözü edilen “gerçek” batı
terminolojisindeki “reel”in yerine kullanılmış olur. Bu durumda onun çağrıştıracağı
anlam, özgül ayrıma uğratılmış bir anlam olarak kavramlaşır.
Bu
nedenle “gerçek” sözcüğü de kök anlamı yanında ayrıca kavramlaştırılmış
ve “somut”, “belli”,
“varolan”, “dokunulabilir”,
“apaçık”, “doğru”
ve “hakikat” sözcükleri ile anlamdaş kılınmıştır.
Bir
bildirişim olayında, bireyler arasındaki anlaşmayı olanaklı kılan, kullanılan
sözcüklerin anlamlarıdır. Sözcükler, kendi aralarında anlam bağlarıyla
birbirlerine bağlanarak kavramsal dili oluştururlar, böylece anlam, dil içinde
zenginleşir.
Kavramsal dil, insan anlığının
nitelikli ve dizgesel anlam gerecidir.
Kavramsal dil, üzerinde uzlaşılmış kavramlar kullanıldığında
“Literatür” biçimini alır.
Literatür, anlaşabilmenin ya da anlamı ortak kullanabilmenin zorunlu
gerecidir.
Sözcükler,
Literatür olarak kavramlaşır, deyimleşir ve terimleşirler. Bu durum onları
günlük dilde kullanımlarından daha derin, daha geniş ama bir o kadar da
belirgin ve tanımlı kılar. Bu nedenle sözcükleri “anlaşma” , “iletişim”,
“bildirişim” aracı olarak kullandığımızda ortaya birtakım
sorunlar çıkar.
Eğer
toplumu oluşturan bireyler, ortak kavramlardan yoksun olarak onların yalnızca
adlarını kullanıp konuşuyor ve yazıyorlarsa, o ortamda bir anlam birliğinin
oluşması olanaksızlaşır.
Sözcüklerin,
kullanıldıkları dizgesel disiplinlerin içinde,
“o disipline özgü” anlam
ile yüklenerek kavramlaştığından söz etmiştik.
Bu
demektir ki bir sözcük, değişik ve birbirinden ayrı disiplinlerin içinde
aynı adla kullanılıyor olabilir, ancak bu durum onları eşanlamlı kılmaz.
Örneğin,
konumuz olan “Gerçek” sözcüğü
, Dinde, Sanatta, Bilimde ve Felsefede ortak olarak kullanılmaktadır, ancak
her birindeki anlam yükü farklıdır.
Bunun
yanında genel olarak felsefede “gerçek”
dendiğinde, bir anlam birliği varmış gibi görünüyorsa da, felsefe içi
disiplinlerin zeminine, yöntemine ve amacına
bağlı olarak yine önemli anlam farkları karşımıza çıkmaktadır.
Günlük
dilde de çoğu kez “gerçek” sözcüğü
“hakikat” ve “doğru” sözcükleriyle eşanlamlı kullanılır. Ancak,
felsefi kavramlar söz konusu olduğunda, “gerçek”
deyimiyle “hakikat” ve “doğru” deyimlerini birbirinden ayırmak gerekir.
Gerçek: İnsan bilincinden bağımsız, somut ve
nesnel olarak varolan her şey,
Hakikat: Nesnel gerçekliğin, bilinçteki, kendine uygun
kavramsal yansısı,
Doğru: Bu kavramın, hem gerçeğe hem de düşünme
yasalarına uygun oluşudur.
Gerçek,
fiilen varolma, düşünülen şeylere karşılık olarak varolan, bilenden
bilinçten bağımsız olarak varolan. Gerçeklik,
varolanın veya bazı
varolanların bir özelliğidir. Hakikat;söylemenin
olanla uygunluğudur, o halde varolan hakikat değil, bizim bilgimizin bir
karakteridir.
Kavramlar,
”varoluş”ları bakımından bilince yani özneye,
“doğru oluş”ları bakımından ise nesnelere bağlıdırlar.
Bu
nedenle gerçeğin , bilinçte, kendi özgün yapısına uygun olarak kavrama dönüşmesi
ayrıca doğrulanmayı gerektirir.
Doğruluk ise üç ilke ile denetlenir.
İlk
olarak her kavram kendi olgusuna “karşılık”
düşmelidir. Buna “karşılıklılık
ilkesi” denir.
İkinci
olarak “doğru” dendiğinde,
“mantıksal uygunluk ilkesi”
anlaşılır.
Mantıksal doğru, düşünsel işlemlerin, mantık kurallarına dönüşmüş
nesnel gerçekliğin belirli ilişkilerine uygunluğu demektir.
Eş
deyişle, olgunun kavramlaştırılması sürecinde, mantıksal ilke ve
uslamlamaların yöntemine uygun bir biçimde
kullanılmış olmasıdır.
Üçüncü
ilke “yararlılık ilkesi” olup,
bir düşünce, ”edimsel olarak iş gördüğü
oranda” doğru olarak kabul edilmektedir.
Bir başka
deyişle, bir düşünce ya da eylemin doğruluğu ;bir olguya karşılık düşmesi,
mantıksal çıkarımlardan geçmiş olması, yararlı iş görmesi ve pratikte
denetlenmiş olması demektir.
Bütün
kavramlar gibi “gerçek” kavramının da düşünce tarihinde evrim geçirmiş
bir kavram olarak ele alınması gerekir.
Felsefede, “gerçek” kavramı,
genellikle görünüşün,
aldatıcı olanın, bilinmeyenin ve yanılsamanın karşıtı olarak anlamlandırılmıştır.
Fesefe tarihinde “gerçek” kavramı çeşitli disiplinler içinde kullanıldığı gibi kendisi de, gerçeklik (realizm) adı altında dizgeleştirilmiş ve felsefe disiplini haline getirilmiştir.
Felsefi
anlamda iki tür gerçeklikten söz edilebilir:
Bunlardan
biri “nesnelerin yapısına”, diğeri
ise “nesnelere” ilişkindir.
Birincisinde
anlıktan ya da bilinçten bağımsız bir özün
varlığı, ikincisinde ise , anlıktan ya da bilinçten bağımsız somut,
tikel ve deney nesnelerinin varlığı
kabul edilmiştir.
Birinci gruba;
Bir şeyin
“öz”ünden o şeyin pay aldığı “idea”nın
anlaşıldığı Plato’ncu gerçekçilik,
Bir şeyin
“ne” olduğunun anlaşıldığı Aristocu
gerçekçilik,
Bir şeyin
“saltık, özgün ya da kendi cinsine özgü
yapısının anşlaşıldığı” Ortaçağ ya da Tümeller gerçekçiliği ve
Bilimsel
gözlemlerden elde edilen “yasalar”
ya da “kuramsal modeller” girer.
İkinci
gruba;
Dünyanın
dışsallığını bir veri kabul eden “sağduyu
gerçekçiliği”
Nesnenin
dışsal da olsa anlığın önünde duran ve algılanmayı bekleyen tek birim
olduğunu kabul eden “yeni gerçekçilik”
ve
Anlığın,
nesnenin kendisi yerine yansısını kavramaya yöneldiği “eleştirel gerçekçilik” girer.
Sanatta gerçekçilik, bir “estetik” kavram olarak 19. yy ortalarında Fransa’da ortaya çıktı. Amaç, doğanın ve yaşamın ayrıntılarına inmek, sorunları saptamak ve onları en yalın biçimde sanat yapıtları ile vurgulamaktı .
| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |