%@ Language=VBScript %>
| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |
Gerçekçiliği savunan Fransız sanatçılar, sanatı klasik ve romantik akademizmin yapaylığından kurtarmak, konularını toplumsal sınıflar ve temalar arasından seçmek gereğinde birleşmişlerdi. Ayrıldıkları nokta ise sanatçının benimseyeceği bakış açısıydı. Kimileri gerçekçi sanat için yoksul halk ve işçi sınıfı ile yakın ilişkiler kurulmasını öngörürken, gerçekçiliğin Honoré de Balzac, Gustave Flaubert ve Emile Zola gibi edebiyat alanındaki temsilcileri, günlük yaşamın, önyargısız, bilimsel bir tutumla incelenmesini ve bir bilim adamının “klinik” bulguları kadar nesnel bir bakış açısıyla ortaya konmasını öne sürdüler.
Çağdaş deneysel bilimlerde, özellikle Fizik biliminde , herhangi bir şeyin saltık
gerçekliğinden söz edilmez. Ancak bu, gerçekliğin yadsınmasını değil,
onun bağıntılı olması anlamını
taşır.
“Gerçek bağıntılıdır”, bu önerme
Einstein’ın ilişkinlik kuramıyla tanıtlanmış ve fiziğin diline yerleşmiş
bulunmaktadır.
Einstein
sonrası Fizik biliminde artık hiçbir kavramın tek başına bir olguyu açıklayamadığı
anlaşılmıştır. Birçok kavram birbiriyle ilişkisinde ve birbirlerini
tamamlayarak bir olguyu açıklayabilmektedir. Bu açıdan hiçbir kavram tek başına
bir gerçeği yansıtamaz;ama bir kavram yumağı, hatta giderek bir kuram, gerçekliği
yansıtabilir.
Bu
demektir ki; “gerçek” saltık ve soyut değil, bağıntılı ve somuttur.
Felsefe
niteliğindeki düşünce akımlarının ortaya çıktığı Antik Yunan’da doğa
düşünürleri bir yandan evrendeki devinimi ve değişmeyi görüyor, diğer
yandan da değişmeden kalan, sürekli olan bir şeyin olması gerektiğini düşünüyorlardı.
Gerçek,
doğanın temelinde bulunan arkhe’dir
dediler. Böylece evren, ”gerçekler evreni” ve “görünüşler evreni”
olarak ikiye ayrıldı.
Pythagoras;gerçeğin iki yüzü vardır;biri “asıl gerçek”, diğeri “gölge gerçek” tir diyerek “görünüş”lere gölge biçiminde de olsa gerçeklik verdi.
Herakleitos akış kuramını oluşturdu, gerçeğin sürekli değişme ve devim olarak “oluş” olduğunu ve ancak Logos (oluş yasası) ile kavranabileceğini söyledi.
Elea’cılar “oluş” u yadsıdılar ve tek gerçeğin “varlık” olduğunu ileri sürdüler.
Örneğin Parmenides’e göre, değişen,
yiten ve kalıcı olmayan şeyler gerçek olamazdı.
Değişme
bir gölgedir, sanıdır;gerçek ise sürekli ve değişmez olandır, o da
varoluşu olmayan “varlık”tır.
Sofist’ler için üzerinde söz edilecek herhangi bir gerçeklik yoktu.
Gorgias, ”gerçek yoktur, varsa da bilinemez, bilinse de anlatılamaz” derken,
Protogoras, ”insan herşeyin ölçüsüdür, ne kadar insan varsa o kadar da gerçek
vardır” demekteydi.
Plato’nun, bir şeyin “öz”ünden, o şeyin pay aldığı, ”İdea”nın gerçek olduğunu ileri sürmesine karşın,
Aristo, bir şeyin “ne” olduğunun anlaşılmasına
(mantıksal uygunluğunun bulunması) gerçeklik verdi.
Bu serimleme bize, Antik Yunan düşünce gelişiminde, nesnel doğa anlayışının, soyut kavramsallığa dönüşüm sürecini göstermektedir.
Görüldüğü
gibi düşüncede, sanatta, bilimde gerçeğin ele alınışı ve anlatımı
temelde bir epistemolojik sorunu yansıtmaktadır.
Epistemoloji
ya da bilgi kuramı bilginin “ne olduğu” ve “nasıl oluştuğu”nu çözümlemeye
çalışır. Eş deyişle, bilgi kuramına bağlı olarak anlam taşıyan diğer
bütün kavramlar gibi gerçek kavramı da aynı yolla anlam taşımaktadır.
Eğer Antik Yunan Eleacılığı’nda olduğu gibi, duyularımızla algıladığımız her şey bir yanılsamadır, bir görüntüden başka şey değildir denirse;buna bağlı olarak duyumlarımızdan gelen algılar da gerçek değildir ve bu yolla bilinemez sonucuna varılır.
Eğer Plato gibi, bilgilerimiz duyusal değil, kavramsal, bu nedenle de ussaldır denirse, bu durumda”bir nesne üstünde, o nesneyi dile getirmek için kullandığımız kavramdan başka bir şey bilemeyiz, bilemediğimiz bir şey ise gerçek olamaz sonucuna varılır.
Plato
ve onun izleyicilerine göre, idealist bilgi kuramına bağlı olarak;bildiğimiz
ve bu nedenle de varolan yalnızca kavramlar ya da geneller, tümeller ve
evrensellerdir.
Bu
demektir ki;dış dünya vardır ama gerçek değildir, gerçeğe bir takım
ussal sınıflamalar ve soyutlamalar ile varılabilir;o halde gerçek, ussal olandır, tümeldir, evrenseldir.
Genel olarak Düşünceci felsefe akımı olarak bilinen ve Elea okulu, Plato, Berkeley ve Hegel’i de içine alan bu akım, gerçeği;”başkaca hiçbir varlığa borçlu olmaksızın bağımsız bir varlığa sahip olan” olarak tanımlamıştır.
Ortaçağ teolojik dünya görüşü, tek ve asıl gerçeğin Tanrı olduğu, dünyanın ise gerçek olmayan olarak bir gölge
olduğu savını egemen kıldı. Dogmalar, tanrısal düşüncenin mantıksal
sonuçlarıydı.
Düşünmenin
görevi, yeni bir bilgiye ulaşmak ya da söylenmemiş bir gerçeği yakalamak
değil, dogmaların doğruluğunu saptayarak inancı güçlendirmekti.
Bir başka
deyişle inanç, akılla doğrulanmalıydı.
Görüldüğü
gibi, tek ve kesin bir gerçekliğin varlığından söz etmek, ancak bir inanç
konusu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Buna
karşın, inanç örgütü olan dinlerin söylem ve yapılarına bağlı olarak
“gerçek” tanımı yine de farklılıklar gösterir.
Dinlerde
ortak olan, gerçeğin bir “bilgi”
konusu değil, “inanç” konusu olduğudur.
Dinler, sonsal gerçeği, genel olarak “Tanrı” kavramında temellendirirler.
Ancak sanıldığının aksine bu ortak yön onları birleştirmez, ayırır. Bu
ayrımı ise Tanrı kavramına yüklenen anlam belirler.
Sonuçta
birer monist olan semitik kökenli üç büyük din Musevilik, Hıristiyanlık
ve Müslümanlıkta bile durum böyledir.
Örneğin
Musevilikte El, Elohim, Adonai gibi belirlenmiş Tanrısal aşamalardan geçilerek
sonsal gerçeklik olan “Y.H.W.H” ye, bir başka deyişle anlamı
betimlenemez, belirlenemez ve bilinemez olarak düşünülen saltık
yokluğa varılır.
Bu bir
“Aşkın ‘Transandans’Tanrı”
anlayışıdır
Hıristiyanlık’ta, Abba “Baba” olarak kişileştirilen Tanrı, Oğul “İsa” da içkinleştirilir. Burada da bir “İçkin ‘İmmanant’ Tanrı” anlayışı görülmektedir.
Müslümanlıkta
ise, varlığı (zatı) ile bilinemez “aşkın”, varoluşu (sıfatları) ile
bilinebilir “içkin” bir Tanrı kavramı vardır.
Bu aşamada
önceki iki görüş birleştirilmek
istenmiştir.(Tevhit)
Uzak Doğu dinlerinde de Tanrı kavramı bu tanımlara benzerlik göstermektedir. Brahman “aşkın”, Atman “içkin” vb. Ancak uzak doğuda yaygın bir din olan Budizm Tanrısız bir din olma niteliğinde görülmekteyse de “Nirvana”(Hiçlik, Yokluk) sonsal gerçeklik olan bir Tanrı niteliği kazanmaktadır.
Ayrıca bu dinlerin mistik ve gnostik yapılarına bağlı olarak Tanrı Kavramı ve varılması amaçlanan sonsal gerçeklik de önemli ölçüde değişiklikler gösterir.
Mistik
anlayışa göre gerçek, hiçbir zaman salt gözlem ve düşünce ile bilinemez.
Gerçeğe mistik deneyimle varılır.
Mistik
deneyim;gerçekliğin akıl-dışı ve doğrudan doğruya yaşanması demektir.
Bu deneyimde duyu, algı ve düşünce
dünyası aşılır, bilinen nesne yaklaşımı ortadan kalkar. Kişisel benlik,
farklılaşmamış bütünselliğe katılarak Gerçeklikte, Gerçek olur.
Bu
yolla gerçeğe ulaşanlar evrendeki tüm nesne olgu ve olayların bütünselliğini
ve karşılıklı etkileşimlerini kavramış olurlar. Dünyadaki her görünüm,
“tek ve bütün” olan bu gerçeğin parçasal dışa vurumudur.
Yeniçağ ya da Rönesans, Skolastik düşünce biçimin karşı, ussal ve bilimsel düşüncenin öne çıkarıldığı dönemdir. Artık gerçeğin ölçütü “düşünce” ve “us” olmuştur.
Descartes; “Kuşkulandığım hiçbir şey gerçek değildir. Ancak, kuşkulanıyor
olmamdan kuşkulana- mam, bunun için kuşku düşüncemin kaynağıdır”
demekle, ilk gerçek düşüncenin “kuşku
edimi” olduğu sonucuna varmıştır. Düzenli düşünme edimi için ise
yöntem gerekli olduğundan, kuşkunun kuşkunun yöntemli kılınması
gerekiyordu. İşte Descartes bunun “analiz yöntemi” olduğunu düşünce dünyasına
kazandırdı.
Bu
anlayışa göre, bir şeyi ayrıştırılabilir
en son haline taşımak, onu açık seçik kılacak ve kuşkuyu ortadan kaldırarak
bizi gerçeğe ulaştıracaktır.
| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |