<%@ Language=VBScript %> GERÇEK KAVRAMI Sayfa 2

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

SAYFA> | 1 | 2 | 3 |   

            

Gerçekçiliği savunan Fransız sanatçılar, sanatı klasik ve romantik akademizmin yapaylığından kurtarmak, konularını toplumsal sınıflar ve temalar arasından seçmek gereğinde birleşmişlerdi. Ayrıldıkları nokta ise sanatçının benimseyeceği bakış açısıydı. Kimileri gerçekçi sanat için yoksul halk ve işçi sınıfı ile yakın ilişkiler kurulmasını öngörürken, gerçekçiliğin Honoré de Balzac, Gustave Flaubert ve Emile Zola gibi edebiyat alanındaki temsilcileri, günlük yaşamın, önyargısız, bilimsel bir tutumla incelenmesini ve bir bilim adamının “klinik” bulguları kadar nesnel bir bakış açısıyla ortaya konmasını öne sürdüler.

Çağdaş deneysel bilimlerde, özellikle Fizik biliminde , herhangi bir şeyin saltık gerçekliğinden söz edilmez. Ancak bu, gerçekliğin yadsınmasını değil, onun bağıntılı olması anlamını taşır.
“Gerçek bağıntılıdır”,  bu önerme Einstein’ın ilişkinlik kuramıyla tanıtlanmış ve fiziğin diline yerleşmiş bulunmaktadır.

Einstein sonrası Fizik biliminde artık hiçbir kavramın tek başına bir olguyu açıklayamadığı anlaşılmıştır. Birçok kavram birbiriyle ilişkisinde ve birbirlerini tamamlayarak bir olguyu açıklayabilmektedir. Bu açıdan hiçbir kavram tek başına bir gerçeği yansıtamaz;ama bir kavram yumağı, hatta giderek bir kuram, gerçekliği yansıtabilir.
Bu demektir ki;  “gerçek” saltık ve soyut değil, bağıntılı ve somuttur.

 Felsefe niteliğindeki düşünce akımlarının ortaya çıktığı Antik Yunan’da doğa düşünürleri bir yandan evrendeki devinimi ve değişmeyi görüyor, diğer yandan da değişmeden kalan, sürekli olan bir şeyin olması gerektiğini düşünüyorlardı.
Gerçek, doğanın temelinde bulunan arkhe’dir dediler. Böylece evren, ”gerçekler evreni” ve “görünüşler evreni” olarak ikiye ayrıldı.

 Pythagoras;gerçeğin iki yüzü vardır;biri “asıl gerçek”, diğeri “gölge gerçek” tir diyerek “görünüş”lere gölge biçiminde de olsa gerçeklik verdi.

Herakleitos akış kuramını oluşturdu, gerçeğin sürekli değişme ve devim olarak “oluş”  olduğunu ve ancak Logos (oluş yasası) ile kavranabileceğini söyledi.

Elea’cılar “oluş” u yadsıdılar ve tek gerçeğin “varlık” olduğunu ileri sürdüler. Örneğin Parmenides’e göre, değişen, yiten ve kalıcı olmayan şeyler gerçek olamazdı.
Değişme bir gölgedir, sanıdır;gerçek ise sürekli ve değişmez olandır, o da varoluşu olmayan “varlık”tır.

Sofist’ler için üzerinde söz edilecek herhangi bir gerçeklik yoktu.
Gorgias, ”gerçek yoktur, varsa da bilinemez, bilinse de anlatılamaz” derken, 
Protogoras, ”insan herşeyin ölçüsüdür, ne kadar insan varsa o kadar da gerçek vardır” demekteydi.

Plato’nun, bir şeyin “öz”ünden, o şeyin pay aldığı, ”İdea”nın gerçek olduğunu ileri sürmesine karşın, 
Aristo
, bir şeyin “ne” olduğunun anlaşılmasına (mantıksal uygunluğunun bulunması) gerçeklik verdi.

Bu serimleme bize, Antik Yunan düşünce gelişiminde, nesnel doğa anlayışının, soyut kavramsallığa dönüşüm sürecini göstermektedir.

Görüldüğü gibi düşüncede, sanatta, bilimde gerçeğin ele alınışı ve anlatımı temelde bir epistemolojik sorunu yansıtmaktadır.
Epistemoloji ya da bilgi kuramı bilginin “ne olduğu” ve “nasıl oluştuğu”nu çözümlemeye çalışır. Eş deyişle, bilgi kuramına bağlı olarak anlam taşıyan diğer bütün kavramlar gibi gerçek kavramı da aynı yolla anlam taşımaktadır.

Eğer Antik Yunan Eleacılığı’nda olduğu gibi, duyularımızla algıladığımız her şey bir yanılsamadır, bir görüntüden başka şey değildir denirse;buna bağlı olarak duyumlarımızdan gelen algılar da gerçek değildir ve bu yolla bilinemez sonucuna varılır.

Eğer Plato gibi, bilgilerimiz duyusal değil, kavramsal, bu nedenle de ussaldır denirse, bu durumda”bir nesne üstünde, o nesneyi dile getirmek için kullandığımız kavramdan başka bir şey bilemeyiz,  bilemediğimiz bir şey ise gerçek olamaz sonucuna varılır.

Plato ve onun izleyicilerine göre, idealist bilgi kuramına bağlı olarak;bildiğimiz ve bu nedenle de varolan yalnızca kavramlar ya da geneller, tümeller ve evrensellerdir.
Bu demektir ki;dış dünya vardır ama gerçek değildir, gerçeğe bir takım ussal sınıflamalar ve soyutlamalar ile varılabilir;o halde
gerçek, ussal olandır, tümeldir, evrenseldir.

Genel olarak Düşünceci felsefe akımı olarak bilinen ve Elea okulu, Plato, Berkeley ve Hegel’i de içine alan bu akım, gerçeği;”başkaca hiçbir varlığa borçlu olmaksızın bağımsız bir varlığa sahip olan” olarak tanımlamıştır.

Ortaçağ teolojik dünya görüşü, tek ve asıl gerçeğin Tanrı olduğu, dünyanın ise gerçek olmayan olarak bir gölge olduğu savını egemen kıldı. Dogmalar, tanrısal düşüncenin mantıksal sonuçlarıydı.
Düşünmenin görevi, yeni bir bilgiye ulaşmak ya da söylenmemiş bir gerçeği yakalamak değil, dogmaların doğruluğunu saptayarak inancı güçlendirmekti.
Bir başka deyişle inanç, akılla doğrulanmalıydı.

Görüldüğü gibi, tek ve kesin bir gerçekliğin varlığından söz etmek, ancak bir inanç konusu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Buna karşın, inanç örgütü olan dinlerin söylem ve yapılarına bağlı olarak “gerçek” tanımı yine de farklılıklar gösterir.
Dinlerde ortak olan, gerçeğin bir “bilgi” konusu değil,  “inanç” konusu olduğudur.

Dinler, sonsal gerçeği, genel olarak “Tanrı” kavramında temellendirirler. Ancak sanıldığının aksine bu ortak yön onları birleştirmez, ayırır. Bu ayrımı ise Tanrı kavramına yüklenen anlam belirler.
Sonuçta birer monist olan semitik kökenli üç büyük din Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta bile durum böyledir.

Örneğin Musevilikte El, Elohim, Adonai gibi belirlenmiş Tanrısal aşamalardan geçilerek sonsal gerçeklik olan “Y.H.W.H” ye, bir başka deyişle anlamı betimlenemez, belirlenemez ve bilinemez olarak düşünülen saltık yokluğa varılır.
Bu bir “Aşkın ‘Transandans’Tanrı” anlayışıdır

Hıristiyanlık’ta, Abba “Baba” olarak kişileştirilen Tanrı, Oğul “İsa” da içkinleştirilir. Burada da bir “İçkin ‘İmmanant’ Tanrı” anlayışı görülmektedir.

Müslümanlıkta ise, varlığı (zatı) ile bilinemez “aşkın”, varoluşu (sıfatları) ile bilinebilir “içkin” bir Tanrı kavramı vardır.
Bu aşamada önceki iki görüş birleştirilmek istenmiştir.(Tevhit)

Uzak Doğu dinlerinde de Tanrı kavramı bu tanımlara benzerlik göstermektedir. Brahman “aşkın”, Atman “içkin” vb. Ancak uzak doğuda yaygın bir din olan Budizm Tanrısız bir din olma niteliğinde görülmekteyse de “Nirvana”(Hiçlik, Yokluk) sonsal gerçeklik olan bir Tanrı niteliği kazanmaktadır.

Ayrıca bu dinlerin mistik ve gnostik yapılarına bağlı olarak Tanrı Kavramı ve varılması amaçlanan sonsal gerçeklik de önemli ölçüde değişiklikler gösterir.

Mistik anlayışa göre gerçek, hiçbir zaman salt gözlem ve düşünce ile bilinemez. Gerçeğe mistik deneyimle varılır.
Mistik deneyim;gerçekliğin akıl-dışı ve doğrudan doğruya yaşanması demektir. Bu deneyimde duyu,  algı ve düşünce dünyası aşılır, bilinen nesne yaklaşımı ortadan kalkar. Kişisel benlik, farklılaşmamış bütünselliğe katılarak Gerçeklikte, Gerçek olur.
Bu yolla gerçeğe ulaşanlar evrendeki tüm nesne olgu ve olayların bütünselliğini ve karşılıklı etkileşimlerini kavramış olurlar. Dünyadaki her görünüm,   “tek ve bütün” olan bu gerçeğin parçasal dışa vurumudur.

Yeniçağ ya da Rönesans, Skolastik düşünce biçimin karşı, ussal ve bilimsel düşüncenin öne çıkarıldığı dönemdir. Artık gerçeğin ölçütü “düşünce” ve “us” olmuştur.

Descartes; “Kuşkulandığım hiçbir şey gerçek değildir. Ancak, kuşkulanıyor olmamdan kuşkulana- mam, bunun için kuşku düşüncemin kaynağıdır” demekle, ilk gerçek düşüncenin “kuşku edimi” olduğu sonucuna varmıştır. Düzenli düşünme edimi için ise yöntem gerekli olduğundan, kuşkunun kuşkunun yöntemli kılınması gerekiyordu. İşte Descartes bunun “analiz yöntemi” olduğunu düşünce dünyasına kazandırdı.
Bu anlayışa göre, bir şeyi  ayrıştırılabilir en son haline taşımak, onu açık seçik kılacak ve kuşkuyu ortadan kaldırarak bizi gerçeğe ulaştıracaktır.

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |