<%@ Language=VBScript %> EPİSTEMOLOJİK ve METODOLOJİK AÇIDAN FOLKLORİK ve ŞARLATANCA UYGULAMALARLA PSİKİYATRİK TEDAVİNİN FARKI Sayfa 2

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

SAYFA> | 1 | 2 | 3 |   

METAFİZİK, ONTOLOJİ, FELSEFE & BİLİM TARTIŞMASI

Ontoloji “yaratıklar bilgisi, yaratılış ilmi, gerçeğin asıl kendisini ve niteliğini inceleyen disiplin” şeklinde tanımlanabilir. Terim ilk olarak XVII. yy’ da icat edilmişse de, Aristotle tarafından M.Ö. IV. yy’ da ortaya koyulan metafizik veya “ilk felsefe” ile sinonimdir (eşanlamlıdır). Zamanla, metafizik terimi felsefî kozmoloji ve psikoloji gibi diğer çalışma alanlarını da kapsar hâle geldiği için, varlığın araştırılması anlamında ontoloji terimi tercih edilir olmuştur. Bir Alman rasyonalisti olan Christian Wolff tarafından XVIII. yy’ da meşhur edildi; varlıkların özleriyle (essences) ilgili zorunlu gerçeklerin keşfedilmesine çalışan dedüktif bir disiplindi (bu noktada self kavramının karşılığı olarak kendilik yerine öz kelimesinin kullanılması hususunda ısrar eden bir meslektaşımızın şöyle bir başlığı Türkçe’ye nasıl tercüme edebileceği çağrışımı kafamda canlanıverdi“The essence of the Self”; herhâlde şöyle bir şey olacak: “Özün Özü”!  Böyle garabet olur mu sualinin cevabı da hazır: Cümlenin gelişinden nasıl olsa anlaşılır)!

Onun ünlü takipçisi Immanuel Kant ontolojik tartışmaları hem dedüktif (tümdengelimsel) bir sistem olarak eleştirdi, hem de ulu ve mükemmel bir varlık olarak Allah’ın mutlaka var olması şartı gibi tartışmalarda etkili, alaycı çürütmeler getirdi (ileride bu hususa tekrar değinilecektir).

Metafiziğin XX. yy’ da yeniden gündeme gelmesiyle, bilhassa Martin Heidegger gibi varoluşçular ve fenomenolojistler arasında, ontoloji ve ontolojik düşünce tekrar önem kazandı. Konuya bilim felsefesi açısından bakıldığında, Ortaçağ boyunca Hıristiyan dogmatizmi ve yobazlığı altında inim inim inleyen Batı Medeniyeti’nin Rönesans ve Reform hareketleriyle zincirlerinden kurtulması sonucunda gelişen pozitivizm düşüncesi, ifrata kaçarak materyalist bir mâhiyet kazanmıştır. Ne kadar ironik bir vâkıâdır ki, Rönesans ve Reform hareketlerinin filizlenmesinde, hattâ Protestanlık’ın kurulmasında Haçlı Savaşları boyunca, özellikle de bâzı şövalyelik tarîkatlerinin vâsıtasıyla, Batı’nın Doğu ezoterizmiyle ve İslâm tasavvufuyla tanışmasının büyük rolü olmuştur.

O dönem dünyasında Müslüman bilim adamları gerek fiziksel gerekse teorik bilimlerde büyük icat ve keşifler yapmaktaydılar ve impetusları da İslâm’dı! Bunlar arasında sıfır kavramının bulunması, cebirin icadı, astronomik gözlemler, çeşitli matematik teoriler, Türk asıllılardan El Birunî’nin ilk robotları ve otomasyon teknolojisini icadı..

İbn-i Hâldun’un ünlü Mukaddime’siyle, Comte’dan çok önce sosyolojinin temellerini atması..

İbn-i Sinâ’nın (Batı kaynaklarında Hippocrates’e de, Galenius’a da el veren büyük tıp üstadı Avicenna diye geçer) başta tıp olmak üzere pek çok sahâda gerçekleştirdiği muazzam buluşlar gibi niceleri sayılabilir.

Alman filozof Edmund Husserl fenomenoloji terimini bütün bir felsefe için kullandı.

Varoluşla, varlığın mâhiyetiyle ilgili sonu gelmez bütün tartışma ve teorileri bir tarafa attı; onları inkâr da etmedi, sâdece kaâle almadı. Geleneksel metafiziğin psikalistik (physicalistic), psikolojistik (psychologistic) veya lojistik (logistic) prekritik peşin hükümlerle dolu ve istilâ edilmiş olduğunu söyledi.

Varlıklara fenomenler (hâdiseler) olarak bakmayı, neden ve niçin suâllerini sormamayı teklif etti. İki tür ontolojiden bahsetti.

“Tek”, “pek çok”, “kısmî” gibi anlamların veya özlerin hüküm sürdüğü ve kendisinin boş olarak nitelediği Formel Ontolojiler.

Duyusal yaşantının, yapısının ve anlamının transandantal araştırmalarla keşfedilip haritalandığı Materyal Ontolojiler. Kant’ın “dalga geçtiği” eski ve güçlü bir gelenek de metafiziğin, felsefî bilimler de dâhil olmak üzere, bütün bilimlerin kraliçesi olduğu inancıdır. Bu fikir, muhtemelen, mantık, ahlâk (ethics) alanlarında çalışanlar kadar, fizikçilerin ve biyologların dahi belli bir konuda en doğru ve nihaî kararı veya düzeltmeyi ancak bir metafizikçinin yapabileceğine inanmalarından kaynaklanmaktadır. Mantıkla, ahlâkla ve yasalarla uğraşanlar da bireysel ajanın ne yaptığı hususunda “kerameti kendinden menkûl" cevap verici bir ünite olduğunu varsaymadıkça bir yere varamazlar; metafiziğin görevi de bu varsayımı kritik incelemeye konu kılmaktır. Bu perspektifle bakıldığında, mantıkçıların veya ahlâkçıların elde ettikleri her türlü sonuca (iddiaya) eğreti ve şartlı (provisional) gözüyle bakmak gerekiyordu (burada, esasen aynı anlama gelen ama biri Lâtince’den, diğeri Grekçe’den menşe alan ethics ve morality arasındaki görünmez mürekkeple yazılmış muğlâk farkı hatırlamak gerekiyor; bunlardan birine ahlâk, diğerine erdem [wisdom, fazilet] demenin kavram kargaşasını arttırmaktan başka bir şeye yaramayacağını düşünüyorum; tıpkı “özün özü” saçmalığında olduğu gibi).

Hegel’in takipçileri bu iddiaları ihtiraslı bir inanç sistemi hâlinde geliştirdiler ve mantıkla ahlâkı felsefenin küçük dalları gibi gördüler. XX. yy’ da özellikle İngiltere’de ve ABD’de bu Hegeliyen bakış açısına ciddî îtirazlarda bulunuldu ve ahlâkla mantığın özerkliği, metafizikten bağımsızlığı vurgulandı.

1903’te Principia Ethica’daki bölümünde G.E. Moore “bu iyidir” gibi ifâdelerin emsâlsiz olduklarını, ne tabiî ne de metafizik hakikatlere indirgenemeyeceklerini, idealist inançların eninde sonunda bir hezeyana dayandıklarını savundu.

Bu tip yaklaşım, her şeye rağmen, mantık âlemiyle gerçekler âleminin arasındaki ilişkiyi yeterince izah edemiyordu ve mantığın kendi içerisinde tutarlı otonom bir disiplin telâkki edilmesiyle nihaî anlamda hiçbir şey çözülemiyordu.

Metafizik referans şu veya bu derecede mevcudiyetini koruyordu. Metafizikçi filozofların dedüktif yaklaşımları metafiziği a priori bir bilim hâlinde telâkki ediyordu; öne sürülen fikirler hem sonucu içerisinde barındırıyordu, hem de kendileri zâten doğruydular. Spinoza, Descartes’inkine benzer bir bilgi târifi benimseyerek metafizik tartışmaları geometrik bir üslûpla ele alarak 8 târif, 8 aksiyom, 36 önerme getirdi. Bu ve benzeri çabalar metafiziği sâdece a priori olmaktan çıkarıp, emprik bir bilim vasfına da kavuşturmaya çalışıyordu. 

Her ne kadar bu yaklaşım ilk anda itici gibi görünebilirse de, “insan hakları”nın, “evrensel ahlâkın” ve bütün dünyadaki moral değerlerin esâsının ne olduğunun epistemolojik izahına doğru atılmış bir adımdır.

Akla, tâ evrimin erken dönemlerinden beri gelen toplumsal normların arketipler hâlinde kollektif şuur dışımıza kazınmış olarak taşındıkları “varsayımı” geliyor.

BİLİMSEL BİLGİ İLE BİLİMSEL OLMAYAN BİLGİNİN FARKI SORUNU

Buraya kadar çeşitli bilgi ve bilim kuramlarını, olabildiğince tarafsızca, metafiziği de işin içine katarak özetlemeye çalıştım.

Batı’da bilimlerin dinden ve felsefeden özerkleşmesi ve özelleşmesi (specialization) oldukça yeni bir gelişmedir. Bir asırdan kısa bir süre öncesine kadar teorik fizikten “natürel felsefe” diye bahsediliyordu ve ahlâkî felsefe (moral philosophy) ve metafizik felsefeden farkı belirgin değildi. Bir yandan da, bu diyalektik osilasyonun makûl bir orta yolda âhenk bulması, yeni bir sentezin yakalanması kaçınılmazdı.

Gerçekten de öyle bir noktaya geldi ki bilim, maddeyi böldükçe (mikro kozmosa daldıkça) sâdece ve sâdece enerji kalıyor elinizde; aynı şey makro kozmos için zâten geçerli. Doğruluğu büyük ölçüde kabûl gören Big Bang'in niçin ve nasıl olduğu, entropi kanununun olması gerekenin tam aksine, negantropi yönünde işlemesi, ilk yaratılıştan sonra her plânda muazzam bir evrimin süregelmesi... 

Bütün bunlar bir “Ulu Yaratıcı ve Yönetici” fikrini kaçınılmaz şekilde akla getiriyor bana sorarsanız, ama, bu dahi bir faraziyedir.

Akılcılıktan çıkıp nakilcilik batağına düşmeden önceki devirlerde, İslâm’ın müspet ilim için nasıl bir impetus oluşturduğundan biraz önce bahsetmiştik ama, artık, genel olarak İslâm âleminin hâline bakıldığında, işler hiç de öyle görünmüyor. Bilimlerin dinlerin yerini almakta yeterli olmadığı, hattâ eski yobazca eğilimlerin yanı sıra, çok daha sûfî, mistik ve dinî akımların gittikçe güçlenerek Batı dâhil, bütün dünyada gelişmekte olduğuna işaret eden gelişmeler var.

Bâzılarının iddia ettikleri gibi bilimler dinlerin yerini mi aldı, yoksa gene başka bâzılarının söylediği gibi, bilim yoluyla Tanrı' ya dönüş çağını mı yaşıyoruz?

Bâtıl îtikatlar ve hurafelerle, doğru inançlar (!) ve bilimsel bulgular nasıl anlaşacaklar?

Bilimle imanın arası nasıl bulunacak?

Eğer varsa dinin gerçek anlamıyla yobazlığın hudut çizgisi nasıl çizilecek?

Eric Hoffer’ın tâbiriyle “kesin inançlıların” elinden nasıl kurtulacağız? 

Taassup (yobazlık) bir hayat ve düşünce tarzının ismi.

Sâdece dindarın değil, her fikrin müdafîinin mutaassıbı vardır. At gözlüklerini takmış, kendisininkinden başka hiç bir fikre veya düşünceye saygısı, tahammülü olmayan yobazların kolayca kutup değiştirebildikleri de bir vâkıâdır. Kızılken kara olurlar, yeşilken mor. Tedavisi çok zor bu illetin temelinde ise kendine güvensizlik, yetersizlik, cehalet, beyin yıkanması gibi sebepler yatar.

Safsatayla “doğru inancın” (yâni doğru bilginin) sınırlarını nasıl bileceğiz?

P. Hoodbhoy'un kitabından: “...Bir Bilim Öncesi Kuramı: Bilimsel ve bilimsel olmayan düşünce tarzları arasındaki farkı kesin bir şekilde belirlemek için, Wendel Johnson'un "plogglies" konulu, eğlenceli küçük masalını buraya aktarmak istiyorum. Söz konusu masal, bu farkı son derece güzel bir şekilde ortaya koymaktadır.

"Bir zamanlar, ülkedeki en akıllı insanların bile üzerinde yıllarca kafa patlattıkları iki şaşırtıcı muammâ varmış... Her kim bir kalem bulmak istediğinde bulamaz ve her kim kurşun kalemini açmak istediği zaman, kalemtıraşının mutlaka yontu zerrecikleriyle dolu olduğunu görürmüş. Durum son derece can sıkıcıymış. Halk arasında hayli kargaşa meydana geldikten sonra, hükümet, bir soruşturma yapması ve bu rezalete uygun bir açıklama getirmesi için seçkin filozoflardan oluşan bir komite atamış... Sabrı taşmış ve çılgına dönmüş olan halkın, bir sonuç alınması için, sesini her zamankinden fazla yükselttiği bir ortamda, komitenin çalışmaları çok yorucu şartlar altında yürütülüyormuş. Herkese çok uzun gelen bir sürenin sonunda, komite, devlet reisinin huzuruna çıkarak, iki muammaya ilişkin gerçekten parlak bir açıklamada bulunmuş. Meğerse olay oldukça basitmiş. Ortaya konan teoriye göre, yerin altında "ploggly" denen birçok küçük insan yaşıyormuş. Geceleri, herkes uykuya daldığı zaman, bu küçük insanlar evlere giriyor, sür'atle her yere dağılıyorlar, bütün kurşun kalemleri topluyorlar, daha sonra da kalemtıraşa uzanıp, kalemleri aça aça bir güzel öğütüyorlarmış. Sonra yerin altına geri dönüyorlarmış. Böylece büyük ulusal kargaşa dinmiş. Teorinin parlak olduğu belli. Tek vuruşta iki muammâya da açıklık getirmiş." 

"Plogglies" kuramı neden bilimsel bir kuram değildir? Bunun cevabı, sezgisel olarak meydandadır. Kuram, bir tek veriler bütününe uyarlanacak şekilde ortaya atılmıştır; başka hiç bir yerde uygulanamayacağı gibi, yeni hiç bir şeyi de önceden kestirememektedir. Geçmişte "ploggly" türü kuramların yeni bilgiler kazandırıp kazandırmadığı bilinmemektedir; ayrıca, bize bu yaratıklara ne zaman başvurulması gerektiğini anlatan, bilinen herhangi bir ilke de yoktur. Üstelik, "ploggly"lerin başka ne gibi alışkanlıkları olduğunu da bilmediğimiz için, geceleri ortaya çıksalar bile, onlardan başka ne beklememiz gerektiğini de bilemeyiz. Bir başka deyişle, "ploggly" kuramının sınanabilecek bir sonucu olmadığı gibi, kimse böyle bir şey yapabileceğini de düşünmemektedir. Tabiî ki, kişi, arzu ederse "ploggly"lere bir iman konusu olarak inanmaya devam edebilir.

Çağdaş olmaya çalışan bâzı din adamlarının yanı sıra bilim teorisyenlerinin, büyük bir iyi niyetle de olsa, yeni "ploggly"ler ortaya atmamak için çok daha dikkatli olmaları gerekiyor kanaâtindeyim.

Çağdaş psikiyatride epistemoloji sorununu ne dereceye kadar doğru hâlletmiş bulunduğumuz aslında oldukça tartışmalıdır. Meselâ, psişe modeli olarak hâlâ en muteber olanı Freud’unkidir. Buna göre şuur dışı, şuur, şuur öncesi, id, ego, süper ego gibi katmanlardan oluşan, faaliyetinin büyük çoğunluğu şuur dışında cereyan eden bir ruhsal yapımız vardır.

Pek âlâ da, acaba bu model ve onun istinat ettiği teori gerçeğin ta kendisi midir?

Mutlak bilgi yâni hakikat midir, yoksa tıpkı fizikçilerin elektronu işlerine geldiği zaman parçacık, gelmediğinde kütlesiz bir varlık gibi ele almaları misâli, yaklaşım perspektifimize göre psişe ve psikoloji, hattâ psikopatoloji anlayışımızda farklılıklar mı yaşıyoruz?

Meselâ Jung’un psişe modeli, işin içine kompleksleri, arketipleri ve kollektif şuur dışını kattığı için, Freud’unkinden daha mı az değerli veya geçerlidir?

Meselâ Freudiyen yaklaşımın dinî inançlar birtakım ego savunmaları sâyesinde geliştirilen en azından “nörotik” bir adaptasyon gibi görmesine karşılık, Jungiyen yaklaşımın, kollektif şuur dışı muhtevasını kabûl edilebilir hâle getirdiği için bunların faydalı ve gerekli olduğunu iddia etmesinden hangisi daha doğrudur?

Bu iki büyük mütefekkirin bitmeyen kavgasının çağdaş yansımaları, hele genetik mühendisliğin ve psikobiyolojinin son gelişmeleri altında arketipler ve kollektif şuur dışı kavramlarına çok daha yakın ve çağdaş anlamda sıcak bakmaya başlanmasının sonucu ne olacak?

Çok önemli lâflar eden ve materyalist kalıpları rasyonalist bir perspektifle zorlayan Abraham Maslow gibi psikiyatri düşünürlerine Kaplan gibi kitaplarda neden daha az yer ayrılır oldu, kabahati “prophecy” yapmamak mıydı yoksa dinlerle bilimin barışmasına çabalaması mı?

Rasyonalizmin vâkıâları (olguları) izah etmekte tek başına yetersiz kalması, dinle bilimin barışması konularında Batı’ da başka eserlerin de yayınlanmasına, en azından tanrısallaştırılmamasına sebep olmaktadır. Freud ve onun takipçilerini perestişle, âdetâ bir ideoloji gibi takip eden ve üzerlerine toz kondurtmayan ve yazdıkları bir psikiyatri kitabında beyne ve nörobiyolojiye sâdece 9 (okunuşu dokuz) sayfa yer ayıran [Eisenberg’in deyişiyle “beyinsiz psikiyatri”] müelliflerin eserleri mi, onu ve fikirlerini şiddetle veya daha yumuşak bir üslûpla da olsa, eleştirenlerin kitapları mı daha “bilimseldir”?

Klâsik kavramlarla ve teorilerle izah edilemeyen ama mevcudiyetleri inkâr edilemeyecek bâzı fenomenleri incelemek için Batı’da enstitüler, üniversite kürsüleri kurulurken, bizde neden hâlâ istihza konusudur?

Bazı yazarların alaycı bilge (!) üslûbu içerisinde makûl eleştirinin sınırlarını bilgi eksikliği sebebiyle ne kadar aştığını, bunu yaparken de eksik bilgililerle nasıl dalga geçtiğini acı bir gülümsemeyle okudum; en azından benim bilgi sahibi olduğum akupunktur konusundaki istihzalarını gördükçe, diğer konular hakkında yazdıklarından da kuşkuya düştüm.

Bilim savunuculuğu iddiasıyla ortaya çıkıp halka doğruları anlatmak gibi “kutsal” bir amaç sâikiyle hareket ederken, artık, bir kişinin her şeyi bilmesinin mümkün olmadığını, böyle işlere kalkışırken uzmanlara müracaat etmenin önemini ibretle müşahede ettim.

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |