<%@ Language=VBScript %> EPİSTEMOLOJİK ve METODOLOJİK AÇIDAN FOLKLORİK ve ŞARLATANCA UYGULAMALARLA PSİKİYATRİK TEDAVİNİN FARKI Sayfa 1

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

SAYFA> | 1 | 2 | 3   

Sayın Prof. Dr. Kerem Doksat'a gönülden teşekkürlerimizle,
 

EPİSTEMOLOJİK ve METODOLOJİK AÇIDAN FOLKLORİK ve ŞARLATANCA UYGULAMALARLA PSİKİYATRİK TEDAVİNİN FARKI

Epistemoloji, bilginin (knowledge) tabiatını ve sınırlarını araştıran felsefe dalıdır. Bilginin yapısını, menşeini ve kriterlerini inceler. Epistemoloji, aynı zamanda, konuyla irtibatlı bir sıra problemle de ilgilenir. Duyuların idraki, bilinen nesneyle bilen arasındaki ilişki, muhtemel bilgi tipleri ve her bir bilginin muhtemel kat’îyet derecesinin tespiti, hakikatin tabiatı, varılan sonuçların haklı görülmesinin tabiatı... 

Epistemoloji terimi Grekçe episteme’den (bilgi) ve logos’tan (teori, bilim) gelir. Episteme bilgi, epistanai anlama ve bilme + histanai “ayağa kalkmasına sebep olmak” demektir.Epistemoloji için kısa bir târif yapılmak istenirse, “bilgi teorisidir” denilebilir.

GREK MENŞEİ

Epistemoloji Yunanistan’da, bilginin ihtimaliyetini sorgulayan sofistlerce başlatıldı. Sofist Protagoras bir epistemolojik sübjektivistti ve dıştan görülenlerin (görünümler: appearances) bilinebilecek yegâne gerçekler olduğunu ve her bir ferdin bütün şeylerin ölçüsü olduğunu söylüyordu. Mâdemki bütün bilgi kişinin sübjektif yaşantısına istinat ediyordu ve o kişi de hüküm vermekte yalnızdı, bilgi her fert için izafî olmaktan öteye geçemezdi.

Sokrat ve Platon, felsefelerinde bu epistemolojik izafiyete karşı çıktılar. Sokrat öncelikle “târif etme” kavramını izah ederek, bunun, kişilerin izafî kanaâtlerinden ziyâde, bir şeyin esansiyel karakteristiklerini ortaya koyduğunu söyledi. Bunun yanı sıra, sorgulanan şeyin pek çok farklı cihetlerinin tetkik edilmesi vasıtasıyla birtakım târifler geliştirilmesi ve bunların arasındaki ortaklıkların araştırılması yöntemini ortaya koydu; daha sonraları, başkaları bu yönteme endüksiyon (induction: tümevarım) adını taktılar. Platon da, epistemolojik objektivizm yaklaşımında, bilgi objesinin bilen süje’den bağımsız olduğunu savunarak, sofistlere karşı çıktı. Bilginin çeşitli tanımlarını yaptı ve bilginin idrakten ibaret olması fikrini reddetti. Ona göre, belli bir idrakin meydana gelmesinde rol alan duyum (sensation) sübjektif kalmak mecburiyetindeydi çünkü idrak edenin varoluşuna ve tabiatına istinat etmekteydi; halbuki, idrak edilen nesne için bu derecede bir bağımlılık söz konusu değildi. Bilgi ve idrakin yakından bağlantılı olmaları şeklindeki bakış açısı, sonraları, iki farklı pozisyona yol açtı. Eğer idraklerin öznel temsillerden (subjective representations) ibâret olduğu düşünülüyorsa veya kendisi fizik bir nesne olmayan içsel resimler gibi telâkki ediliyorsa, bu bir epistemolojik düalizm anlayışına yol açacaktı. Bu durumda da, bu zihinsel entiteyle veya idrakle fizik nesne arasındaki münasebetin (bağıntı: relation) izahı sorun oluşturuyordu. Ayrıca, bu çeşitten bir düalizm, her türlü fizik nesneye inanmanın haklılığını zora sokuyordu çünkü zihnin bilebileceği her şeyin sâdece temsillerden ibaret olması fikrini taşıyordu ve solipsizme (tekbencilik: enniye) düşme tehlikesini barındırıyordu. Eğer idrakler objektif şeyler ve sübjektif entitelerden ziyade haricî nesnelerin kısımları olarak telâkki edilirse, o zaman doğrudan ve saf bir gerçekçilik (realizm) ortaya çıkıyordu. Bu sefer de, farklı gözlemcilerce fizik nesnelerin kalitelerinin çelişkili ve farklı şekilde idrak edilmesi vâkıâsının (olgusunun) altında yatan sebebin, bunun nesnelerin tabiatıyla ilgisinin izahı sorunu gündeme geliyordu. Birisi bir yola baktığında, onun gittikçe daralarak ufukta birleştiğini görür, aynı yolun öbür ucundaki bir gözlemci ise aynı şeyi tam aksini müşahede eder ama tam zıt istikamette. Pekalâ, gerçek hangisidir?

Platon, “Devlet” isimli eserinde, bilginin değişmezliği ve bizatihî bir obje olarak gerçekliği olduğu varsayımından (assumption) hareketle, Formlar Teorisi’ni geliştirdi. Mâdemki duyum yaşantısı dünyası sürekli olarak değişmektedir, bilginin nesnesi de, gerçek de olamazdı. Mâdemki bilgi vardır, bilginin nesnesini teşkil eden ve değişmeyen bir başka bilgi âlemi olmalıdır. Sokrates’in tanımlarıyla Formlar veya İdealar olarak isimlendirilen bu âlem sâdece akıl ve muhakeme yoluyla bilinebilir.

Platon’a göre, bilgi gerçek inanca bir açıklamayla haklı gösterilmiş olarak kavuşuyordu. Haklı gösterilme veya izah İdealar’a müracaat edilerek temin ediliyordu. İşte, bu “gerçek inançla haklı çıkarılabilen temel bilgi” tanımlaması tâ 1960’lara kadar rakip tanımadı.

Platon’un İdealar Âlemi telâkkisi kendisinden sonraki pek çok felsefeyi, hattâ dinleri etkilemiştir ve metafizik felsefenin impetusunu oluşturmuştur. İdealar Âlemi’ndeyken her bilginin tam ve mükemmel olan hakikatine (verity) âşinâ olan ruh, içinde yaşadığımız bu İmtihan Âlemi’ndeyken sâdece onları hatırlar, bilginin esas kaynağı sâdece akıl ve muhakeme yoluyla bilinebilir olan bu hatırlamadır.

Bu özel “hatırlamaya” verdiği isim de pek hoştur: anamnesis..!

Setredilmiş (üstü kapatılmış) hakikatin (verity) banal gerçekler (reality) şeklinde keşfedilmesi demek olan bu terimin tababetin temelini oluşturan hastanın öyküsünü alma san’atına da taşınmış olması boşuna değildir.

SONRAKİ GELİŞMELER

Aristotle bu “haklı gösterilme yoluyla ulaşılan hakikî inanç” yapısını kabûl etti ama Formlar teorisini reddetti. Haklı gösterilme yoluyla ulaşmanın duyusal yaşantıyla gerçekleştiğini söyledi ve bilgiyi öğrenmek ve sunmak için ayrıntılı bir yöntem geliştirdi.

III. yy’ da Sextus Empricus sofistlerin şüpheciliğini (scepticism) gözden geçirerek, bilgi edinmek konusunda Platon’un duyularla idrak konusundaki eleştirisine hak verdiği gibi (duyuların skeptisizmi), Aristotle’nin sâf sebebi reddedişini de kabûl etti (sebebin skeptisizmi). Sonuç ilginçti: Bilgi mümkün değildi! Medieval dönemde bu üç uç arasında değişik tartışmalar yapıldı.

MODERN YAKLAŞIMLAR

Görüldüğü gibi, çeşitli epistemolojik tartışmaların özünde iki temel problematik yatmaktadır.

Bilginin mâhiyeti, kabaca, ne olduğunun açıklanması.. 

Bilgiye nasıl ulaşılacağı...

Konuya ikincisi suâl bağlamında yaklaşıldığında, mes’ele metodolojik (yöntem-bilimsel) bir münakaşa hâlini almaktadır. Yâni ortada bir bilgi vardır da, ona nasıl ulaşılacaktır; burada, a priori olarak bir bilginin varlığı (existence) ve mevcudiyeti (presence) kabûl edilmektedir! 

XVI. ilâ XIX. asırlar arasında daha ziyâde metodolojik tartışmalar yapılmıştır. Materyalizm ve idealizm epistemolojik tartışmalara tutarlı açılımlar getiremiyordu. Matematik ve fizik bilimleri ilerleyip gittikçe artan bir şekilde önem kazandıkça, bunların metodolojileri arasında da rekabet ortaya çıkmıştır. Matematikte sâf sebep temel bilgi kaynağıdır ve istinat ettiği dayanak sâf akıl, metodolojik açıdan da akılcılıktır (rationalism). Fizik bilimlerde ise temel bilgi kaynağı duyusal yaşantılar, metodolojik açıdan da emprisizmdir (empricism: deneycilik ve gözlemcilik). Metodolojiler bilginin sınırlarını tayin etmekte kullanılıyordu; sâdece kabûl edilen metodolojiyle elde edilebilen veya ondan menşe alan bilgi hakikiydi, bunun hâricindekiler sâdece kanaâtten veya inançtan ibâretti. Rene Descartes, Baruch Spinoza ve G. W. Von Leibniz gibi rasyonalistlere göre, kendiliğinden ispatlanmış ve belli olan gerçek aksiyomlara istinat eden bilginin kaynağı da, en son sınanması da dedüksiyonla (tümdengelimle) anlamlandırmadan ibâretti. Bu yaklaşım bilginin kesinliğini izah ediyor ama hatâlı inançların hesabını veremiyordu. Meselâ, paranoyak bir hastanın tutarlı hezeyanlarını, hele bunun bir (folie impose) hâlinde pek çok kişi tarafından paylaşıldığını düşününüz; bunun gerek tarihî gerekse güncel örnekleri hiç de az değildir. John Locke, George Berkeley, David Hume gibi emprisistler ise bilginin duyusal yaşantıdan elde edildiğini ve sınanmasının da bu yolla yapılabileceğini söylüyorlardı; yâni, bir şeyin ne olduğunu bilebilmek ve bunu sınayabilmek için beş duyumuzdan birinin veya birkaçının kullanıldığı deneyler yapılmalıydı. Onlar da hatâların hesabını verebiliyor fakat âlemle ilgili genel, geçer hükümlere varmakta kesinlik sağlayamıyorlardı. Hattâ Hume’ın kendisi endüksiyon (tümevarım) yöntemini şöyle eleştiriyordu: Mâdemki olayların illetleri (gerçek sebepleri: causes) hakkındaki bilgi idrake dayanmaktaydı, idrak da her zaman yanılabilirdi, hatâlı idrakler âdeta istisna değil kâideydi, belli bir illetin dâima ondan beklenen tesirleri hâsıl etmesi konusunda aslâ emin olamazdık ve, bu en temel bilim kanunları için bile geçerliydi!

XIX. yy’da John Stuart Mill illî (causal) ve matematiksel kanunları mâzur gösterebilmek için endüktif (tümevarımsal) yöntemler formüle etmeye gayret etti. Almanya’dan Kant ise bu metodolojilerin açmazlarını aşabilmek için her birinin elemanlarını birleştiren bir yaklaşım getirmeye çalıştı.

Bir kimse yaşantı dünyası (fenomen: phenomenon) hakkında kesinlikten bahsedebilirdi çünkü onu kendisi inşa ediyordu ama dünyanın hakikatte ne olduğu hakkında bilgisi olamazdı (numenon: noumenon). Mâdemki bir kimsenin yaşantısı matematiksel ve illî kanunlarla inşa ediliyordu, bu kanunların evrensel uygulamasını yaşantının kanunlarına tatbik etmeye hiç de gerek yoktu.

Kant’tan sonra hem realizm hem de idealizm tekrar gündeme geldi. Neorealistlerden G. E. Moore “şeylerin sâdece ve basitçe göründükleri gibi olduklarını” söyledi. Her şeyin sâdece zihinde var olduğunu düşünen idealistler için, hakikatin anlamı ciddî bir sorun hâline geldi ve hakikatle ilgili bir koherans (tutarlılık, iltisak) teorisi geliştirdiler. Buna göre, hakikatin standardı daha büyük bir önerme (proposition: kaziye) sistemine istinat eden bir önermenin mantıkî tutarlılığı idi.

Wittgenstein gibi filozoflar bâtıl îtikatların, boş inançların da kendi içlerinde tutarlı olabileceğini ifâde ederek bu bakış açısına karşı çıktılar. Wittgenstein hakikati izah etmek için bir tekabüliyet (correspondence: karşılıklılık) teorisini kabûl etti. Buna göre, hakikat, bir fikir veya önerme ile onun nesnesi arasındaki ilişkiden ibâretti. Gene de, bu yaklaşım, filânca galaksideki göksel varlıklardan, Mevlâna’dan ve Atatürk’ten “vahiyler” aldığını söyleyerek, Kur’an-ı Kerîm’i tamamlayıcı son kitabı tebliğ ettiğini söyleyen veya cinleriyle halvet olan kişilere ne diyeceğiz?

Burada da bir fikir veya önerme ile onun farazî nesnesi arasında ilişki söz konusudur. Analitik ve linguistik felsefe, fenomenoloji ve pragmatizm gibi felsefe ekolleri de bilginin kaynağı, mâhiyeti konularında epistemolojik tartışmalar gündeme getirdiler.

Bilinemezcilik (agnostiklik) akımının zirvesi olan Popper ise hakikatin aslâ bilinemeyeceğini, sâdece faraziyelerde, varsayımlarda bulunulabileceğini ifade ederek her türlü realist, idealist veya materyalist akıma karşı çıktı. Platon’un, Hume’ın, Wittgenstein’in, Marx’ın ve daha pek çok mütefekkirin, filozofun öğretilerine ağır tenkitler getirdi. Meselâ, Platon’un İdealar’ını şöyle eleştiriyordu.

“İDEALAR yani GÖSTERMELER veya TERİMLER CÜMLELER veya ÖNERMELER ve/ veya KAVRAMLAR, KURAMLAR, KELİMELER, İDDİALAR (SAVLAR) ile dile getirilebilirler.

Bunlar ANLAMLI DOĞRU olabilirler; onların ANLAM’ ları DOĞRULUK’ ları, TARİFLER, TÜRETİMLER yoluyla TASVİR EDİLMİŞ (BE- İLK ÖNERMELER’e TİMLENMİŞ  KAVRAM’lara). Bu yolla bunların ANLAM larının DOĞRULUK larının (indirgenmek yerine) oluşturulması çabası, fâsit bir daireye (kısır döngüye) götürür.

Popper’ın ünlü teist, bir sinir bilimci olan Eccles’la zihin-beden ilişkisi konusundaki son derecede keyifli ve seviyeli tartışmaları unutulmazdır.

Zihin beden problemi hâlâ ciddî bir açmazı içerisinde barındırmakta, psikiyatrlar tarafından tartışılmakta, DSM-IV’ ün giriş kısmında “yerine koyacak daha iyi bir terim bulunamadığı için” zihinsel bozukluklar (mental disorders) başlığının kullanılmasından duyulan rahatsızlık dile getirilmektedir.

Bütün bu mes’eleleri çağdaş ve kendine has yorumuyla ele alan yazarların da Türkiye’de yetiştiğini memnuniyetle müşahede ediyoruz.

Bir kongre için gittiğimiz Paris’te bu dostlarımdan biri ile yaptığımız sohbette  bana “Kerem hocam, sen bir ayağın metafizik ve dinde, diğer ayağın felsefe ve bilimde bir yerde duruyorsun” demişti. Sonradan onun bu sözleri üzerinde çok düşündüm ve bir gün telefon edip;“Yâhu  ben bayağı iyi bir yerde duruyormuşum” diye takıldığımda cevabı yapıştırdı “kaygan bir zemin bu, tehlikeli”, gülüştük. Burada, sanıyorum dostumun kastettiği tehlike iki türlüydü: 

Bilimden uzaklaşıp bâtıllık batağına düşmek.

Aslâ böyle bir şey yapmasanız da, felsefî düşünceden nasibi olmayanlar tarafından öyle olduğunuzun zannedilmesi veya kötü niyetli kişilerce, öyle olduğunuz karalamasının dedikodusunun yapılması.

Aslında çok önemli bir tespitti bu, tam anlamıyla agnostik veya ateist olanlar hâricinde, hangimiz bu kaygan zeminde durmuyoruz ki?

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |