<%@ Language=VBScript %> DEĞİŞİM EVRENİN TOPLUMUN VE BİREYİN ŞAŞMAZ DÜZENİDİR Sayfa 2

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

SAYFA> | 1 | 2 | 3 |   

İNSANIN GELİŞİM VE DEĞİŞİMİ :

YAŞAM IRMAĞI : Bir pınar veya ırmak gibi akarsu kıyısında yürürken, bu akarsuyun yanında göllenmiş, ya balıkçıların ya da doğanın kendi marifetiyle oluşturduğu su birikintilerini çoğumuz fark ederiz. Durmadan aynı kararda, derinlemesine ve genişlemesine akan yaşam ve canlılık dolu pınar veya ırmağın aksine akarsu ile bağlantısı kopmuş, üzeri pislikten bir kabukla örtülmüş, durgun ve hareketsiz duran bu su birikintileri ve gelişigüzel oluşmuş havuzcukları fark etmemek olası değildir.

İnsanlar da tıpkı bu şekilde, hızla akan yaşam ırmağının yanında, kendilerine küçük havuzlar kazar, o havuzlarda yaşamlarını sürdürür, o havuzlarda ölüp giderler. Kimileri için varoluş, bu durgunluktan gelen kokuşmuşluğun ve böyle bir yozlaşmanın adıdır. Bu benzetme ile vurgulanmak istenen; bizim istek ve arzuladığımız bazı şeylerin hep aynı kalması, bazı istek ve hırslarımızın hiç değişmemesi, bize haz ve zevk veren şeylerin sürüp gitmesi, özetle sevdiğimiz, beğendiğimiz şeylerin hiç değişmeden öyle kalmasıdır. Hızlı akan bu yaşam selinden korunmak için küçük bir çukur kazıp, çevresine de barikatlar kurmaya çalışıyoruz. O kazdığımız çukurun içine de kendimizi, ailemizi, tutkularımızı, korkularımızı, kültür değerlerimizi kapatarak yaşamımızı sürdürmeye çabalarken, yaşamın yanımızdan akıp gitmesine seyirci kalıyoruz.

Yaşam ırmağında, yaşam seli hiç durmadan öylesine hızlı akar, öylesine derinlikleri, öylesine olağanüstü canlılık ve ihtişamı vardı ki, ırmağın kıyısında oturduğumuzda onun nağmelerini, kıyılarını yalayan, durmadan akıp giden suyun sesini duyarız. Akan bu sularda her zaman, genişliğine ve derinliğine kımıltılar mevcut olmasına karşın, yaşam ırmağından kopuk, durgun havuzcuklarımızda bir hareketsizlik, durgunluk hakimdir. Bu durgunluk ve değişmezlik belki de çoğumuzun istencidir! Hiçbir şeyin değişmemesini istemenin amacı; bize zevk veren, keyif veren şeylerin hiç değişmeden olduğu gibi kalması, bize zevk vermeyen şeylerin ise biran önce sona ermesidir. Ör: Soyadımızın bilinmesi ve unutulmadan kalması, soyumuz aracılığıyla devam etmesi ve malımızın mülkümüzün elde bulundurulması v.b. Ancak, bunun yanı sıra ilişkilerimiz ve etkinliklerimizde de tersine bir süreklilik ve değişimin olmasını istemekte ısrar ederiz.

Ama yaşam hiç de böyle durağan olmayıp, değişmeden kalan bir şey değildir. Gerçek şu: yaşam tıpkı bir ırmağa benzer. Durmadan akar, durmadan kıyılarına ulaşmak, onları keşfetmek, sürüklemek, taşmak için her oyuğa girerek durmadan devinip durur.

 Ama biz biliriz ki, insanoğlunun en keskin ve etkili korunma silahı olan akıl ve bilinç; yaşamın bizde de aynı şeyleri yapmasına izin vermez, durmadan değişen bir ortamda yaşamın tehlikeli ve sakıncalı olduğunu görerek gerekli önlemleri alır. Bu önlemler bağlamında akıl; çevresinde geleneğin duvarıyla, örgütlenmiş dinin duvarıyla, siyasal ve toplumsal kuramların duvarıyla kendisini güvence altına almaya çalışarak devamlı değişen ortamlara set çekmeye, onları yok etmeye çalışır. Aile, ad, o küçük erdemler, sahip olduğumuz maddi varlıklar, mal mülk, bütün bunlar duvarın içinde yaşamdan kopuk olgular olup, yaşam dışarıda devamlı akar ve sürekli değişimi de birlikte sürükler.

Hiç bir şeyin değişmeden olduğu gibi kalmasını arzulayan bir akıl ve düşünce yapısı, sonunda betimlemeye çalıştığımız, akan ırmağın yanında göllenmiş su birikintisi gibi durgunlaşır. Bir süre sonra da kokuşur ve yüzeyi de pisliklerden bir kabuk bağlar. Ancak, su birikintisi ile dolu olan ve pislikten kabuk bağlayan bu havuzcukların çevresine duvar örmeyen sınır, engel tanımayan, sığınak aramayan yaratıcı bir akıl ve düşünce yapısı ise tam anlamıyla yaşamla birlikte akabilir, zamandan bağımsız bir şekilde ileriye doğru yol alabilir.

Bir insan kendini arıyorsa, kaybettiği yere bakmalıdır. İnsan bilinçli olarak düşünebildiği, güvenle beklediği ve mümkün olduğuna inandığı her şeyi yapabilir. Evren sınır koymaz; biz inançlarımızla sınırlarız kendimizi.

Herkes kendisini bulmaya çalışır, ama sadece olgun olanlar bunu başarır. Kararlı bir biçimde arayışa girmek de olgunluğun ilk adımıdır.

Durgunluk ve dinginlikten arınmış, değişimle kucaklaşan insanın yaratıcı aklı ve düşünce yapısının ötesinde, insanın fiziksel yapısında da değişimin kaçınılmaz oluşu bilimsel bir gerçektir. Şöyle ki; insan bedeni devingen bir kalıp olup, bedeni oluşturan bireysel hücrelerin hızlı bir tempoyla sürekli olarak doğup ölmelerine, durmadan kendilerini yenilemelerine karşın kalıp olduğu gibi kalır. Kuşkusuz bu kalıp kendisini oluşturan hücrelerin bireysel yapıları olmadan var olamaz, ama onların geliş gidişinden etkilenmeden var olmayı sürdürür. Tıpkı bir kayanın içindeki elektronlarının yapısal devinimlerinin ve titreşimlerinin, kayanın katı oluşumu ve değişmez görünümünü etkilememesi gibi bir şey bu.

Gebelik esnasında bedenimizin yaratılması, fiziksel olarak 9 ay olarak bilinmesine karşın, logaritmik ölçeğe göre, bütün hayatımızın üçte birini kapsar; geriye kalan üçte ikilik zaman ise doğumdan ölüme dek sürer. Hayatımızın üçte birlik dönemi ise doğum anından, aile sistemi içinde kişiliğimizi kazanıp geliştirdiğimiz yedi yaşına kadar sürer; bu esnada duygusal bedenimizi yaratırız. Çocukluğun bitişinden ölüme kadar süren üçte birlik dönemde de dış dünyada duygusal bir beden yaratırız. Olgunluk esnasında beden ile kişiliği birleştirip bütünleştiririz, bu kombinasyonu dış dünyaya yansıtırız ve çeşitli olasılıklarımızı sonuçlandırırız.

Hayatımız ilerlerken metabolizmamız (bedenimizin besini, oksijen ve algılamaları işleme tutma hızı) ve gelişme hızımız yavaşlar; tıpkı dönen bir topacın önce yavaşlaması, sonra da durması gibi.

Evrimin ham maddesi Mutasyonlardır (Kalıtsal değişim) bu da, DNA molekülündeki kalıtsal talimatları düzenleyen özel nükleotid sıralanmalardaki, gelecek nesillere aktarılabilir değişimlerdir. Mutasyonun nedenleri, çevredeki radyoaktivite, uzaydan gelen kozmik ışıklar, ya da genellikle olduğu gibi istatistik yönden ara sıra ortaya çıkmış olması gereken, nükletoidlerin kendiliğinden rasgele yeniden düzenlenmesi olgusudur.

İnsanlardaki zeka ile beyin ağırlığı veya büyüklüğü arasında sayısal bir bağlantı bulunmaktadır.(Beynin yoğunluğu da yaklaşık suyunki kadar olduğuna göre, 1375 cm³ lük bir beyin hacmi, 1.5 litrenin biraz altındadır.)

Çağdaş insanda ortalama bir beyin 1375 gram ağırlığındadır. Fakat günümüz kadınının beyni yaklaşık 150 cm³ daha ufaktır. Kültür düzeyi ve çocuk yetiştirmeyle ilgili eğilimler dikkate alındığında, iki cins arasında zeka farklılığı bulunduğuna dair açık bir kanıt bulunmamaktadır. Değişik insan ırklarının yetişkinleri arasındaki kıyaslamada beyin büyüklüğü farkları mevcuttur. (Ortalama olarak doğu ırklarının beyinleri beyazlardan hafifçe büyüktür.)

İnsan vücudunda yaklaşık 100 trilyon hücre mevcut olup, her dakikada 300 milyon hücre ölmektedir. Eğer hücrelerde bir yenilenme ve değişim programı olmasaydı, vücudumuzdaki hücrelerin tamamı 139 günde ölürdü. İnsan vücudundaki hücre yenilenme ve değişim programında bazen arzu edilmeyen, olumsuzluklara da rastlanabilir. Şöyle ki; yeni oluşan bazı hücrelerin bir kısmı iyi huylu olmayıp, sağlıklı hücreleri yok edebilen kanserli hücreler olabilir. Bu durumda vücudun temel yapı taşlarını oluşturan hücre sisteminde sağlıksız bir gelişim ve değişim söz konusu olur. Bu bağlamda, insan vücudundaki temel ve değişmez fonksiyonun değişim ve yenileşme olduğu yadsınmaz bir kuram olarak gözler önüne serilmektedir.

Bu çerçevede, insan bedenindeki hücrelerin periyodik olarak yenilenmesi, sindirim ve boşaltım gibi sayısız doğal dönüşümler sağlayarak yaşamına yön veren vücudumuzda, biyolojik düzeyde bedenimiz her yedi yılda baştan aşağı değişir.

Döllenmiş her yumurta, biyolojik açıdan önceki kuşaklardan biriktirilen kromozomal bilgileri içerir. Biyologlara göre, atalarımızdan bize miras kalan bilgiler, sürekli olarak azalan bir oranda, kuşak sayısıyla orantılı bir miktarda bulunmaktadır. Kromozomlarımızın yarısını annemizden, dörtte birini anneannemizden, sekizde birini büyük anneannemizden alırız vb. Eğer bu mekanizmayı yüzyıllar öncesine kadar götürürsek, bütün atalarımızın moleküler bir etkisini taşıdığımızı görürüz.

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |