<%@ Language=VBScript %> YAŞAMIN İKİ DİNAMİĞİ: AŞK VE CİNSELLİK Sayfa 3

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

SAYFA> | 1 | 2 | 3 |   

Kendine saygısı olan insan eşine yalan söylemez. Ancak kendine saygısı olmayan ona yalan söyler. Çünkü, tüm zamanlarda bu bedenle bu dünyaya bir defa geliyoruz, ve bu hayatı yalnızca bir kez yaşıyoruz. Eş, bu bir defa yaşanan hayatı, bizimle geçirmek, bizimle paylaşmak kararı vermiş kişi demektir. Yani yaşamaya tek bir fırsatı olduğu hayatını, bize bağlayarak, bize armağan etmiştir. Ona karşı olsa olsa teşekkür, minnet ve belki de bir borçluluk, yükümlülük duygusu taşımalı insan.

Bugün çoğunlukla aldatma dediğimiz, sadık kalmama olgusuna, eskiden ihanet denirdi. Hangisi daha doğru sizce?... Benim ihanet terimini yeğleyeceğimi tahmin edersiniz herhalde. Çünkü bir kere aldatma ile ilgili ne düşündüğümü söylemiş bulunuyorum. Ayrıca, ihanet kelimesinin etimolojisinden de görüldüğü gibi, ihanette, bir hainlik unsuru bulunmalı. Bakın bundan ne kastediyorum....İki insan birbirlerini çekici bulup sevince, bu iki kişi arasında adeta bir manyetik alan oluşur. Bu alan sadece o iki kişiye aittir, ve adeta sihirli, büyülü gibidir. Zaten bu nedenledir ki, insan birisine aşıksa, bu güçlü etkileşim nedeniyle, gözü başkasını görmez. Varsa, yoksa o kişi. Sevdiğini de abartılı ölçüde idealize eder. Halbuki o alanın etkisinde olmayan etraftakiler, tanık olduklarına anlamaz gözlerle bakıp, “Yahu onda ne buluyor bu kadar? Hayret doğrusu,” diyebilirler. Onlar için böyle düşünmek kolay, büyü onlara işlemiyor çünkü. 

Eşlerden birinin, bir başkasının manyetik alanına girmesi ve o kişiyle yeni bir etkileşim alanı kurması, eşiyle kurmuş olduğu alanı mutlaka bir yerlerinden zedeler. Bu kişi artık, o bütünlüğü bozulmuş manyetik alan nedeniyle, eşini farklı görmeye, hatalarını büyütmeye ve kusurlar yaratmaya hazırdır. Böylece ilk kişiyi gereksiz ölçüde batırırken, yeni kişiyi abartılı olarak yüceltir. Çünkü böyle yapmaya psikolojik gereksinim duyar. Kendisine heyecan veren yeni büyüye kapılması için, önceki büyüden sıyrılmalıdır. Aksi halde gönlünü bu işe yatıramaz. Vicdanı ve suçluluk duygusu onu rahatsız eder. Halbuki zedelenen ilk alanı parçalar atarsa, kendini aldatması çok kolay olur, zira yaptığını haklı görmeye başlar. Bu durum için, “kendini gerçekleştiren saptırma” terimini kullanmak geliyor içimden. İlginç olan, ihanette, kazandığını zannedenin de kaybediyor olması aslında. O manyetik alanın zedelenmemesi, kendi kişisel bütünlüğü için de önemli. Manyetik alanın yara alması, sadece ihanet edilenin değil, edenin de bir şeyler yitirmesi demek. 

Neyse şimdi yine ihanet ve hainliğe dönelim.... Sadık kalmayan kişi, mazeretlerle vicdanını rahatlatırken, onunla birlikte manyetik alan kurmuş olan ve evren içinde bu alanla korunan eş, bu değişimden habersiz olduğundan, kızgınlık duyma, nefret etme, tepki verme, önlem alma haklarından yoksun bırakıldığı için, evrenin kendi bölümünde yalnız ve korunaksız kalmıştır. Çeşitli maddî ve manevî tehditlere karşı savunmasızdır. İşte, ihanetin içerdiği hainlik kavramı buradadır. Birlikte alınan kararla kurulan, karşılıklı güvene dayanan beraberliği, tek taraflı ve sinsice bozmak. Hainlik yalnızca eşi habersizce korunmasız bırakmakla kalmıyor. Sevdanın, kadın-erkek beraberliğinde sevginin motoru olduğuna değinmiştim. Başkasıyla ilişkiye girmek,  eşinden sevdasını çekmek demektir. Kendisine verilen sevdanın çekildiğini hissetmemesi de mümkün değildir insanın. Durumu bilmeyen eşin bunu farkedinceye kadar gönderdiği sevda mesajları yerini bulmamaya başlar. Ya, duyargalarını (antenlerini) üçüncü kişinin manyetik alanına yönlendirmiş, ilişkiye giren eş mesajları almaz, ya da, alır ama karşılıksız bırakır. Uzanan sevda eli havada boş kalır. Bu da, eşleri birarada tutan sevda harcını çürütür. Aradaki elektrik söner, sözsüz paylaşımlar biter ve bir geçmiş inkâr edilir, tükenir.

Bildiğim, gördüğüm, duyduğum, eşe ihanet sayısı epey olduğundan, nikâh töreninde, çiftlerin “iyi günde, kötü günde; hastalıkta ve sağlıkta bir ömür boyu birbirlerini sevip, bağlı kalacakları”nı söylemeleri dudaklarıma hep belli belirsiz bir gülümseme getirir. Çünkü, gördüklerim bana, beraberliklerin mezara kadar değil pazara kadar olduğunu sık sık hatırlatır. Hem de “pazar” kelimesinin her iki manasıyla. Birinci anlamıyla, ömrün sonuna değin uzun bir süre için değil, Pazar gününe kadar sürebileceğini belirtir. İkinci anlamıyla ise, “pazarlama” fikrinin ağırlık taşıdığı günümüzde, ister istemez, kaliteden fazla imaj pompalanıyor. Bu açıdan bakılırsa, kurulan beraberliklerin ömrü, eşlerden birinin kendini toplum pazarında daha iyi birisine pazarlayıncaya kadar, veya tersine, pazardan kendisine beraber olduğu kişiden daha güzel veya yakışıklı, daha zengin ya da ünlüsünü, daha kültürlü ya da kendisine daha uygununu buluncaya kadar sürebilir. Bunlara bir de, başlangıçta onunla mutlu olacağını düşündüğü, ama sonra mutlu olmayabileceği birisine rastlayıncaya kadarı da ekleyebiliriz.

Bu son sözlerimi biraz fazla kinik, şüpheci bulan olmuştur mutlaka. Ama aynı çizgide bir düşüncemi daha ifade etmeliyim. Evliliğinde sorun yaşamış olan bazı erkek veya kadın tanıdıklarım, bir başkasıyla ilişki kurmalarını hep şöyle açıklar, “ Ama o eşimden çok farklı, o kadar nazik, anlayışlı ve yumuşak ki.” Ben de bu kendini aldatmaya hep şunu derim, “Sen kendini kandırmak istiyorsun besbelli. Onun kibar, hoş, eğlenceli , anlayışlı olmaya eli mahkûm. Senden ne istediğini sen de biliyorsun. Eğer hakaret etse, dövse, sinirlendirecek şeyler yapıp kızdırsa, senden beklediğine ulaşabilir mi? Efendi ve tatlı olmaktan başka seçeneği yok zaten.  Çünkü gerçekte olduğu gibi değil, gözükmesi gerektiği gibi olarak kendisini sana pazarlamak zorunda. Sen eşinin her türlü halini biliyorsun, oysa ötekinin yalnızca iyi, heyecan verici hallerini yaşıyorsun. Bu, haksız rekabet denilen olgunun daniskasıdır. Böylesi karşılaştırmayı hiç de adil bir bazda yapmış olmuyorsun.” 

Peki, sonrasında bunca rahatsızlığa, üzüntüye, karmaşaya yolaçan sadık kalmama olgusundan insan neden kendisini alıkoyamıyor veya alıkoymak istemiyor? Eğer cinselliğin yaşanması, feminist şair olarak bilinen Süheyla Taşkıner’in 

Düğmelerimi çözüyorsun.
Sonra okşuyorsun,
Ağız dolusu öpüyorsun sonra.
Göğüslerim avuçlarında uç veriyor.
Sen soluk soluğa,
Ben çığlık çığlığa.

şiirinde, altı satırda kısa fırça darbeleriyle çizdiği gibi yalın ve fiziksel olsaydı, gerçekten istendiği takdirde, sadık kalmak çok daha kolay olurdu. Oysa iş bu kadar basit değil, çünkü cinselliğin salt tensel yönü yanında, duygusal, ruhsal, zihinsel, hatta varoluşa ait boyutları da var. Özünde yaratıcı bir eylem olduğundan, Tanrı’nın bize lütfettiği bu yetenekle, adeta O’nun büyük yaratıcılığının ufak çapta kopyacısı olmanın keyfini duyarız. Ayrıca yine aynı açıdan, cinsellik, insanın kendisini “ifade enerjisi”dir. Cinsel eylemde, yanıltıcı tavırlardan uzak, kendimizi dolaysız, yalın, çıplak ifade ederiz. Zihinsel yönden ise cinsellik, karşımızdaki ile bir başka platformdaki “iletişim gücü”dür.

Ben evrendeki devinimin temel bir ritmi veya temel ritimleri olduğuna inanıyorum. Doğayı gözlemledikçe olası bir ritmin sürekli-kesikli-sürekli-kesikli bir kalıp izlediğini, bir başkasının nabız gibi darbeli, bir diğerinin ise döngüsel bir ritme sahip olduğunu farkediyoruz. Bence ruh, evrenin özünü taşıdığından, evrenin ritmini bilen yönümüzdür; beden bu ritmi hayata geçiren, uygulayandır; zihin ise bilenle yapan arasındaki halka, yani fanteziler, hayaller yoluyla cinsel eyleme sevkeden, onu isteten ve yaptırandır. Zaten bana göre, sahip olduğumuz  en erotik organımız, cinsel işlevleri yerine getirenler değil, beynimizdir. Müzik, evrendeki ritimleri taşıdığı ya da yansıttığı için, ruhu ve bedeni evrenin ritmiyle rezonans (seselim) haline getirir. Yani evrenin titreşimiyle, ruhun ve bedenin titreşimi uyum içine girer. Müziğin cinselliği çağrıştırması ve harekete geçirmesi de, varoluşun ritmini cinsel eylemde yakalamamıza olanak sağlamasıdır belki de; çünkü bu yolla beden, ruhun dansına eşlik eder. 

Günlük yaşamımız genellikle aynı şeyleri tekrarlayıp durduğumuzdan monoton, hatta biraz da sıkıcıdır. Bu, varlığımızın dünya ayağını oluşturur. Ama bizler yalnızca dünyanın çocukları olmadığımızdan, içimizde göklere ait şeyler de var. Aşkın ve cinselliğin heyecanı ile hazzı, dünyada tutuklu olan bizlerin ayaklarını yerden kesen, benliğimizde bir anlamda yerle göğü birleştiren olgulardır. Bu nedenle, iki insan arasındaki aşk, ruhsal yücelmenin en etkili yollarından biridir. Aşk, macera unsuru da içerir, zira macera bilinmeze gidiştir. Ve tanınmayan, bilinmeyen, insana daima çekici, merak uyandırıcı gelmiştir. Aşkı cazip kılan da budur. Kişi ne denli yaratıcı ve değişiklik düşünücü olursa olsun, eşle yaşanan cinsellik bir süre sonra macera unsurunu yitirir. Beden çok aşina, cinsel eylem de epey rutinleşmiştir artık. Eşten başkasıyla olan cinsellik ise farklıdır. Değişik bir partnerin sadece yeniliği bile cinselliği kamçılayıcı etki yapar. Bu iki tür cinsellik arasında bir ayırım yapmak gerekirse, bence genel hatlarıyla, eşle yapılan cinsel eylem doyurucu fakat heyecanı az, değişik partnerle yapılan ise heyecanlı fakat doyuruculuğu azdır.

Bilinmeyeni de içerdiğinden, maceranın doğasında az veya çok tehlike vardır. Ama bu insanı dizginlemez zira biz maceralardan ve onlardaki yenilikten öğrenir, kendimizi geliştirir ve daha bir bütün olmaya çalışırız. Yakından, derinden veya mahrem tanıdığımız her kişi, yaşam romanımızda anlamlı bir bölüm olma potansiyeli taşır. Tercihimiz yeni kişilerden uzak durmaksa, romana bazı yeni  ve değişik bölümlerin girme şansını ortadan kaldırırız. Yeni kişilere hayatımızda yer verirsek romanımıza iyi veya kötü, mutlu ya da mutsuz bölümler ekleriz. Böylece bir hayata birkaç kısa hayat daha sığdırırız. 

Arayış, aşkın ve cinselliğin ortak bir yanıdır. Ancak fethediş için aynı şeyi söyleyemiyorum, çünkü salt cinsel güdülenmede, fetheden ben, fethedilen o, ve çetelede yeni bir çentik daha vardır. Aşkta ise, paylaşma, bütünleşme ve biz olma vardır. Fakat aşk ve cinselliğin ortak paydasında olan arayışın, her zaman farkında olmadığımız çok mühim bir özelliği ise, onun peşinde olduğu nesneden bile önemli olanın, arayışın bizatıhi  kendisi olmasıdır. Farklı anlatımla, insanı ayakta tutan, heyecan veren şey varmak değil, yolda olmaktır. Arayış bizi hep yolda tuttuğundan hiç bitmiyor. Bu yazıyı daha ilk paragrafını yazmamışken,  sevdiğim somut bir kişiye adamak yerine, “Hep aranan, galiba hiç bulunmayan Sevgili’ye” dediğim soyut bir kişiye adamam, aklımın bu denemenin sonunda ancak farkettiği gerçeği, bilinçaltımın veya ruhumun başından beri bilmesinin sonucuymuş meğerse. Arayış bitmez ve bitmemeli, çünkü biterse, hayat bitmese de, renginden, heyecanından ve dinamizminden çok şey kaybeder. 

Güngör KAVADARLI
17.01.2002

 



 

 SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |