<%@ Language=VBScript %> YAŞAMIN İKİ DİNAMİĞİ: AŞK VE CİNSELLİK Sayfa 2

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

SAYFA> | 1 | 2 | 3 |   

  

Öte yandan, bazılarına göre ise, diğer cinsten yol arkadaşlarının sayısı az ve öz olacak o susuzluğu gidermek için. Hani insanın serinlemek için meşrubat içmesi, fakat alınan yüksek orandaki şekerin kişiyi tekrar susatıp, bir daha içme arzusu uyandırması gibi bir şey. Bana göre gerçekte, hayatımıza girenlerin sayısı az veya çok olsun, o susuzluk, hormonal yapımız değişinceye kadar hiç bitmiyor. Ne güzel, veya yerine göre maalesef, ki hepimiz yapımızın eseri ve esiriyiz.Ulu Yaradan, soyun sürmesini, başka deyişle, hayatın devamını sağlamak için evrenin bu cephesindeki kuralı böyle koymuş. Yahya Kemal bu gerçeği, alıntılar yaptığım “Vuslat” şiirinin ilk yarısında güçlü bir erotizmle dile getirmiş:

Bir uykuyu cânanla berâber uyuyanlar,
Ömrün bütün ikbâlini vuslatta duyanlar,
  Bir hazzı tükenmez gece sanmakla zamânı,
    Görmezler ufuklarda şafak söktüğü anı.

Bir rûh o derin bahçede bir def’a yaşarsa,
  Boynunda onun kolları, koynunda o varsa,
    Dalmışsa, onun saçlarının râyihasıyle,
       Sevmekteki efsûnu duyar her nefesiyle;

Kanmaz en uzun bûseye, öptükçe susuzdur,
  Zirâ susatan zevk o dudaklardaki tuzdur;
    İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan,
      Bir sır gibidir, az çok ilâh olduğumuzdan.

Arkadaşlarım bazen bana konuşma ve yazılarımda şiiri sıkça  kullanmamın sebebini sorarlar.       Şiir, kristalleşmiş düşüncedir. Hepimiz biliriz ki, bazen tek bir mısra, sayfalar dolusu duygu veya düşünceyi çağırır. Başka anlatımla şiir, az kelime ile, çok şeyi yoğun söyleme sanatıdır. Böyle güçlü bir olanaktan yararlanmamak yazık. Örneğin, yine Yahya Kemal’in “Bahçelerden Uzak” şiirini hatırlayalım:

İstemem artık ışık, râyiha, renk âlemini,
Koklamam yosma karanfille, güzel yâsemini.

Beni bir lâhza müsâit bulamaz idlâle,
Ne beyaz bâkire zambak, ne ateşten lâle.

Beklemem fecrini leylâklar açan nîsânın,
Özlemem vaktini dağ dağ kızaran erguvanın.

Her sabah başka bahâr olsa da ben uslandım,
Uğramam bahçelerin semtine gülden yandım.

Sanırım üstad, şiirinin adını “Diğer Cinsten Uzak” koyacakmış ama kalemi sürçmüş. Hayat yolunu farklı kişilerle yürüyenlerin, “Gülden yandım,” dediğine bakmayın siz. Onlar, kadın veya erkek olsun, ağızları defalarca yandığı için   bahçeye uğramayacaklarını söylüyorlar. Ama ben de biliyorum, siz de biliyorsunuz ki, o bahçeye yine girecekler; ya “Bu bahçedeki çiçekler farklı,”  diye kendini aldatarak , ya da “Valla bahçe kapısının önünden geçiyordum, birisi beni içeri itti,” falan diyerek.

Belli bir yaşa geldikten ve başkasının önünde bir kez soyunduktan sonra, bedensel soyunma artık zor gelmez bir erişkine. Ancak başkasının yanında, hatta sevdiğimizin yanında bile ruhsal olarak soyunamıyor büyük çoğunluğumuz. Bedensel çıplaklıkta insanın hissedebileceği sadece bir utanma duygusu; ki zamanla o da geçiyor. Ama ruhsal soyunma öyle mi? Bundan hep kaçınıyoruz. En yakınımıza bile ruhumuzu tüm çıplaklığıyla göstermiyoruz. Bunu yapmamamız, duruma veya karşıdaki kişiye bağlı olarak, böyle yaparsak belki kendimizi savunmasız hissedeceğimizden, belki bunun kötüye kullanılarak manipüle edilebileceğimiz endişesinden, belki yanlış anlaşılacağımızdan, belki alay edileceğimizden, belki zayıf görüneceğimizi sandığımızdan ileri geliyor zannederim. Halbuki kendimize ve karşımızdakine güvensek, spotların   parlak ışığına çıkmaktan çekinmez, ruhumuzu loş ışıkların alacakaranlığında saklamayız. Bedenen yüzlerce, binlerce defa soyunmuş, ama duygusal olarak birbirinin önünde bir defa bile soyunmamış bir dolu çift vardır. Böyle çiftlerin birbirlerini anlamalarını ve bütünleşmelerini nasıl bekleyebiliriz? Ruhsal soyunduğunda kişi kendisini karşı tarafa göstermek istediği gibi gösteremez artık. Olduğunca göstermiş olur. Bu da çoğumuzun işine gelmiyor tabii. Halbuki Mevlâna’nın nasihatı var: “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!” Böyle yapmadığımız için, aldatıcı duruş ve davranışlara, yalanlara çok sık rastlanıyor kişiler arasında. Hepimiz sonsuz bir piyesin sahnedeki oyuncularıymışçasına rollerimizi ciddiyetle sürdürüyoruz. Ne yazık ki rol yapmadaki başarıyla yaşamdaki mutluluk ters orantılı. Ne ölçüde kendimiz olmayıp roldeki kişiyi oynarsak, o ölçüde gerçekten ve özbenliğimizden uzaklaşıp kendimize bile yabancılaşıyoruz.

Kendini olduğu gibi ifade etmemek, temelde bir korkunun sonucudur, ancak, korkunun olduğu yerde ruh beraberliği ve gerçek sevgi olamaz çünkü bu onların doğasına aykırıdır. Özgürlük ve gerçeklik içindeki sevgi ve beraberliğin değeri vardır. Zorakiliğin getirdiği şeyler çoğunlukla sahtedir. Bir Amerikan özdeyişi şöyle der: “ Birşeyi seviyorsan, onu serbest bırak. Geri dönerse, o senindir. Eğer dönmezse, zaten hiçbir zaman senin olmamış demektir.” Zaten “mutabakat üzerine sevda kurulmaz.” Sevda olmadığı zaman da kadın-erkek birlikteliğinde sevginin motoru durur.   Mutabakatla örneğin siyasal ve ekonomik anlaşmalar yapılır, çıkarlar ve gücün nasıl paylaşılacağı ve kullanılacağı üzerine. Acaba yanılıyor muyum, yoksa aşk ve cinsellik de birer güç oyunu mu? Gerçi bu herkesin kendi kararı ama onları böyleymiş gibi görenler, varolmanın bu iki saf ve katıksız hazzını mutlaka ziyan ediyorlar, ıskalıyorlar. Sevmiyorlar, seviyormuş gibi yapıyorlar. Yine de böylelerinin günahını almış olmayayım, onlar da belki bu güç oyununda severmiş gibi yaptıkları kişiyi manipüle etmekten, çaresiz bırakıp ezmekten, bir güçlü olma duygusu ve zevk alıyorlardır. Fakat bu sağlıksız, sapıkça bir zevktir. Mutabakat üzerine sevda kurulacağına inananlar, hayatı paylaşma ve bir bütün olmada, “Sen şöyle yaparsan seni severim,”; “Ben senin için çok fedakârlık yaptığıma göre beni sevmen gerekir,” ; “Ben ancak bana şu imkânları sağlarsan seni severim,” gibi düşüncelere yer olduğuna inananlardır. Bunlar sevginin yozlaşmasına kapı açar. Kadın ve erkek arasındaki o çok özel ve içten beraberliği ticaret veya alışverişe dönüştürür. Halbuki sevmek için kriterlere uygunluk gerekmez. Saf sevginin güzel ve eşsiz yanı, onun kendiliğinden oluşudur. 

Kaldı ki, mutabakat ancak bildiklerimiz üzerine sağlayabileceğimiz bir olgudur... Sevda ise doğası gereği o zamana kadar bilmediklerimizden, karşılaşmadıklarımızdan, derinliğine farkına varamadıklarımızdan ürer. Böylece bize dünya içinde yeni bir dünya, kendimizin içinde yeni bir ben vaat eder. Birdenbire aklımızın başımızdan uçup gidivermesi, aniden müthiş keyifli çocuklaşmalar ve birdenbire daha yaşanılası bir dünya sevincini yakalamamız, özünde, bir başkasının aleminde kendimizi, dünyayı ve hayatı yeniden varedeceğimizin dayanılmaz cazibesini hissetmeye başlamamızdan değil midir? Hiç farkında olmadan, duruşumuz, bakışımız, hatta ses tonlarımız, vurgularımız değişir. Bu halin en kutsal yanı da, yıllardır canımızı paylaştığımız insana bir başka kanalda tekrar sevdalanmamızdır. Tıpkı Cahit Sıtkı’nın 

         Gecesi benden, mehtabı senden
         Bir bahçesi var ki aşkımızın,
         Mevsimlerdir dolaşırız, bitmez.

dizelerinde seslendirdiği gibi.

Aşk ve cinsellik konusu irdelenirken aldatmaları, boşanmaları ele almadan olmaz. Macar kökenli Amerikalı artist Zsa Zsa Gabor, o zamana kadar kaç kocaya sahip olduğu sorusunu, “ Buna kendi kocalarım dahil mi? ” diye cevaplamış. Gabor’un sayısız erkek arkadaşları ve dokuz kez evlenip boşandığı gözönüne alındığında, eşlerin hayal kırıklığı sonucu mutlu olmadıklarını düşünüp, o beraberliği sona erdirerek mutluluğu başkasında bulacaklarını sanmalarının doğru olup olmadığını düşünüyor insan. Öyle ya, beklenen mutluluk yaşanmayınca eş değiştirmekle bu sağlanabilseydi, aynı kişinin birkaç defa evlenip boşanmasına gerek kalmazdı. Demek ki olaya farklı yaklaşmak lâzım. Bazı gerçekten tatsız durumlar ve problemli kişiler dışında, boşanan eşlere, beraberliklerini sürdüremedikleri için başarısız veya kötü insanlar olarak bakmadım hiçbir zaman. Zira biliyorum ki, bu kişiler birbirleri yerine başkalarıyla evlenmiş olsalardı, büyük olasılıkla, mutlu olabilirlerdi. O zaman esas konu, kişilerin iyiliği, kötülüğünden çok, farklı kişilikler veya, ten uyuşmazlığı ve libido farklarının sebep olduğu anlaşmazlıktır. Beş yıl arkadaşlıktan sonra evlendiğim ve halen otuz beş yıldır süren evliliğimde boşanma yaşamadığımdan, bunu birinci elden bilmiyorum ama, boşanma sürecindeki kadın veya erkek arkadaşlarıma hep şu fikrimi söyledim. “ Eşinde hoşuna gitmeyen, seni sinirlendiren şeyler, ileride tanıyacağın veya evleneceğin kişide olmayabilir. Fakat kendini kandırma, o sonraki kişide de,  şimdiki eşinde olan bazı güzellikler olmayacak, ve bu kez yeni olanın başka yönleri sana batacak, veya seni kızdıracaktır. O zaman bir daha mı boşanacaksın? Bu radikal çözüme gideceğine, daha gerçekçi ol, yenisine göstereceğin hoşgörü ve anlayışı şimdikine göster, mesele çözülsün.”

Bir genel kanı vardır, ikinci eşlerin daha şanslı olduğu yolunda. Buna şans mı demek gerekir bilemiyorum ama Aziz Nesin bunun sebebini ilginç bir görüşle açıklamıştı. Ona göre, insan her evliliğinde kendisinden birşeyler yitirir. Çünkü, geçim uğruna, bir tatsızlık daha yaşamama adına, belki de kendi doğrularından şüpheye düşüp, kendini sorguladığı için, daha önceki katılığından, ya da kişiliğinden tavizler verir. Buna anlayışlılık veya esneklik diyemiyorum; bu ısrarından ve dediğim dedikçilikten vazgeçme, Nesin’in işaret ettiği kendini yitirme demektir. İkinci eşin daha şanslı olduğunu düşündürten de, bu tavır değişikliğinin getirdiği rahatlama ve anlayış olsa gerektir. 

Ama evli, ama sadece hayatı paylaşan bir çiftte, kişilerden birinin öbür kişiye sadık kalmadığı durumu düşünelim. Önce şunu belirteyim. “Kem söz sahibine aittir,” deyişinde olduğu gibi, güven ve sevgi üzerine kurulmuş bir beraberlikteki aldatmada da ayıp, aldatılana değil, aldatana aittir. Ama çoğu aldatılan kişi bunu gurur sorunu yaptığından, adeta ezilir ve aldatıldığını saklar.  Halbuki bunu kendisinin değil de, aldatanın bir zayıflığı ve eksikliği olarak görür de gizleyeceğine, aldatanı teşhir ederse, herkesin gerçek karakteri ve çapı belli olur. 

İşin başka bir yönü daha var. Aldatan kişi aslında eşini aldatmıyor, kendisini aldatıyor. Tabii bunu gizli kapaklı ilişkiler yaşayan, bunları örtmek için yalanlara başvuranlar için söylüyorum. Eğer kendisi ve eşi ile yüzleşebiliyor, yaptığının hesabını yine hem kendine, hem eşine verebiliyorsa, o kişi için kendisini aldatıyor diyemiyorum. Zaten biliyor musunuz, insanın böyle bir şey yapmaya cesareti varsa, yaptığını kabul etmeye de yüreği olmalıdır. Yaptığıyla yüzleşemiyorsa ve onu savunmaya cesareti yoksa, öyle bir şeye kalkışmamalıdır. Asıl cesaret bir şeyi yapmak değil, yaptığına da mertçe, yalansız, dolansız  sahip çıkmaktır. Ayrıca, insanın asıl sinirini bozan, yıpratan, soğutan da, yapılandan ziyade, dürüst olmama, saptırmalar ve samimiyetsizlikler olsa gerektir.

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |