<%@ Language=VBScript %> İNSANIN ANLAM ARAYIŞI Sayfa 2

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

SAYFA> | 1 | 2 | 3 |   

Anlam arayışındaki kişiler, niçin yaşadıklarının, yaşamın bir amacı olduğunun farkında olarak bu varoluşu sürdürmek isteyenlerdir. Onlar için hayatı sırf bedensel ve maddî yönleriyle yaşamak yeterli olmuyor. İş yaşamında parasal başarılar, unvanlar, performans hedeflerine erişmek gibi kazanımlar da insanda bir eksiklik, tatminsizlik bırakıyor. Susuzluğu gidermiyor. Bu sadece işadamlarında değil, sanatçılar, düşünürler gibi temel yaklaşımları maddeci olmayanlarda da geçerli. Onlar da, alanlarında ne denli başarılı olurlarsa olsunlar, hep anlam arayışındalar. Denilebilir ki, bu kişilerin verdikleri eserler, arayışlarının sonucu, ve bu yoldaki çabalarında ulaştıkları aşamaların, duygu ve düşüncelerinin yansımasıdır. Anlam arayışı ortaya sebepsiz çıkmıyor herhalde. İçimizdeki elle tutamadığımız, adını koyamadığımız bir boşluğun ve insandaki daha derine inme açlığının bir sonucu olsa gerek. Aynı zamanda, kopuk, kopuk olaylar, bölük pörçük duygular, ayrı, ayrı tecrübeler, birbiriyle ilgisizmiş izlenimi veren olgular neticesi, parçalanmış, anlamsız gözüken hayatı, bir sebep-sonuç zinciri, bir anlam ve sorumluluk bütünü içinde derlemek isteği de bu arayışta etken.

Fikrî ve manevî çabalardaki temel güdü, “fizikselliğin üzerine çıkmak” olabilir mi? İlk bakışta her ne kadar insan bedeninin içinde hapismiş gibi görünüyorsa da, bu durum, çok şükür, beraberinde mutlak bir sınırlanmayı getirmiyor. Bedenle ulaşamadığımız mekân ve zamanlara, düşüncemizle ulaşıyoruz.  Bu yüzden, fizikselliğimizin üzerine çıkmanın, hayatta anlam bulmanın başlıca yollarından biri olduğunu düşünüyorum. Böylesi bir yükselme, bireyin ilerlemişlik düzeyiyle de bağlantılı. İlkel yaşamlarda öncelik, temel bedensel gereksinimlerin karşılanması. Fakat o durumda bile, bedensel tatminden sonra bazı arayışlar başlıyor. Zihinsel açıdan gelişmiş kişilerde, dengeli, mutlu, sağlıklı bir varoluş için, entelektüel ve ruhsal ihtiyaçlar, bedensel olanlar kadar önem kazanıyor.

Yaşamı anlamlı yapan şeylerden bir başkası, “kendimizden daha önemli bir amaç veya kendimizden başka bir şey  için yaşamak.” Bu, insanın yücelmesini sağlıyor, çünkü yalnızca kendine dönük yaşayan insan, etrafındaki kişileri ve olayları pek önemsemeyen, onlarla sadece kendisiyle bağıntılı oldukları ölçüde ve sürece ilgilenen bir tavır’a sahiptir. Bu anlayış onların çevredeki diğer varlık ve olgularla olan ilişkisini sınırlar. Halbuki kişinin dışına taşması, aşkın yaşaması, kendi varlığını büyütür, geliştirir, böylece yaradılışla daha çok boyutlu, daha yoğun bir alışverişe girerek, ben-odaklılığın sığlığı ve kısıtlamasından kurtulur. İnsan bunu, bir ideale bağlanıp ona varma, veya birisine aşık olup onun için yaşama gibi yollarla gerçekleştirebilir. Her iki durumda da kişi, ben-merkezli insanlara kıyasla, hayatına çok daha fazla anlam kazandırır. Çünkü sevgi, sevilen kişinin fiziksel varlığından çok öteye gider. En derin anlamı onun manevî varlığı içinde bulur. Onun yanında bulunması ya da bulunmaması, hatta hâlâ yaşıyor veya ölmüş olması, bir şekilde önemli olmaktan çıkar. Bir ülkünün peşinde koşmak da aynı değil mi? Ülkü gerçekleşmese bile, insanın ona erişmek çabasında olması dahi, yaşamına anlam vermez mi?

İnsanın varlığına anlam kazandıran üçüncü şey, kulağa bir paradoks gibi gelmekle beraber, ölümdür. Kafka bunu, “Hayatın anlamı, sona ermesindedir,” deyişiyle belirtir. Gerçekten de bireysel hayatların sonsuz olduğunu, problemlerin, acıların olmadığını , mutluluğun, sağlığın sürekli olduğunu, yaşamın hiç bitmediğini düşünelim bir an. Acaba sonu olduğunu bildiğimiz hayatlarımızı yaşarken aradığımız anlamı arar mıydık yine? Veya arasak da, bu geçicilik içinde bulduğumuz kadar anlam bulabilir miydik onda? Diğer taraftan, özgürlüğün, anlamın ve insanın tarih içindeki varlığının “sınır durumlar” tarafından belirlendiği görüşü, filozof Karl Jaspers’in felsefesinin belli başlı birkaç unsuru arasındadır. Jaspers, uç durumları, ölüm, ızdırap, mücadele ve suçluluk olarak belirtir. Görüldüğü gibi ona göre de sonluluk, yaşama anlam veren şeydir.

Bence insan varlığına anlam kazandıran dördüncü bir olasılığı, bir seyahatimiz esnasında yakın bir dostum, “Hayat yarınını bilmez” sözleriyle dile getirmişti. Bu düşünce bana önce çarpıcı bir kelime oyunu gibi gelmişti. Fakat sonra bu fikri birlikte irdeledikçe ortaya şöyle bir açıklama çıkardık. “Hayat yarınını bilmez,” çünkü yarını, Hayatı kurgulayan Kozmik Akıl bilir. Kozmik Akıl, Hayatı bir “potansiyel program” ile yaratmıştır. Hayata ne olması gerektiğini söylemez; sadece Hayatı ne olabileceğiyle, yani bir olasılıklar bütünüyle donatımlı olarak ortaya salmıştır. Bu nedenle, Evrensel Hayatın yarın, kendine açık olasılıklardan hangisini seçeceği, hangi kanala gireceği tahmin edilemez. Çünkü koşulların nasıl oluşacağı son anda belli olur. Hayat, ama güçler, ama alanlar, ama enerjiler etkileşiminin bileşkesine göre deterministik, ya da kaos kuramı uyarınca rasgelelik çerçevesinde yarınını yaşar. Bu nedenle, acaba hayata anlam katan şey, olasılıkların en iyi biçimde kullanılabilmesine gayret göstererek, Hayatı en ileriye, gidebileceğinin maksimumuna götürmüş olmak mı? Yoksa Hayat, olasılıklar bütünü içindeki koşullara bağımlı olduğundan, o çerçeve içindeki optimumu yakalamak mı?

Tüm insanların eşit olduğu ifadesi, biyolojik, fiziksel ve sosyal bir gerçeğin belirtilmesi yerine, siyasal bir ümidin dile getirilmesidir. Bunun böyle olduğunu görmek için etrafımıza şöyle bir bakınmak yeterlidir. Her insanın bir diğerinden, yukarıda sözü edilen yönlerden başka, zekâ ve entelektüel yetenekler ve psikolojik özellikler açısından da farklı olduğu yadsınamaz. Bu bireysel farklılıklar nedeniyle, kişilerin Hayata aynı yönde katkıda bulunmaları beklenemez. Ama bence, buna rağmen, kişisel kapasiteler ne olursa olsun, her kişiye yaşamını anlamlı kılabilecek beşinci bir olanak tanınmış. Bundan şunu kastediyorum: “Yaşamın dokusunu sağlam ve kaliteli tutmak.” Yaşamın örgüsünde veya kumaşında, albenili bir desen olma şansı ya da görevi bize verilmediyse, bizim öylesi gücümüz, yeteneğimiz yoksa bile, o kumaşı bir arada tutan çok sayıdaki ilmikten bir tanesi olmak. Büyüklenen, hastalıklı bir ego nedeniyle dokunun bütününe zarar vereceğimize, sıradan fakat sağlam, ve kumaşı sonraki dokularına ileten alçakgönüllü fakat işlevi olan bir ilmik olarak Hayata elimizden geleni katmak. Bu son söylediklerimin, ancak Hayat açısından bakılınca önemi var. Peki kişi açısından durum ne? Yaşamın anlamı, yaşadıkça vardır, yaşamın içindedir. Kişi, yaşamı elinden gelenin en fazlasıyla yaşamalıdır. En küçük bir zihin gücü bile bir değer yaratarak, yararlı bir iş görerek, kendi varlığına anlam katabilir ve en yüksek kapasitelisi kadar Varoluşu hissedip bundan zevk alabilir. Bu konuda Erich Fromm şöyle der, “Hayatın, bir insanın yeteneklerini sergileyerek, yapabileceklerini yaparak, üretken olarak, ona verdiği anlamdan başka bir anlamı yoktur.”

Anlam arayışı araştırmamda beni en çok etkileyen, Viktor Frankl adlı Avusturyalı psikiyatr istin  fikirleri oldu. Frankl, Freud ve Adler’inkilerden sonra, Viyana’nın üçüncü psikoterapi ekolünün yani “logo terapi” yaklaşımının babasıdır. Logo terapi özünde, geçmiş yerine geleceğe odaklanan, anlam-merkezli bir yaklaşımdır. Buna göre, insanın anlam arayışı, yaşamının birincil güdülemesi olup, bazılarının ileri sürdüğü gibi içgüdüsel dürtülerinin sebep olduğu akılcı bir açıklama değildir. Bu anlam, her kişi için eşsiz ve spesifiktir (özgüldür) ve yalnızca o kişi tarafından yerine getirilebilir. Zaten, ancak böyle olduğu takdirde içten gelen anlam arzu veya iradesini karşılayabilir. İnsanda hakiki ve halis olan istek, olabildiğince anlamlı bir hayat yaşama, veya bir varlık sürdürmedir.

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |