<%@ Language=VBScript %> İNSANIN ANLAM ARAYIŞI Sayfa 1

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

SAYFA> | 1 | 2 | 3   

Sn. Güngör Kavadarlı'ya gönülden teşekkürlerimizle,

 

İNSANIN ANLAM ARAYIŞI

İnsanlar doğarlar, büyürler, çalışırlar, kazanırlar, yer, içer, eğlenirler, soylarını sürdürür, sonra ölürler. İnsanların bazıları, hayatta herkesin yaşadığı olağan mutsuzluklar dışında, yapılması gerekenleri yapmış olmanın huzuru içinde mutlu ölürler. Ne mutlu onlara... Ama ben böyle bir mutluluk özlemiyorum. Bu nedenle, burada sunmaya çabalayacağım duygu ve düşünceler, benimle aynı dertten muzdarip olanlara... Uçsuz bucaksız evrende, diğer canlıların yaşadığı yaşamı yaşamak için yaşamak, bana olası ve inanılır gelmiyor. Ulu Yaradan’ın İlâhi Plânı’nda insanoğlunun rolü, diğer soylarınki gibi olsaydı, Allah bizi, idrak, muhakeme ve muhayyile gücüyle donatmazdı diye düşünüyorum. Çünkü insan Tanrının verdiği bu yeteneklerle, duyularının sınırlamalarından kurtulup onların üzerine çıkabilmiş ve varoluşuna farklı bir platformdan bakabilmiştir.

Bilinmeyenden gelip, bilinmeze gidiyoruz. Doğuyoruz, öğreniyoruz, çalışıyoruz, hissediyoruz, gelişiyoruz, yaşlanıyoruz, ölüyoruz. Neden geldik, neden gidiyoruz? Bu geliş-gidiş arasındaki süreçte, veya yolculukta, bizi buraya “Getiren İrade”nin bizden beklediği ne? Bence ilginç olan, bu beklentinin ne olduğunu bilmemekten çok, ne beklendiği sorusunun bile ciddi biçimde düşünülmemesi. Eflâtun bunu, “Sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya değmez,” diye ifade etmiş.

Konu iki yönde açılabilir gibi geliyor bana. Birinci soru, Getiren İrade, neden bizi buraya getirdi? Bu sorunun yanıtını düşünsek, bulabilir miyiz acaba? Yüzyıllar, bin yıllar boyunca din önderlerinin, mistiklerin, filozof ve sanatçıların söylediği şeyler ve yarattıkları eserler, belki de bu sorunun cevabını arayışın dışavurumudur. Bu aslında Yaradan’ın kendi konusu olmakla birlikte, bir yaratılan olarak benim inandığım şey, buraya rasgele gelmiş olmayıp, bir İlâhi Plân çerçevesinde getirildiğimiz. Ama bana bu Plânın ne olduğunu sorarsanız, cevaplayamayacağım gibi, hiç bir insanın da kesin bir yanıt veremeyeceği inancındayım. Çünkü ortaya konulan eserler ve söylenen sözler kişiye göre değiştiğinden, insan tek bir yanıtın doğruluğu konusunda kuşkuya düşüyor. Bu sorunun cevabı, insanı çok aşan bir şey. Bugünkü bilgi ve farkındalık  düzeyimizde, bizi yaratan Aklın ne düşündüğünü anlayabileceğini sanmak, bence haddini bilmemek demek. O Aklı anlayabilme gücüne sahip değiliz. Böylece ilk konu kapanmış oluyor....

Şimdi gelelim  aklımızın erebileceği ikinci soruya, çünkü biz fani kullar için önemli olan, yaşamımızın anlamı, başka deyişle, derinimizde bir yerde, yaşamımızın bir anlamı olması gerektiği düşüncesi veya ihtiyacıdır. Anlamı olmayan bir varoluş, veya yaradılışımızın bir amacı olmayabileceği fikri bana uzak geliyor. Bu bağlamda, anlam arayışının akla gelen iki nedeni şunlar olabilir. Birincisi, salt bedensel bir yaşamın, dünyaya getirilişimizin sebebi olabileceğini yeterli ve doyurucu bulmamak. İkincisi, her birimizin, içimizde bulunan ilâhi özü bir şekilde hissettiğimizden, onu arama eğilimi. Burada aklıma hemen şu soru geliyor. Acaba, Ulu Yaradan’ın bizden beklentisi ile bizlerin hayatın anlamı konusundaki düşüncelerimiz örtüşüyor mu, örtüşmesi gerekmez mi?

Sizinle önce, içimizdeki ilâhi özle ilgili, Batıda yaygın bir alegoriyi paylaşmak istiyorum:
“İnsanoğlunun tarihinin çok eski dönemlerinde tanrılar, insandaki ulûhiyeti çalmışlar ve çaldıklarını nereye saklayacaklarına karar vermek için yüksek bir meclis toplamışlar. Tanrılardan biri, göklerde, başka bir gezegende saklamayı önerince, bir diğer tanrı kalkmış ve insanın doğuştan büyük bir gezgin olduğunu, bu yüzden, bir gün oralara gitmeyeceğinin hiçbir garantisi olmadığını söylemiş. Devam ederek, “Bana göre” demiş, “onu denizin derinlerinde, okyanusun dibinde saklayalım, çünkü orası güvenlidir.” Fakat yine bir itiraz yükselmiş, insanın büyük bir doğal araştırıcı olduğuna, zamanla en uzak yüksekliklere olduğu kadar, en dipteki derinliklere de erişebileceğine işaret etmiş. Tartışmalar bu yolda uzayıp giderken, sonunda bir tanrı söz alarak, “İnsanoğlundan çalınan ulûhiyet cevherini kendisinin içinde saklayalım, zira onu orada aramayı hiç akıl edemez,” demiş. Bunun üzerine, meclis mutlu biçimde dağılmış, çünkü tanrılar, kesinlikle erişilemeyecek bir yer bulduklarına inanmışlar. Ve çok uzun zaman sanmışlar ki, insanın içine gizledikleri ışık, sonsuza kadar saklı kalacaktır.”

Bu güzel alegori böyle ama, bugün öykünün sonrasını bilenlerin sayısı az değil.... Mağara ve ağaç kovuklarında yaşayan ilk atalarımızdan beri, bu sırrı keşfedenler yavaş, yavaş arttı. Ve giderek, bu ışığın nasıl bulunabileceğinin bilgisi, çeşitli düşünce gruplarının malı oldu. İnsan bu sayede, beş duyusuyla algıladığı dünyanın yanında, düşünsel ve manevî dünyaları olduğunu anladı. Gerçeğin ne olduğunu, ona nasıl ulaşılacağını söylemekte öne çıkan dinler yanında, gerçeğin nasıl aranabileceğini soruşturan felsefe, mistik ekoller  bu büyük düşünce gruplarına örnektir. Ne yazık ki, bu rehberliğe rağmen, özellikle günümüzde, insanların çoğu için hâlâ en uzak yer, aslında en yakın yer olan, kendi içleridir. Bu yargının doğruluğu şu nedenle gayet açık. Zaman içinde bunca kişi ve kurum yol göstericiliğe soyunmakla birlikte, bunların hiçbirisi, herkesin kabul edeceği şekilde, “Hayatın anlamı şudur,” ya da, “Hayat şöyle anlamlı olur,” gibi bir cevap koyamamış ortaya. Zaten az sayıdaki bu çabaların kiminde hayatın “anlamı” ile “amacı” birbirine karışmış, bazısında ise epey farklı, hatta temelden farklı, yanıtlar sunulmuş. Araştırmamda gördüm ki, kişi ve kurumlar anlam arayışı konusundan uzak tutmuşlar kendilerini. Muhtemelen doyurucu bir cevabın çok zor olduğu görüldüğünden.... Ancak, konunun zorluğundan ve yaygın kabul gören cevap verilemediğinden üzerine gitmekten kaçınmak doğru olmaz. İlgimi çok çeken bu konuya , bir nebze bile olsa, yapabildiğimce ışık tutmak istiyorum. “Karanlığa kızacağına sen de bir mum yak,” misali.... Bu son birkaç cümleden anladığınız gibi,  yazımda, kısmen araştırmalarımda rastladığım ve dikkatimi çeken fikirleri aktaracağım. Kısmen de doğaçlama yapacağım.

“Hayat, yaşanmaya değer mi? Bu bir ceninin soracağı sorudur,” diyor Samuel Butler, “bir insanın soracağı soru değil.” William James, “Hayat yaşanmaya değer, çünkü biz onu nasıl biçimlendirirsek odur,” diyerek hem cenine, hem de bu sorunun cevabını bulamamış yaşayan insana sesleniyor. Bunu duyunca kişinin aklına elinde olmadan, yaşamımızdaki yılların sayısının mı, yoksa yıllarımızın içerdiği yaşamın mı daha önemli olduğu düşüncesi geliyor. 19. yy.ın önde gelen Varoluşçu filozofu Søren Kierkegaard, hayatın ileriye doğru yaşandığını ama, yalnız geriye dönük olarak anlaşıldığını düşünüyor. Schopenhauer, hayatın ilk kırk yılında ana metnin yazıldığını, sonraki otuz yılda ise o metnin açıklamasının yapıldığını söyleyerek, Kierkegaard’ın fikrini değişik bir ifadeyle pekiştiriyor. Fakat, yapılan bu açıklama veya yorumun mutlaka sağlıklı, geçerli olduğuna da pek inanmamak lâzım. Zira o yorumun, gerçeği tamamen yansıtabilmesi için, yaşamın ana metninin yazılmasında etkili olan öğelerin tümüyle bilinmesi, daha sonra da bunların etkileşiminin açıkça çözümlenmesi ve kendimizi aldatmadan, hislerimize ve  duygusal ihtiyaçlarımıza kapılmadan tarafsız bir şekilde yapılması gerekir. Anlaşılabilir nedenlerle bu kolay bir şey değildir. O yüzden bu bölümü yine ilk alıntıyı yaptığım Samuel Butler’ın bir özdeyişiyle kapatalım. Şöyle diyor, “Hayat, yetersiz kabullerden, yeterli sonuçlar çıkarma sanatıdır.”

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |