<%@ Language=VBScript %> HAYAL, GERÇEK, HAKİKAT Sayfa 2

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

 SAYFA> | 1 | 2 | 3   

 

            Fizikte, bir gerçeklik zaman ve mekanla tariflenir. Fakat yukarıda kısaca belirtilen görecelik kuramına göre zaman ve mekan da görece kavramlar olup kütle ve hıza göre değişir. Hız ya da kütle arttıkça zaman yavaşlar. Kara delik gibi sonsuz büyük kütlelerde ise zaman sıfırdır yani durur. Mekan ise hıza bağlı olarak şekil değiştirir ve hız arttıkça kütle büyür. Işık hızında kütle sonsuz olur. Bunun anlamı, bir cismi tariflerken kütle ve hızını da belirtmek gerektiğidir. Çünkü bir kişinin o an algıladığı cisim, o anki hız ve kütlede beliren cisimdir. Şimdi aynı soru yeniden sorulduğunda bunların hangisi hayal, hangisi gerçektir. Nitekim, birbirinden çok farklı diye kabul edilen uzay ve zaman kavramları da böylece görecelik fiziği yardımıyla birleştirilmiş olmaktadır. Görünürde birbirinden ayrı, yalıtılmış ve bağımsız olan varlıkların bir üst boyutta bütünselleşmesini tecrübe edebilmek için illa görecelik kuramına da gerek yoktur.  Bu bütünselleşme, bir boyuttan iki boyuta ve iki boyuttan da üç boyuta geçildiğinde aynen yaşanabilmektedir.

Aynı olay mikrokozmozda da görülmektedir. Madde, atom-altı düzeye inildiğinde, ikili bir görünüme bürünür. İşte bu ikili doğa, ışık ya da diğer elektromanyetik ışınımda da karşımıza çıkmaktadır.  Örneğin, ışık “quant” ya da foton aracılığı ile emilir ya da yayılır.  Fakat bu parçacıklar uzayın içinde hareket ettiklerinde, titreşen manyetik ve elektrik alanları gibi davranırlar ve dalgaların bütün karakteristik özelliklerini bünyelerinde toplarlar.  Fakat Öte yandan elektronlar ise, normal olarak parçacık olarak kabul edilmesine karşın, bir elektron demeti dar bir aralıktan geçtiğinde, bir ışık demeti gibi kırılmakta, yani başka bir deyişle; elektronlar da dalgalar gibi davranmaktadırlar. Yani hem parçacık, hem de dalga olarak karşımıza çıkarlar.  Bu ikilikten hangisinin geçerli olduğu, o anki duruma bağlıdır. Örneğin gözlemci ölçüm araçlarını nasıl oluşturacağına karar verdiğinde, bu oluşum, sonuç olarak gözlenen nesnenin özelliklerini de belirleyecektir  Yani bazı durumlarda parçacık görünümü baskın iken, diğer bazı durumlarda da parçacıkların dalga görünümü öne çıkmaktadır.  Eğer deneysel düzen değiştirilirse, buna karşılık gözlenen nesnenin özellikleri de değişecektir. Buna en iyi örnek genel olarak parçacık olarak gözüken elektronlar ve dalga olarak gözüken ışık fotonlarıdır. Elektronlar deney düzeneği dalga boyu ölçecek şekilde kurulduğunda dalga özelliği gösterirler. Işık ise eğer bir prizmadan geçirilirse biz kendisini dalga olarak görmek istediğimizden kendini dalga olarak gösterir. Buna karşın her lise fizik laboratuvarında bulunan havasız bir cam fanus içinde bir yüzü beyaz, diğer yüzü siyah olan kanatçıklardan oluşan bir pervane ışığa tutulduğunda dönmeye başlar. Bunun da nedeni ışığın parçacık etkisi yani kendisini parçacık olarak göstermesidir.

Quantum fiziğinin en can alıcı özelliği, gözlemciye, yalnızca gözlemleme ile ilgili değil, aynı zamanda gözlemlenen özellikleri tanımlamada da büyük ve önemli roller vermiş olmasıdır.  Çünkü Quantum fiziğinde bir nesnenin kendi özelliklerinden söz edemeyiz.  Bu özellikler ancak nesnenin gözlemci ile giriştiği etkileşim sonucunda oluşmaktadırlar.  Heisenberg’in sözleriyle “gözlemlediğimiz şey doğanın kendisi değildir; yalnızca doğanın yönelttiğimiz soruya verdiği yanıttır”. Şafağı resmeden bir ressam şafağı yaratamaz. Onun yarattığı tablodur. Şafak bir hakikattir, tablo ise bizim ondan çıkardığımız gerçek. Kendi gerçeğimizi kendimiz yaratırız. Her şey bireysel seçimimize bağlıdır. Harp istersek harp, barış istersek barış, aşk istersek aşk, kavga istersek kavga, sevgi istersek sevgi yaratırız. Quantum teorisinin Kopenhag yorumu, dünyanın bizim onu gözlemlememizden bağımsız bir varlık olduğu fikrini sona erdirmiştir. Bunun anlamı hakikatin tek olmasına karşın gerçeklerin herkese göre değişeceğidir. Tıpkı Ömer Hayyam’ın söylediği gibi:

Ben düşündükçe var dünya; ben yok, o da yok
Gören göze güzel çirkin hepsi bir;
Aşıklara cennet cehennem hepsi bir;
Ermiş, ha çul giymiş ha atlas;
Yün yastık taş yastık, seven başa hepsi bir.

Canlılar ve bunların bir parçası olan insanlar yaşanılan bu görece dünyada olayları evrim sürecinde gelişmiş ve yaşadıklara ortama uyum sağlamış duyu organlarıyla algılarlar. Hava sıcak denildiğinde bu bütünüyle görece bir kavram olup her kişiye göre değişir. Çevrenin algılanmasında en büyük etken olan görme de farklı değildir. Aslında, o rengarenk dünyayı yaratan da kendisi kafatasının içinde koyu karanlıkta bulunan beynimizdir. Örneğin aya giden astronotlardan bazıları ay yüzeyinin peynir yeşil bir renkte olduğunu ifade ederken bir başkası kahverengimsi sarı olarak belirtmektedir. Hatta değişik dergilerde yayınlanan ay yüzeyi fotoğrafları bile farklı farklıdır. Hatta Dünyaya getirsek bile bir ay taşının gerçek, doğru renginin ne olduğunu hiç bir zaman öğrenemeyeceğiz. Bu olanaksızlığın en son nedenlerinden biri, gözlerimizin, evrimlerini gerçekleştirdikleri o yüzlerce milyon yıl boyunca, varolan ışık koşullarına olabilecek en iyi düzeyde uyum sağlamış olmalarıdır. İşte bu en iyi düzeyde sağlanmış uyum, gözlerin yeryüzü koşullarına aynı zamanda sımsıkı bağlı kalarak algılama olanaklarının sınırlarını bu koşullara göre göre belirlemeleri anlamına gelmektedir. Bu da gözlerimizin bize yalnızca ve yalnızca yeryüzü koşullarında ve onlarla birlikte geçerli olan görüntüler sundukları anlamına gelir.

            Beyin ve gözler, görülebilir ışığın değişik uzunluktaki elektromanyetik dalgalarını, algılarımıza, yani renk yaşantımıza sunmak üzere görüntü diline çevirirken, karşılaştırmada dayanak olan renkler tayfı bile her iki göz için tıpatıp birbirinin aynısı değildir. Yeterince aydınlanmış bir ortamda, bembeyaz bir kağıda önce bir gözümüzle sonra öteki gözümüzle baktığımızda aynı kağıdı farklı renk tonlarında algıladığımızı yani gördüğümüzü fark ederiz. Örneğin sağ gözümüz biraz daha pembemsi, sol göz biraz daha mavimsi görecektir. Hangi gözümüzden aldığımız bilgi daha doğrudur diye düşünmek boşunadır. Çünkü aslında renk diye nitelendirdiğimiz olgu, özellikle de beyazlık olgusu, gerçekte doğada değil, bizim algılarımızda temel bir olgudur. Doğrusunu söylemek gerekirse, renkler ve beyazlık, kavram olarak yalnızca bizim algılarımızın ürünüdür de denilebilir. Gökkuşağından bildiğimiz tüm renklerin birleşerek, gözümüze beyaz izlenimi sunmalarının nedeni, gözümüzün belli bir kurnazlığıyla açıklanabilir. Evrimi boyunca, Güneş ışığının koşulları altında gelişen göz, Güneş ışığının bizim atmosferimizin koşulları altında oluşturduğu aydınlığı renk yönünden nötr, yani bir tür renksiz saymış, bunu renksiz bir ortalama olarak yorumlamaya karar vermiştir. Biz buna, göz kendisine, öteki renkleri belirleyebilme kolaylığı bakımından, bir sıfır başlangıç noktası koymuştur da diyebiliriz. Biyolojik yönden bakıldığında çok işe yarar bir gelişmedir bu. Bu sıfır noktasından, yani gözün ortalama aydınlık olarak saptadığı bir nötr noktadan itibaren her sapma, artık beyazdan farklı bir başka renk olarak algılanacaktır. Ortamda, çevrede, beyazdan farklı bir şeylerin varlığı, görme algımız için renktir de  denilebilir. Ama sorun da burada boy gösterir. Çevre koşulları aynı kaldığı sürece, yani atmosfer ayni atmosfer olduğu sürece, gözün öteki renkleri çıkarabilmek için karşılaştırma noktası olarak seçtiği bu sıfır noktasının, bu beyazın işlevi de sürer. Buna karşın Güneş aynı Güneş de olsa, Ay yüzeyinde atmosfer olmamasından ötürü durum birden değişmektedir. Yeryüzü atmosferinin filtresinden süzülerek o tanıdığımız renk bileşimlerini oluşturan ışık, Ay yüzeyinde farklı koşullarla karşılaştığı anda, bizim optik algılama sistemimiz de iflas etmektedir. Sistemin, bir kıyaslama noktası olarak belirlediği beyaz sıfır noktası da bir işe yaramaz durumda kalmaktadır.

            Renkleri algılamamız sırasında etkin olan tüm duygusal ve estetik değerlendirme mekanizmalarını harekete geçiren tepkiler ile yukarıdaki etmenler birleştirildiğinde ortaya renk dünyamız, renk yaşantımız çıkmaktadır ve bu yaşantı, dolaylı yoldan da olsa yeryüzü atmosferinin bütünüyle kendine özgü ve başka herhangi bir yerde bulunmayan tipik özelliklerini de yansıtmaktadır. Görme yeteneğimiz, Güneş ışığının kendine özgü spektral(renksel) bileşimi ve atmosferin filtreleme etkisi sonucu yeryüzüne egemen olan ışık koşullarının damgasını yemiştir.

            İşte bu nedenle biz bir Ay taşının renginin ne olduğunu hiç bir zaman öğrenememekle kalmayacağız, bu örnekten çıkan sonuçlar yalnızca yeryüzü koşullarında geçerli olmaktan da öteye, yeryüzünde de etkili olduklarına göre, üstüne üstlük gerçekte kendi rengimizin ne olduğunu bile bilemeyeceğiz. Bilip bilebileceğimiz tek gerçek, parlaklığın en üst değeri, ışık spektrumunun sarı alanına düşen ve atmosferin filtresinden geçerek ortalığı aydınlatan 150 milyon kilometre uzaklıktaki G2 V spektral tipindeki adına Güneş dediğimiz bir sabit yıldızın ışığı altında bir görüntümüz olduğudur. Dolayısıyla, tüm görülenler, yalnızca nasıl bakarsanız öyle göreceğiniz, kendisi de göreceli olan zaman içinde kaybolacak birer görüntüden ibarettir. Montaigne’in dediği gibi göz hiç bir şeyin özünü göremez, doğru bir kürek suda eğri görünür. Bu bakışı sağlayan zihnin yapısı ve akla sağlamış olduğu bilinç birikimi ile ulaşılan düzey, bu görüntülerin niteliğini tayin eden etmendir. Kişinin cehalet perdeleri ile kapalı mı yoksa aydınlık içinde bir bilgelik yolunda mı olduğu işte bu nitelik ile yakından ilişkilidir. Aslında görmek için bakmaya da gerek yoktur. Eğer akıl aydınlanmışsa, karanlık bir odada, açık mavi bir gökyüzü vardır. Eğer düşünceler bulanıksa, gün ışığında kötü hayaletler bulunur. Hiç bir zaman unutulmamalıdır ki güzellik duygusu aklın niteliğine bağlı olup hayranlık duyulan nesnenin gerçek hiç bir niteliğine dayanmaz. Tao bilgesi der ki, “Eğer yanlış kişi doğru usulleri kullanırsa, doğru usuller yanlış yolda çalışmaya başlar”. Yukarıda açıklanmaya çalışıldığı gibi fiziğin de söylediği bundan başka bir şey değildir. Dolayısıyla insan faktörü hiç bir zaman önemini kaybetmez. Zen ustasının da dediği gibi burada method değil insan önemlidir.

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

 YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |