<%@ Language=VBScript %> İNSAN AİLESİNİN BİYOKÜLTÜREL EVRİMİ Sayfa 1

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

 SAYFA> | 1 | 2 | 3   

Sayın Atillâ Kazancı'a gönülden teşekkürlerimizle,

 

İNSAN AİLESİNİN BİYOKÜLTÜREL EVRİMİ

  

İlk insan ya da insanlar nerede ya da nerelerde, ne zaman, kaç bin ya da kaç milyon yıl önce, nasıl ortaya çıkmışlardır? Ne şekilde yaşamışlar, nasıl beslenmişler, nerelerde barınmışlardır? Günümüzün modern insanı ile nasıl bir benzerlik içindeydiler? Yoksa görünümleri oldukça farklı mıydı? Görünümleri ve zekâları farklı idiyse, bugünkü Homo Sapiens'e, başka bir deyişle Homo Cerebralis'e evrimleri ne kadar zamanda ve nasıl oluşmuştur? Çeşitli bilim dallarına mensup araştırmacı ve uzmanların somut bulgularına ve getirdikleri yorumlara dayanarak bu sorulara cevap aramaya çalışacağım.

Canlıların yaratıldıktan sonra değişime uğramadıklarını ileri süren ve türlerin değişmezliğini benimseyen kuramların aksine, evrim kavramı, en temel ifadesiyle canlıların değişime uğradıklarını, bu değişimlerin ve uzun birikimlerin sonunda daha karmaşık ve daha çok sayıda cinslerin ortaya çıktığını ileri süren bir kuramdır. Avrupa'da, 17. ve 18. yüzyılda Rönesans ile başlayan Bilim Devrimi ile birlikte, yer merkezli, statik evren görüşü de terk edilmeye başlanmıştır. 17. yüzyılda İngiliz botanik bilgini John Ray'in öncülüğünde bitki ve hayvan türlerinin sınıflandırılması ve isimlendirilmesi çalışmaları, 18. yüzyılda Isveç'li doğa bilgini Carolus Linnaeus ile bir sisteme oturmuştur. Bugün bilim insanları hala Linnaeus'in oluşturduğu farklı organizmaların ortak özellikleri esasına dayalı mertebelendirme sistemini ve ikili adlandırma (binomial) dizgesini kullanmaktadırlar. Doğadaki her canlı organizma cins ve tür olmak üzere ikili isimlendirme sistemiyle tanımlanır. Buna göre insan cins olarak homo, tür olarak sapiens'tir. Bu biyolojik kimliğimizdir.

Mayr'a göre canlılardaki türleşme sürecini ele alırken, simpatrik ve alopatrik tür kavramlarım göz önüne almak zorunluluğu vardır. Simpatrik tür, aynı ekonişi paylaştıkları halde, aralarında çiftleşip üreyebilme engeli olan canlılardır. Alopatrik tür ise, aynı türe mensupları oldukları halde, farklı coğrafi alanlarda yaşayan canlılardır. Doğal engellerin ve zaman faktörünün etkisiyle, bir topluluğun iki kolu coğrafi olarak ne kadar birbirinden uzakta ise ve ekolojik koşullar açısından birbirinden ne kadar farklı ortamlarda yaşıyorlarsa, bunların iki farklı alt tür olarak gelişme olasılıkları o kadar fazladır. Söz konusu gruplar arasındaki coğrafi engeller çeşitli nedenler ile ortadan kalktığında, bu iki topluluk karşılaşma olanağı bulur, fakat simpatrik türler haline geldikleri için, artık aralarında çiftleşip üreme olanağı kalmamıştır.

İnsan birçok ortak özelliği diğer canlılarla paylaşmaktadır. Omurgalılarla yakınlığımız olmakla beraber, memeliler sınıfı ile daha fazla müşterek yönlerimiz vardır. Doğanın bir parçası olan insan, giderek doğadan kopmuş, biyolojik donanımının ötesinde kendine özgü bazı nitelikleri ile doğayı gözlemleyen biyo-kültürel bir varlık haline gelmiştir.

18. yüzyıldan başlayarak giderek artan bilimsel geziler, dünyanın çeşitli bölgelerinde ortaya çıkarılan fosiller, gelişen teknolojiyle hızlanan yol ve tünel yapımlarında meydana çıkarılanlar, canlı ve cansız doğanın evriminin birlikte ele alınması gerekliliğini doğurmuştur. Fosillerin ve jeolojik katmanların incelenmesi sonucu, dünyamızın yaşı ve insanın evrimi konusunda, iki temel ve birbirine zıt yorum ortaya çıkmıştır. Türlerin değişmezliği ilkesinin dayanağı olan, Kilisenin yaratılışa ilişkin dogmatik doğa felsefesine göre, doğal afetler sonrası yeryüzündeki canlıların bir bölümü ya da tümü yok olmuş, bunların yerine daha gelişmiş yeni türler yaratılmıştır. Bu görüşün tersi olan dönüşümcülüğe göre ise, eski türler ile yeni türler arasında bir kesinti söz konusu değildir ve canlıların zaman içinde gösterdikleri değişimler yeni türlerin oluşmasına yol açmaktadır.

Dünyamızın oluşum başlangıcı olan ve herhangi bir hayat izi görülmeyen Azoyik dönem günümüzden önce 4.6 ile 3.5 milyar yıllan arasını kapsayan ana dönemdir. Yaklaşık 3.5 ile 2 milyar yıllan arasını kapsayan Arkeozoyik dönemde ise sadece bakteriler yaşam sahnesinde bulunmaktadırlar. Yaşamın sadece denizlerde olduğu ve 2 milyar ile 550 milyon yılları arasını kapsayan Proterozoyik dönemin sonlarına doğru tek hücreler, birbirleri ile ortaklık ilişkisi kurarak, yeryüzünün ilk hayvanları olan hücre kolonilerini oluşturmuşlardır. Son 550 milyon yıllık ana dönem olan Fanerozo-yik dönemde ise, yaşam denizlerde yeterince çeşitlenmiş, daha sonra da hücreler yeni ve uygun kombinasyonlara girerek hayatı denizlerden karalara taşımışlardır. Bu ana dönemin Paleozoyik erası bir çok omurgalı, eklembacaklı ve günümüzde temsilcisi kalmamış omurgasız canlıların egemen olduğu eski bir dünya alemini simgeler. Daha sonra gelen Mezozoyik era ise ilk defa çiçekli bitkilerin ve kuşların ortaya çıktığı ve dinozorlar ile ammonitler gibi kafadanbacaklıların egemen oldukları devirdir.

Bir görüşe göre, çok büyük bir gök cisminin dünyaya çarpması sonucu, atmosferi kaplayan toz bulutu ve parçacıkların, güneş ışınlarının dünyaya ulaşmasına engel olması, diğer bir görüşe göre de, volkanik hareketler, deniz düzeyindeki önemli değişiklikler ve yeryüzü kaynaklı diğer jeolojik olaylar nedeniyle, Mezozoyik eranın son zaman dilimi olan kretase'den itibaren yeryüzü iklimi giderek soğumaya başlar. Başta dinozorlar olmak üzere çok sayıda canlı yaşam sahnesinden silinir. Günümüzden 65 -75 milyon yıl önce, Senozoyik eranın başlangıcı olan Tersiyer zaman diliminden itibaren ortaya çıkan boşluğu, genelleşmiş bir anatomik yapıya sahip, çok ufak, her türlü ortamda rahatça yaşayabilecek arkaik memeliler doldurur. Primatlar da memeliler sınıfının 33 takımından biri olarak yaşam sahnesindeki yerlerini alırlar. Bunların bir kısmı çevredeki canlılarla girdiği var olma mücadelesini kaybettiği, bir kısmı da o çağların değişik ekolojik koşullarına ayak uyduramadığı için yok olup giderler.

Genet-Varcin'e göre, primat benzeri memelilerin olası en eski temsilcisi, Kuzey Amerika'da kretase ve paleosen fosil katmanlarında bulunan purgatorius'tur. Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre, ilk primat benzeri memeliler tarla faresi iriliğinde olup, uzun bir yüze ve çok küçük bir beyne sahiptiler. Üçüncü zamanın başlarından itibaren, organizmaları ve davranış örüntülerindeki esneklikleri ağaçlarda yaşamaya en iyi uyum sağlayabilen formlar ve bunların soyları hızla tropik, yarı tropik ve savanlık bölgelere yayılır. Tropik ya da yarı tropik ortamda hem korunma, hem de kolay beslenme açısından ilk primatlar oldukça şanslıydı. Ne var ki böyle nemli ve sıcak iklimlerde fosilleşmenin gerçekleşme olasılığı çok zayıftır. Dolayısıyla ilk primatların Afrika'da mı yoksa Asya'da mı ortaya çıktığı konusunda görüş ayrılıkları vardır. Üçüncü ve Dördüncü zamanı kapsayan Senozoyik çağın eosen evresinden itibaren primatlar Asya, Afrika, Avrupa ve Amerika'da geniş bir dağılım gösterirler, fakat Avusturalya'da hiç yaşamamışlardır. Günümüzde primatların % 80'i Brezilya'nın yağmur ormanlarında yaşamaktadır.

Prosimiyen olarak adlandırılan ufak primatlar, Güneydoğu Asya'nın birkaç adasında ve Madagaskar'da, eski dünya primatları ise, Güney ve Doğu Afrika'nın ormanlık ya da savanlık alanlarında, Asya'da, Himalaya steplerinde ve Japonya'nın kuzeyindeki adalarda yaşarlar.

14 aile, 55 cins ve 170 civarında tür sayısı ile oldukça zengin çeşitlilik gösteren primat dünyasının iri primatlarına gelince, şempanze ve goril Afrika kökenlidir. Kongo, Uganda, Gabon ve Kamerun'da, goriller ise sadece Batı Afrika'da yaşarlar. Batı Afrika aynı zamanda goril ve şempanzenin ortak yaşadığı bölgedir. Jibon ve orangutanlar Güneydoğu Asya'da, Borneo ve Sumatra adalarında yaşarlar. Jibonlar hayatlarının büyük bir kısmını ağaçların 30 metreden yüksek kısımlarında geçirirler.

Bedensel irilikleri açısından primat türleri çok geniş bir yelpaze oluşturur. Prosimiyen ailesinden olup Madagaskar'da yaşayan microcebus'lann boyu 13 santim, ağırlıkları ise 60 gram kadardır. Buna karşılık 2 metreye varabilen boy ve 250 kilogramı bulabilen ağırlıklarıyla goriller primat dünyasının en iri cüsselileri olarak bilinirler. Çoğu memelilerin aksine, insan da dahil tüm primatların beyin korteksindeki koku alma bölgesi, zamanla önemli bir küçülme göstermiş, görme duyusunda ise belirgin bir gelişme olmuştur. Tüm primatların el ve ayaklarında tutucu beş parmak bulunur. Prosimiyen'lerde sivri tırnaklar, insan dahil tüm iri primatlarda ise yassı tırnaklar vardır. İnsan dışındaki diğer primatlar bir nesneyi tüm parmaklarıyla kavrarlar, başparmakları etkisizdir, duyarlı ve rafine bir tutuşa sahip değillerdir. İnsanda, el başparmağı ve işaret parmağı gelişmiş, ayak başparmağı ise tutucu işlevini kaybetmiştir.

Üst primatlar kuyruklu ve kuyruksuz olarak iki gruba ayrılır. Kuyruksuz primatlar insanla birlikte goril, şempanze, orangutan ve jibonlardır. Primatlar dışındaki bütün memelilerde kol ve bacak kemikleri kaynaşıp bir blok oluştururlar. Kol ve bacakların-daki eklemleşme sayesinde primatlar, cinslerinin yaşam seçeneklerinin gerektirdiği her hareketi kolayca yapabilen bir konuma gelmişlerdir.

Zamanımızdan yaklaşık olarak 25 milyon yıl önce başlayıp, 5.5 milyon yıl önce sona eren üçüncü zamanın Miyosen çağında yerküre gittikçe soğumaya, tropik ormanlarla kaplı alanlar kuraklaşmaya başlar. Genet-Varcin, Wolpoff ve Binford'a göre miyosen çağda hominoid adını verdiğimiz iki önemli insanımsı üst aile gelişir. Bunlar sivapithecuslar ve driyopithecuslardır. Coppens'e göre meyve türü besinlerin temelini oluşturduğu değişik bir beslenme alışkanlığı, diğer primatlara oranla daha gelişmiş ve karmaşık bir beyin korteksiyle donanmış, her türlü ekolojik ortama kolayca uyum sağlayan bu yeni formların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Hominoid atatürlerinin ortaya çıkmasında ve çeşitlenmesinde değişik jeolojik ve iklimsel olaylar da önemli rol oynamıştır. Son 50 milyon yıl içinde ilk defa Afrika ve Avrasya arasında köprü oluşmuş, Arabistan tektonik platosu da Asya'ya karasal bağlantı ile bağlanmıştır. Zamanımızdan 14 milyon yıl öncesinden itibaren, sivapithecus hominoidlerini Afrika, Avrupa ve Asya'nın çeşitli ekolojik ortamlarında görmeye başlıyoruz. Moleküler biyolojik bilgilere dayanarak Kottak, Asya sivapithecuslarının 16 milyon yıl önce orangutana doğru evrimleştiğini, Afrika sivapithecuslarmın ise goril-şempanze ve insan ailesinin ortak atasal formları olabileceğini ileri sürer. Franklin'e ve günümüzde geniş ölçüde benimsenen görüşe göre ise, ortak atadan ilk kopma jibon ile başlamış, bunu orangutan izlemiş, 10 milyon yıl önce goril, bu tarihten 100.000 yıl sonra da şempanze ortak atadan ayrılmıştır.

Texas San Antonio Biyomedikal Araştırma Merkezinden Jeffrey Rogers, şempanze, goril ve insanın DNA moleküllerindeki dizilim biçimlerine ilişkin yaptığı çalışmalarda bazı benzerliklerden söz etmektedir. Rogers'a göre, genetik analizler şempanzenin bir dizilime göre insana, farklı bir dizilime göre gorile daha yakın olduğunu göstermektedir. Franklin'e göre, moleküler saatin geriye doğru işletilmesindeki temel ilke, DNA molekülünün belirli bir zaman dilimindeki değişme hızıdır, insan ve şempanzenin DNA moleküllerinde ve albumin proteinlerinde % 99 oranında görülen benzerlik, bazı araştırmacılara göre her şey anlamına gelmez, önemli olan % 1'lik az ama öz ayrılıktır. Filogenetik, sistematik ve taksonomik olarak insan ve iri primat aileleri arasındaki ilişki, aynı evrim çizgisi üzerinde düşünülmemelidir. Ne insan iri primatların atasıdır, ne de primatlar insanın atası olmuşlardır.

Hominid yani insansı ailesinin en eski temsilcisi olan australopithecus ile ilk tanışma, 1924 yılında, Afrika'nın güneyinde Transvaal eyaletinin Taung bölgesindeki kireç ocaklarında, 3-4 yaşlarında goril-şempanze-insan arası bir canlının kalıntılarının bulunmasıyla başlar. 1930'lardan itibaren, paleoantropolog, jeolog, paleozoolog, pale-obotanist, ekolojist, nükleer fizikçi ve diğer uzmanların yaptığı sistemli kazılar ve çalışmalar sonucunda, Güney Afrika'da ve Doğu Afrika'nın Çad, Etyopya, Tanzanya ve Kenya'yı içine alan geniş bölgesinde, sayıları yüzleri aşan insansı fosiller ortaya çıkarılmıştır. Doğu Afrika'da kuzeyden güneye uzanan 4.000 km.lik Rift tektonik çöküntüsünde yapılan karbon izotop analizleri sonucunda, bu bölgenin milyonlarca sene önce sayısız göl ve akarsu ile kaplı olduğu anlaşılmıştır. Bu su kaynaklarından günümüze tortusal depo ve sekiler ile kalın tüf tabakaları kalabilmiştir. Volkanik faaliyetlerden geriye kalan küller, güney Afrika'dakinin aksine, radyometrik tarihleme olanağı da vermektedir. Aşağı yukarı 4 milyon yıl boyunca, Doğu, Güney ve Orta Afrika'da yaşamış olan insansılar 7 değişik türle temsil edilirler. Bu kadar farklı türe rağmen, insansıların küçük beyin, iri yüz ve iki ayak üzerinde yürüme olarak üç ortak özellikleri vardır.

Australopithecus Africanus (Narin yapılar): Zamanımızdan önce, 3 ile 2 milyon yılları arasında yaşadıkları sanılmaktadır. Ortalama 1.29 metre boyunda, 24-25 kg. ağırlığında idiler. Beyin hacimleri 450 cm^'tü. Öğütücü dişleri modern insanın iki katı iriliğindeydi. 20 yaş dişleri küçülme eğilimi göstermiyordu. Köpek dişleri diğer kesici dişlerle aynı hizada idi. Africanusların kafataslarındaki kas bağlantı izleri belirsizdir. Erkeği ve dişisi arasında belirgin irilik farkı vardır.

Australopithecus Robustus (Güney Afrika kaba yapılıları) ve Australopithecus Bo-isei (Doğu Afrika kaba yapılıları) : Zamanımızdan önce, 2.6 ile 1.2 milyon yılları arasında yaşamışlardır. Boyları 1.50-1.60 metre arasında idi. Beyin hacimleri 500-600 cm3'tü. İri dişleri, Kafataslarındaki ek kemiksel çıkıntılarının bağlandığı güçlü çiğneme kasları vardı. Diş aşınma fasetlerinin taramalı elektronik mikroskobu ile incelenmesi sonucunda, kaba yapılıların dişlerinde çizik ve çukurlara yoğun biçimde rastlanmış, bunların, fındık ve benzeri sert kabuklu yemişler ve sert bitki kökleri ile, narin yapılıların ise daha ziyade yumuşak meyve ve yapraklarla beslendikleri ortaya konulmuştur. Ot ağırlıklı beslenen canlıların kemiklerinde strontium, et ağırlıklı beslenenlerde ise kalsiyum oransal olarak fazladır. Uygulanan eser element analizleri sonucu, narin ve kaba yapılıların omnivor oldukları, yani hem et, hem de otla beslendikleri anlaşılmıştır. Kaba yapılıların diş minelerinde yapılan C13 izotop analizi de bu sonucu desteklemektedir.

Australopithecus Afarensis (Doğu Afrika arkaik yapılıları): Zamanımızdan önce 3.6 ile 3 milyon yıllan arasında yaşamışlardır. Beyinleri 400 cm3'tür. Ufak yapılıdırlar. Erkeği ve dişisi arasında çok belirgin cüsse farkı vardır. Diş yapıları daha çok goril ve şempanzelere benzer. Köpek dişleri diğer kesici dişlerden daha yukarıdadır. 1. alt küçük azı ile alt köpek dişleri modern insandakine hiç benzemez. 1977 yılında Kenya'm Laetoli bölgesindeki volkanik tüfler içinde, 70 metrelik bir pist üzerinde bir çocuk ve iki erişkin afarensise ait ayak izleri bulunmuştur. Laekey ve Tottak'a göre, Hadar ve Laetoli afarensisleri ve kaba yapılı insansılar dik yürümelerine rağmen, el ve ayak bilekleriyle parmaklarındaki anatomik ayrıntılardan da anlaşılacağı üzere ağaç yaşamından tamamı ile kopmuş değillerdi. Narin yapılıların aksine, kaba ve arkaik yapılı insansılarda oksipital marjinal sinüs, tıpkı modern insanda olduğu gibi genişlemiştir. Bazı araştırmacılar, bu anatomik özelliğin, iki ayak üzerinde durma ve yürüme yönünde evrimleşen insansıların, omurga-damar ağına daha etkin ve düzenli kan akımı sağlamak amacıyla olduğunu söylerler.

Austrapithecus Bahrelgazalia: Zamanımızdan önce 3.5-3 milyon yılları arasında, Orta Afrika'da yaşamışlardır. Arkaik yapılılarla çağdaştırlar.

Genetik olarak insansıların daha iri bir beyne sahip olma yatkınlığını, anne baseninin boyutları olanaksız kılmıştır. Trinkaus'a göre, beyinsel gelişme ile beraber anne baseni de evrim sürecinde genişlemiştir. Tobias'a göre, insansıların beyin korteksi her ne kadar iri primatlardan daha karmaşık ve gelişmiş olsa da, alın ve şakak bölgesinde son derece yetersiz bir gelişme vardır. Zekâ kapasiteleri modern insandan hayli düşüktür ve böyle küçük bir beyinle konuşamamaktadırlar. Yaklaşık 257 iskelet üzerinde yapılan çalışmalar, insansıların 17-18 yıl yaşayabildiklerini göstermektedir. Son yıllarda Kanadalı ve İngiliz araştırıcılar, diş minesindeki retzius çizgilerini incelemek suretiyle, ilk hominid türlerinde, modern insandan daha hızlı bir büyüme ve gelişmenin olduğunu, dolayısıyla çocukluk evresinin daha kısa olduğunu bulmuşlardır. Erkek ve dişi arasında görülen belirgin cüsse farkı, erkeğin birden fazla dişiyle yaşadığı gruplarda görülen ortak biyolojik özelliktir. Buna göre, insansılarda monogami yani tek eşlilik büyük olasılıkla yoktu.

Acaba, insansılarda ilk adet görme yaşı kaçtı? Dişilerinin hamilelik süresi ne kadardı? Kaç yaşında menopoza giriyorlardı? Akrabalık ilişkileri ne düzeyde idi? Ensent yasağı var mıydı? insanların fizyolojik özellikleri iskelet sisteminden anlaşılamadığı için bu yönleri ile onları tanıyamıyoruz. insanların, ateşi bilinçli kullandıklarına dair hiçbir bulgu ele geçmemiştir. Tobias ve Kottak'a göre, insansılar iri dişleri ve güçlü çiğneme kasları ile besinlerini çiğ yiyorlardı. Binford, Trinkaus, Larrick, Ciochon ve Kottak'ın yaptığı araştırmalar, insansıların avlanma dışında et gereksinimlerini leş yiyerek karşıladıklarını göstermektedir.

Australopithecus Anamensis: Doğu Afrika'da Kenya'nın Turkana gölü yakınlarındaki Allia Bay ve Kanopoi bölgelerinde, zamanımızdan 3.9 ile 4.2 milyon yıl öncesiyle tarihlendirilen 21 insansıya ait fosil kalıntıları, araştırmacıları soy ağacının kökeninde daha da geriye götürmüştür. Anamensislerde köpek dişleri afarensislerden daha iridir, diş mineleri ise afarensis ve diğer insansılardan daha kalındır. Yapılan incelemeler anamensislerin de dik yürüyebildiklerini göstermektedir.

Ardipithecus Ramidus: Son yıllarda Etyopya'nın Hadar bölgesinde 4.4 milyon yıl önce yaşadıkları belirlenen 17 insansı kalıntısı bulunmuştur. Wilford'un 1998'de The New York Times'da yayınlanan makalesine göre ramiduslar, tüm bilim dünyası tarafından, şimdilik insan ailesinin bilinen en eski temsilcisi olarak kabul edilmektedirler.

Yetenekli ve becerikli anlamına gelen habilis ismi altında Homo habilis, ilk kez 1964 yılında Tobias, Leakey ve Napier tarafından bilim dünyasına tanıtılmıştır. Homo habilis atalarımızın, Kenya'da Doğu Turkana'da en az 700.000 yıl kaba insansılarla bir arada yaşamış oldukları Relethford tarafından kanıtlanmıştır. O halde kaba yapılıları insanın atasal çizgisi içinde kabul edemeyiz. Tim White'a göre, Australopithecus afarensis iki kola ayrılmıştır. Bir kolu kaba ve narin insansılara doğru gelişmiş, diğer kolu ise 3 ile 2 milyon yıl arasında, çağdaşı olan insansılarla arasındaki tüm köprüleri atarak, insan cinsine doğru evrimleşmiştir. Wolpoff ise, narin yapılılardan bir kolun insan cinsinin atası olduğunu ileri sürer.

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

 YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |