<%@ Language=VBScript %> İNSAN AİLESİNİN BİYOKÜLTÜREL EVRİMİ Sayfa 3

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

 SAYFA> | 1 | 2 | 3   

 

Ukrayna'da bulunan uzun hayvan kemiğinden yapılmış, delikleri olan kaval, üflemeli ve vurmalı çalgıların tarihinin orinyasiyen çağa kadar gittiğini göstermektedir. Alimen, Jelinek ve Kottak'ın tespitlerine göre, kromanyonlar muska ya da kolye olarak kullanmak üzere obsidiyenden ya da çakmak taşından yapılmış kalemlerle, fildişi, kemik, boynuz ya da çakıl taşlan üzerine ayrıntılı hayvan resimleri de yapmışlardır. Jelinek ve Howell, kromanyonların heykel de yaptıklarını ortaya çıkarmışlardır. Genellikle kadınların dişilik ve doğurganlık özelliklerini ön plâna çıkaran ve boyutları 10 ile 23 cm. arasında değişen bu heykeller, topraktan, pişmiş kilden, fildişinden ya da limonit, hematit ve kalsit gibi çeşitli minerallerden yontularak yapılmışlardır. Kromanyonlar, çanak, çömlek yapmasını bilmiyorlardı. Ancak, Vandiver ve arkadaşlarının Çek Cumhuriyeti'nde Dolni Vestonice'de buldukları 26.000 yıl öncesine ait, düşük ateşte pişirilmiş kil ve topraktan yapılmış, çoğu şekilsiz ve ne amaçla yapıldıkları anlaşılamayan nesneler, kromanyonların seramik teknolojisine sahip olduklarını göstermektedir.

İğneyi bulan kromanyonlar, hayvan postlarından değişik giysiler, kazaklar, botlar dikmişlerdir. Giyime ve süslenmeye oldukça önem verdiklerini kadın heykellerinden anlıyoruz. Örneğin, Sibirya'da bulunan heykel kapüşon ve kabanıyla, Dolni Vestonice'de bulunan heykelcik ise başında bonesiyle yontulmuştur. 12.000 yıl öncesinden itibaren Batı ve Kuzey Avrupa'yı saran buzulların erimesi hayvan türlerini ve bitki örtüsünü önemli derecede değiştirir. Kromanyonların besin ve model kaynaklan olan mamut, mağara ayısı, bizon, kıllı gergeden, step atı, mavi tilki ve ren geyiği gibi hayvanlar, pleistosenin sonlarına doğru yavaş yavaş kaybolurken, mağara resim sanatı da giderek tarihe karışır.

Paleolitik çağın sona ermesiyle başlayan ve oldukça kısa süren Mezolitik çağla beraber, insan toplulukları eriyen buzulların boşalttığı topraklara ve ilk defa İskandinav bölgelerine yayılırlar. Bu arada bitki örtüsü de önemli ölçüde değişir. Tundra görünümlü bodur ağaçların ve steplerin yerlerini ormanlık alanlar alır. Bitki ve hayvan türleri bakımından oldukça zengin Yakındoğu'ya orta boylu, narin yapılı, dolikosefal na-tufiyen insanları göç eder ve sabit köy yerleşimlerini başlatırlar. Sıcak ve yağışlı iklimin Anadolu'ya ve Ortadoğu'ya yayılmasıyla, başta arpa ve buğday olmak üzere birçok yabanıl bitki bol miktarda yetişmeye başlar. Mezolitik insanları, zamanımızdan 11.000-12.000 yıl önce, taş, toprak, kil ve ağaçtan yaptıkları evlerinin basit de olsa fırınlarında, taş dibeklerde ezip, öğütme taşlarında öğüttükleri yabani tahılları pişiriyorlardı. Bu toplulukların yaşadığı en eski yerleşim köylerinden biri Cauvin'e göre Suriye'de Fırat kıyısındaki Tel Mureybet Köyüdür.

Bordes'e göre, Mezolitik çağ, zıpkın, balık oltası ve orak yapımında kullanılan, obsidiyen ve çakmaktaşından yapılmış çeşitli geometrik şekillerdeki minik aletlerle (mikrolitlerle) bilinir. Bu çağdaki diğer bir yenilik de köpeğin evcilleştirilmesidir. Mezolitik çağ insanları ölülerini, evlerinin belirli bir yerine, çömelmiş pozisyonda gömmüşler, aynı mezarı daha sonra ölen yakınları için de kullanmışlardır. Zamanımızdan 11.000 yıl önce Mezolitik çağın sonlarına doğru, ılıman ve yağışlı iklimin yerini alan kurak iklim nedeniyle yer yer çöller oluşmaya başlar. Hayvan türleri de değişen iklime ayak uydurur.

Mezolitik çağla başlayan köy yaşantısı, Yeni Taş çağı anlamına gelen Neolitik çağla beraber daha da gelişir. Çiftçi köy topluluklarının ortaya çıktığı bu kültür evresi Protoneolitik, akeramik (çanak çömleksiz) ve keramik (çanak çömlekli) olmak üzere üç ana gruba ayrılır. Kottak'a göre, zamanımızdan 10.000 yıl Önce Yakındoğu ve Anadolu'da değişen ve kuraklaşan iklim ve buna bağlı olarak ortaya çıkan geniş ovalar, avcı-toplayıcı köy topluluklarının bazılarını yeni ekolojik koşullara uyum sağlamaya yönlendirmiştir. Yakındoğu bu gelişimi yaşarken, Avrupa hâlâ avcı-toplayıcı yaşam biçimini devam ettirmekte, bir kısmı da mağara yaşamını sürdürmekte idi. Orta ve Güney Amerika'da tarım aşağı yukarı 6.000 yıl önce başlamış, mısır, kabak, fasulye ve bazı bitkiler evcilleştirilmiştir. 8,000 yıl önce Güney Doğu Asya, 5.000 yıl önce Doğu Afrika tarıma geçmiş, 3.000 yıl önce ise Japonya ve Kore'de pirinç ağırlıklı tarım başlamıştır. Braidwood ve Reed'e göre, zamanımızdan 10.000 yıl önceki Yakındoğu, bir yanda yüksek platolar ve dağlar, diğer yanda ağaçsız stepler ya da Fırat ve Dicle'nin bereketli alüvyonlu ovaları gibi değişik coğrafi görünümlerle karşımıza çıkar. Bu çok geniş coğrafi yelpazede insanoğlu, kendi istek ve ihtiyacı doğrultusunda yabanıl tahılları seleksiyona tâbi tutmuştur, ilk evcilleştirilen tahıllar buğday ve arpa olmuş, bunları mercimek, nohut ve bakla izlemiştir. Suriye'deki Tel Mureybet, Anadolu'daki Çayönü ve Aşıklı gibi yabanıl tahılların toplandığı ve yendiği köy yerleşmeleri zamanla tarıma geçmişlerdir. Cauvin, uygun toprak, yeterli su ve bilgi birikimiyle söyler, Taylor'a göre besin üretimi, uygarlığın gelişmesine ve kültürel değişmeye ortam hazırlamıştır. Bilinçli tarıma geçilmesiyle, beslenme alışkanlığı değişmiş, insanoğlu ilk kez ekmeğini yapmaya başlamıştır. İrak'ta Jarmo, Anadolu'da Cafer Höyük ve Tel Mureybet'te yapılan arkeolojik kazılarda bulunan çanak çömlek öncesi döneme ait fırınlar, dünyada en eski ekmeğin Yakındoğu'da yapıldığını göstermektedir. Tarımın başlamasıyla birlikte köylerin nüfusu da artmaya başlamıştır. Mellaart'dan öğrendiğimize göre, İsrail'deki Jericho'nun nüfusu 3.000, Konya'nın güneydoğusundaki Çatalhöyük'ün ise 10,000 idi. Tarım döneminde araç ve gereçler daha da çeşitlenmiş ve Orak, havan, bazalt öğütme taşları ve obsidiyenden yapılmış çeşitli aletlerin yanı sıra, Neolitik insanı ağacı da yoğun şekilde kullanmış, bakır madenini keşfetmiş ve bakırdan süs eşyaları çanak, çömlek yapmasını bilmeyen Neolitik insanı, aşağı yukarı 7.000 yıl öncesinden itibaren besinlerini pişirdiği, sakladığı ve taşıdığı kaplar başlamıştır. Yine zamanımızdan 7.000 yıl önce, Neolitik insanı yaklaşık 2.000 yıldır eti, sütü ve postundan yararlanmak için yavaş yavaş kendine alıştırdığı yabanıl sığır ve keçileri, seleksiyon yoluyla evcilleştirerek, daha çok süt, et ve daha kaliteli yün veren dayanıklı ırklar elde etmeyi başarmıştır. Evcilleştirme süreci her hayvan için aynı olmamıştır. Örneğin Hallan Çemi'de önce domuz evcilleştirilmiştir. Başlangıçta evcil hayvanı, yabanisinden ayırt etmek imkânsızken, evcil hayvanların iskelet ve dış yapılarında oluşan bariz değişmeler neticesinde, günümüzde bu ayrım çok netleşmiştir.

Başlangıçta, toprağa yarı yarıya gömülü dairesel evler inşa eden Neolitik insanı, kalabalık ailelerin yaşamasına imkân veren oda ve avlu anlayışı ile birlikte dikdörtgen plânı bulmakta gecikmemiştir. Mellaart'a göre, taş veya kerpiç temeller üzerine, kerpiç duvarlar çıkılarak yapılan evler bitişik nizamda olup, çatıları ağaç dalları ve hayvan postları ile kapatılıyordu. Evler arasında sokak yoktu ve avlular çöplük olarak kullanılıyordu. Kapının olmadığı evlere merdivenle damdan giriliyordu. Yapılan kazılar sonucunda, Malatya Cafer Höyük köyünde iki katlı, Çayönü'nde ise ızgara ya da hücre plânlı evlerle karşılaşılmıştır. Çayönü ve Aşıklı yerleşimlerinde ise kanalizasyon sistemi ve çöplerin toplanıp yakıldığı mekânlar bulunmuştur.

Neolitik çağdaki, evlerin tabanları altına çömelmiş konumda ölü gömme âdeti, tüm Neolitik çağ boyunca izlenir. Bu çağda çok tuhaf gömme âdetleri vardı. Çatalhöyük'te ölüler bir platform altına gömülüyor, bu divanların üstünde de insanlar uyuyorlardı. Bir kafatası kültü olan, insan başının gövdeden ayrı olarak özel odalarda saklanması geleneğini ise Çayönü, Jericho ve Ürdün Ain Ghazal'da görürüz. Anadolu'da bilinen en eski ölü yakma âdeti, Aşıklı'da bazı ölülerde uygulanmıştır. Daha sonra gelen Kalkolitik çağdan itibaren ölüler metropol dışındaki nekropol adı verilen kent dışı mezarlıklara gömülmeye başlamıştır. Mellaart, Çatalhöyük insanının çok sayıda Tanrı ve Tanrıça'ya sahip olduğunu söyler. Bu bağlamda Çatalhöyük'de içlerinde fresk ve kabartmalarla, küçük heykellerin bulunduğu 40 kadar tapınak bulunmuş, Urfa Nevali Çori'de ise zemini mozaikle kaplı görkemli bir tapınak ortaya çıkarılmıştır.

Başlangıçtan Neolitik çağa kadar incelemeye çalıştığımız insan türünün en belirgin yanı, olağanüstü çeşitliliğidir. Coon, insan cinsinin, yeryüzünde görüldüğü çağlardan bu yana çeşitli ırklar şeklinde farklılaştığını, Rensenberger, ırk kavramının geçerli ve işlevsel olduğunu söyler. 30.000 yıldan bu yana insan gruplarının göçü neticesinde, yoğun bir gen alışverişi yaşanmakta ve insanların biyolojik çeşitliliği kesinti olmaksızın sürmektedir. Günümüzde Amazon Ormanlarının ve Okyanusya'daki bazı izole adaların yerlileri dışında dünyamızda hemen hemen karışmayan toplum kalmamıştır. Örneğin 1800-1924 yıllan arasında 36 milyon Avrupa'lı 1845-1854 yılları arasında da 3 milyon Sarı, Beyaz ve Siyah insan Amerika'ya göç etmişlerdir. Yapılan bir değerlendirmeye göre Amerika'lı Zencilerin gen havuzunda % 20'ye yakın beyaz gen vardır. Amerikalı Beyazların gen havuzlarında ise Afrika, Avrupa ve Asya'dan gelen çeşitli toplulukların genleri vardır.

Antropologlara ve biyologlara göre ırk, aynı genetik mirası paylaşan ve aralarında üreyip çoğalan bireylerin oluşturduğu bir bütündür. Dil, din, kültür ve etnik unsurlarla ırk sınıflaması yapılamaz. Irk, milyonlarca yıl süren bir sürecin sonucunda insanoğlunun gösterdiği biyolojik ve kültürel zenginliğidir. Irksal özelliklerin önemli bir bölümü insanın içinde yaşadığı doğal çevreye yapmış olduğu biyolojik uyumun sonucudur, iklim, güneş ışınlan, deniz seviyesi ile olan yükseklik farkları ve beslenme alışkanlıkları gibi faktörler bir toplumun en az uyum sağlayan bireylerini elerken, üreyip çoğalmada ortaya çıkan farklı genlerin çoğalması o koşullara en iyi uyum sağlayan bireylerin o toplum içinde çoğalmasına ortam hazırlar.

Weiner, genetik çeşitliliğe yol açan evrimsel mekanizmaları Mutasyon, Doğal Ayıklama, Karışma ve Genetik Kayma olmak üzere 4 ana grup altında toplar. Mutasyon, tek bir genin DNA molekülündeki azot kökenli 4 bazdan birinin ya da birkaçının yer değiştirmesi, birinin diğerine eklenmesi veya ayrılması sonucu ortaya çıkar. Değişime uğrayan kromozon parçası ya da gen, yeni bir kalıtsal özelliğin kodlanmasına ve yeni genetik özelliğin gen havuzunda devam etmesine sebep olur. Üreme hücrelerinde ortaya çıkan mutasyonlar kalıtsaldır, genomdan tüm organizmaya kadar çeşitli düzeyde ortaya çıkarlar ve büyük bir bölümü organizmanın işlevine olumsuz etkide bulunur. Her kuşakta belirli bir hızda ortaya çıkan mutasyon hızı 1/100.000 gibi çok düşük orandadır.

Doğal ayıklanma sürecinin temel malzemesi mutasyonla ortaya çıkan genetik çeşitliliktir. Seçilimci avantajı olan genin, topluluk içindeki sıklığı giderek artar ve o genin belirlediği biyolojik özellik o toplumun genotipinde korunur, gen akışı yoluyla da bu genetik özellik başka yörelere yayılabilir. Ancak bu genetik özellik, bir coğrafi bölgede birey için avantajlı, bir başka bölgede yararsız ya da zararlı olabilir, her genetik özellik, her coğrafi ortamda uyumsal bir avantaj sağlamaz. Uyum sağlayamayanlar, gelecek kuşağa daha az döl bırakır, böylece giderek elenip yok olurlar.

İnsanoğlunun birbirinden farklı, son derece değişik coğrafi ortamlarda yaşayabilmesinde kültürel unsurların yanı sıra, organizmanın adaptasyon ve uyarlanma mekanizmasının da önemli payı vardır. Weiner, Relethford ve Kottak'a göre, adaptasyon, çevre koşullarının bir toplum üzerinde yarattığı seçilimci baskıdan kaynağını alan gen sıklıklarındaki değişmelerle yakından ilgilidir, insanoğlunun, çevre koşullarına kültürel açıdan yaptığı uyum davranış uyumudur. Biyolojik uyum ise fiziksel ve fizyolojik uyumdur. Örneğin, uzun zamandan beri kutup bölgelerinde yaşayan toplumların bazal metabolizma hızlarında görülen yükselme vücut için ek bir enerji kaynağıdır. Soğuğa karşı insan organizmasının gösterdiği uyumsal tepki, yüksek enerji sağlayan besin maddelerinin fazlaca tüketilmesiyle mümkün olan fizyolojik değişimin sonucudur. Soğuğa karşı koyabilen insanoğlu, sıcak ve kurak bölgelere daha da iyi uyum sağlamıştır, insan vücudundaki kıl sisteminin çok az gelişmiş olması ve yaklaşık 2 milyonu bulan ter bezleri sayesinde insan herhangi bir memeliden çok daha fazla terleme kapasitesine ve en iyi ısı ayarlama mekanizmasına sahiptir. Fizyolojik düzeyde devreye giren bu uyumsal tepki tüm insan ırkları için geçerlidir.

Kottak'a göre, çok yüksek dağlık yörelerde yaşayan insanlar, zamanla bazı morfolojik ve fizyolojik uyumlar geliştirmişlerdir. Dünya nüfusunun sadece % 1'inin yaşadığı bu yörelerde oksijen basıncı az, güneş ışınlan daha etkili, soğuk daha fazla ve rüzgârlar çok daha şiddetlidir. Bu bölgelerde sürekli yaşayan toplumların daha geniş bir akciğer kapasiteleri vardır ve alyuvarlarının sayısı ile hemoglobin miktarları oldukça yüksektir. Bu fizyolojik özellikler nedeni ile bu toplumlarda düşük ve bebek ölümleri sıkça görülür. Büyüme ve gelişme daha yavaştır. Bu yöre insanları daha kısa boyludurlar.

İklim ve yüz yapısı arasında ilişki olduğunu ileri süren araştırmacılar tarafından, Mongoloid yüz tipi sert ve soğuk iklime bünyenin yapmış olduğu en iyi uyum olarak gösterilir. Göz çukurları altında ve elmacık kemikleri üzerinde deri altı yağ tabakasının aşın gelişmesi ve çekik gözler, kar fırtınalarına ve çok soğuk iklime karşı Eskimolara önemli avantajlar kazandıran uyumsal morfolojik değişimlerdir. İklim ve deri rengi arasında da çok yakın bir ilişki bulunmaktadır. Deri rengini belirleyen unsurlar; deri yüzeyine yakın kısımlarda kan damarları içinde bulunan hemeglobin, ölü hücrelerin içindeki karoten ve en önemlisi de epidermdeki melanindir. Melanin, kızıl saç hariç saçlara da renk verir. Melaninin üretim hızını, hormonlann işlevi, beslenme ya da ulturaviyole ışınları etkiler. Güneş spektrumundaki ultraviyole ışınları derinin renginin koyulaşmasına neden olur. UV ışınlarının şiddeti ekvatora yaklaştıkça artar, uzaklaştıkça azalır. Bu yüzden Doğu Afrika'nın savanlık bölgelerinde yaşayan Nilotik Zencileri ve Avustralya'nın çöl bölgelerinde yaşayan yerliler çok koyu deri rengine sahiptirler. Yeryüzünün yüksek dağlık kesimleri de UV ışınlarını şiddetli alır. Öte yandan sis, duman ve kalın bulut katmanları bu ışınlan tamamen tutarlar. UV ışınlarına, derinin boynuzumsu tabakasının kalınlaşması ve renginin koyulaşması şeklinde gösterdiği uyumsal tepki neticesi, bu ışınlar derinin daha iç kısımlarına inemezler. Bu nedenle, Zencilerde deri yanıklarına ve deri kanserlerine çok az rastlanır.

Irksal farklılıklarla hastalıklar arasındaki ilişkileri yorumlayan araştırmacılara göre, bazı ırklar belirli hastalıklara daha yatkındır. Örneğin, Beyazlar çeşitli kanserlere Siyahlardan daha çok yakalanmaktadır. Gene Beyazlarda ve Sarılarda sıkça görülen trahom. Siyahlarda çok az görülmektedir. Difteri, hemofili, anjin ve mide ülseri Beyazlarda, kansızlık, nefrit ve hipertansiyon ise Siyahlarda daha yaygındır. Kanserlerin, kalp ve damar hastalıklarının ortaya çıkışında kalıtımın yanı sıra, kötü beslenme ve stresli yaşam da önemli rol oynar. Nitekim, balık ağırlıklı beslenen Eskimolarda ve Güney Afrika'lı Bantularda kalp ve damar hastalıkları çok az görülür. Arizona'da yaşayan Pima Yerlilerinde ise ABD'nin diğer bölgelerine göre dokuz kat daha fazla şeker hastalığı tespit edilmiştir.

Twiesselmann ve Harrison'a göre, büyüme ve gelişme, genetik faktörler ile doğal ve kültürel çevrenin arasındaki etkileşimle belirlenen karmaşık bir süreçtir. Örneğin, belirli bir boy uzunluğu için genetik bir potansiyele sahip olan kişi, malnütrisyon ya da bir enfeksiyon nedeniyle genomunda belirlenmiş boya ulaşamayabilir. İnsanın tüm bedensel yapısı, çevre ve genotipinin ortak ürünüdür. Çevrenin geliştirici etkisi geno-tipin kapasitesinin üzerinde bir gelişme göstermesine yol açmaz, başka bir deyişle, beslenmenin belirli ölçüde iyileşmesi, bütün topluluklarda aynı hızda bir boy artışını getirmez. Vallois'a göre, beslenme ve yaşam koşullarının iyileşmesi, tıp alanındaki gelişmeler, çalışmaya başlama yaşının ileriye alınması, toplumlararası töresel engellerin ve içevlilik alışkanlığının giderek azalması insanoğlunun biyolojik gelişmesinde son yüzyıl içinde genel bir boy ve ağırlık artışına neden olmuştur. Tanner'a göre, büyüme hızında mevsimlerin de etkisi vardır. Ağırlık artışı sonbaharda daha belirgindir, boy ise genellikle ilkbaharda daha hızlı artar.

Stratigrafi Biliminin ortaya koyduğu jeolojik bilgilere göre doğa ve dünya sürekli bir değişim ve dönüşüm içindedir. O halde canlılar da, kendilerini bu değişim ve dönüşümlere uyarlamak zorundadırlar. Canlıları oluşturan hücreler ortaklık sistemi içinde örgütlenirken genetik kodlanmaların gereğini yerine getirmek, enerjiyi en ekonomik sekliyle depolayıp aktarmak ve yeni ortam koşullarına uygun bir yapıya ulaşmak için ard arda bir takım biyo-fizikokimyasal tepkimelerden geçerler. Örneğin, anne karnındaki insan yavrusunun parmakları arasında, önce yüzmeye alışık bir atanın parmaklan arasındaki gibi zarlar bulunurken, bu perdeyi oluşturan hücreler, daha sonra kendi-duyulmayacağından apoptoz kuralı gereğince gönüllü intihara giderler ve o perdeler ortadan kalkar. Duyu organlarının dış ortamdaki verileri algılayıp, aktardıkları beyin hücrelerinin ise ortaklıktaki diğer hücrelerden bir farkları vardır, Beyin hücreleri doğumda maksimum sayıda olup, soylarından genetik olarak aktarılan bilgilere örgütlenmişlerdir, diğer hücreler gibi yenilenemezler yani ölenlerin yerine yenileri konulamaz.

İnsan beynindeki hücrelerin örgütlenip, program devreleri oluşturmasında, gelenek ve görenekler, okullardaki öğretimlerden daha baskındır. Yaklaşık iki asırdır, beyin hücrelerinin özgür bırakılması ve dogmatik eğitim sisteminden, bilimsel eğitim sistemine geçilmesi neticesindedir ki, insanlık baş döndürücü bir bilimsel ve teknik ilerleme hızına ulaşmıştır. 2.5 milyon yıllık tarihinin ilk onda dokuzluk evresinde taş yontmaktan ileri gidemeyen insanlık, son onda birlik dilimde ateşi kontrol etmeye ve ölülerini gömmeye başlamış, son yüzde birlik dilimde mızrak, kemikten iğne, hayvan postundan çadır ve giysi yapmayı başarabilmiştir. En son beş binde birlik yani 500 yıllık zaman diliminde ise, mikroskop ve teleskoptan, elektrik ve nükleer enerjiye kadar, sayısız bilimsel buluşa imzasını atan insanoğlu büyük bir gelişim sürecine girmiştir. Kısacası, insanlığın bilgi ve beceri dağarcığı eksponansiyel şekilde artmaya başlamıştır.

Atillâ KAZANCI
07.09.2002

Kaynaklar

  1. Prof. Dr.Metin Özbek; Dünden Bugüne İnsan

  2. Prof. Dr.Nedret Gürsoy: Ortodontinin Biyolojik Temelleri

  3. Prof. Dr.İbrahim Veli ODAR: Anatomi

  4. Prof. Dr. Filiz PERKÜN: Çene Ortopedisi

  5. Prof. Dr. İlter UZEL: DişhekimliğiTarihi

  6. Charles DARWIN: Darwin Kuramı (Çeviren: Cem TAYLAN)

  7. Benjamin FARRINGTON: Darwin Gerçeği (Çevirenler: Prof. Dr. Bozkurt GÜVENÇ, Doç. Dr. Yalçın İZBUL)

  8. Prof. Dr. İsmet GEDİK: Dünyanın Oluşumundan İnsanlığın Gelişmesine: Gelişimler ve Dönüşümler (TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası Yayını Mayıs 1998 sayı 52)

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

 YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |