<%@ Language=VBScript %> ABD'DE DEMOKRASİ Sayfa 3

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

 SAYFA> | 1 | 2 | 3   

Mahkemelerin Seçim Sistemindeki Rolü

            Amerika’daki son seçimler bütün dünyanın kafasını karıştırdı, eğlendirdi veya gözünü açtı. Oyların makineyle mi yoksa elle mi sayılmasının daha iyi olacağı tartışıldı. Seçimin önde giden iki adayı, avukatlar ordusu yardımıyla, kendileri için iyi olacağına inandıkları tezleri savundular. ABD yönetim erkinin üç katmanı içine gömülmüş karmaşık yasal kurallar ve halkla ilişkiler stratejilerinin gerektirdiği taktikler çerçevesinde her iki parti arasında bir savaş verildi. Medya ve mahkemeler de savaşın yapıldığı meydanlardı.

            Konunun başlangıcı belki de en teknik düzeyde, seçimde kullanılan oylama makineleridir. Amerikan halkının teknolojiye güveni, ona neredeyse hayranlığı ve duyduğu gurur göz önüne alınınca bu uygun bir başlangıç olacaktır. Cumhuriyetçiler buna dayanarak makine ile sayımın, elle sayıma göre daha doğru olacağını ısrarla söylediler. Aslında her iki yöntemde de hata olabilirdi.

            19 Kasım 2000 de Washington Post gazetesinde yayınlanan bir makale, ABD’de oy verme makinelerinin kullanılması  ve kart zımbalama ünitelerinden kaynaklanan sorunlar hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir. Bu makineler oldukça ucuzdur ve oyları hızla sayabilirler. 1962’de IBM tarafından yapılmış ve 1970’lerde ülkenin yarısında kullanıma girmiş, fakat yol açtıkları hatalar yüzünden günümüzde bu oran üçte bire düşmüştür. Hata çoğunlukla “chad” diye adlandırılan ve kart üzerinde seçmenin tercihini gösteren zımbayla delinip atılan küçük kağıt parçacığından kaynaklanır. Bazen bunlar bütünüyle delinip atılamayınca, oy makinesini tıkayan konumda kalırlar. Bazı seçmenler ise tam kuvvetle zımbalayamayınca kart delinmez, ancak üzerinde iz bırakır. Amerikan Seçim Kurulunun kurallarına göre, çoğu eyalette, bütün kartlar sayım makinesine yerleştirilirken görevliler tarafından incelenmek zorundadır. Tam delinmediği için askıda kalmış parçacıklar koparılmalı ve makinenin bunları gerçekten sayması sağlanmalıdır. Fakat Florida da bu yapılmamıştır.

            Eleştiri zincirine katılan başka bir husus, Florida da kullanılan oylama makinelerinin eski olması ve bağımsız örgütlerin raporlarına göre de, hata ve arızalara yatkın olmalarıdır. Günümüzde artık dokunmatik ekranlı, modern makineler piyasaya çıkmıştır, fakat bunlar oldukça pahalıdır ve ABD’de kullanımda değildir.

            Elle sayım ve makineyle sayım sistemlerinin yarar ve zararları ne olursa olsun, teknoloji ve sayım yöntemleri partizan tartışmalarının özü haline geldi. Daha önce 1985’de Dallas’ta oy makinesinden kaynaklanan bir sorun yaşanmıştı, fakat bu sefer hedef Başkanlık olunca, paranın satın alabileceği bütün uzmanlıklar, mahkeme süreçleri ve medya ilgisi devreye sokuldu.

            John Adams‘ın ABD’nin ikinci Başkanı olarak seçildiği, ilk tartışmalı seçim kampanyasından beri partizan politika uygulaması görülmüştür. O zamanki kamuoyunun önde gelen kişilerinin partizan politikayı bir kenara bırakma yönündeki tavsiyelerine rağmen, bir Federalist olan Adams, ve bugünkü Demokratların  öncüsü sayılan, Demokratik Cumhuriyetçilerin lideri, Thomas Jefferson, rakip gazeteler tarafından yapılan sert ve yaralayıcı suçlamalarla karşılaşmışlardı. Aşırı söylemler içinde “yabancı uşağı, hain, ateist, monarşist ve seks düşkünü” gibi ifadeler de yer almıştı. Bir Federalist olarak Adams ile bağlantısı olan Alexander Hamilton, karısını aldatmak ve bunu örtbas etmek için rüşvet vermek ve hükümeti dolandırmakla suçlandı; Hamilton son suçlamayı reddetti. Saldırılar, entrikalar ve skandaller, sınırı olmayan bir basın tarafından abartılıp, şiddetlendirilerek verildi. 

            ABD tarihindeki bu ilk tartışmalı başkanlık seçim kampanyasıyla karşılaştırıldığında, son seçimlerde kullanılan ifadeler, ne kadar medya etkisiyle yoğunlaştırılmış bile olsa, oldukça uygardır. Geçen olaylar ne olursa olsun, Amerikalıların parti ve politik kavgalardan hoşlanmadığı olgusu, oylama için kayıt yaptırırken, seçmenlerin üçte birinden fazlasının, herhangi bir partinin etiketini reddedip, bağımsız olduklarını söylemelerinin sebeplerinden birisidir.

            Amerikanın kuvvetler ayrılığı sistemi, partizanlığın mahkemelere taşınmasına davetiye çıkarır. Sisteme dışardan bakınca son derece bürokratik ve yasal ayrıntılarla dolu gelebilir, fakat Amerika’da meşru, mantıksal ve adaletli olarak kabul edilir. Mahkemelerin seçim sürecine yakından katılmış olması gerçeği, Amerikalıların dava açmaya olan yatkınlığından da öte bir yapısal özelliğe bağlıdır. Amerika’da mahkemeler, yönetim erkinin üçüncü kademesi olarak, kanun hakimiyetinin savunucusu gibi hizmet görürler ve vatandaşların haklarının korunması için nihai bir sorumluluğa sahiptirler. Ülkemizdeki Yargıtay’a veya Anayasa Mahkemesine karşılık geldiği söylenebilen, Yüksek Mahkemenin sahip olduğu itibar biraz da bu olgudan kaynaklanır.  

            Kontrol ve dengeleme sistemiyle güvence altına alınan kuvvetler ayrılığı ilkesi Amerika’da yerleşik kurumsal bir mekanizmadır. Amacı, sınırlı güçte bir hükümet yönetimi bulunmasını sağlamak, başka deyişle iktidar gücünün sınırlanmasını garantilemektir. Demokrasi uygulamalarını tanımlarken genelde kullanılan ve hala tartışılan iki yorum vardır: 

 Amerika bu görüşler arasında kesinlikle ikincisini anayasal bir sistem olarak benimsemiştir. Belki de birinci görüşün Avrupa politik sisteminde tercih edildiği söylenebilir. Amerika’da hükümetin gücünü sınırlamak, sadece federal hükümetin üç katmanı arasındaki kontrol ve dengelemeyle yapılmaz, fakat aynı zamanda yerel yönetim, eyalet yönetimi ve federal yönetim seviyelerindeki üç ayrı hükümet katmanında da yapılır. Yasal yetkileri birbiriyle çakışan bütün bu kurumlar, bazen sonu hüsrana kadar uzanan bir karmaşıklığı yaratırlar. 

            Son seçimde Amerikalılar bile seçim yorgunluğuna uğradılar. Seçim sürecini birçok mahkeme başvurularıyla süründürmek, Amerikan kültürel değeri olan başarmaya, “iş bitirmeye” aykırı bir durumdur. Amerikan toplumunun en dikkat çekici karakter özelliklerinden birisi, başarı için yorulmaz bir arayış olduğu halde politik sistemin, hükümet gücünü sınırlamaya ve hatta bazen hareketlerini durdurmaya yönelik biçimde tasarlanmış olması çok ilginç bir durumdur. Ve bir çelişki gibi görünür.

            Kontrol ve dengeleme düzeni ve çok katmanlı hükümet şeklinde tasarlanmış politik sistemin amacı, bireysel hakların korunmasını sağlamak, ve kanun hakimiyetini, hak ve adaleti tehdit eden dikta yönetimlerine kayma ihtimalinin önünü kesmektir. Kontrol ve dengeleme düzeni Amerikan politik sisteminin içine öylesine derinlemesine gömülmüştür ki bunun değeri hakkında genelde konuşulmaz. Fakat bu nedenledir ki, Florida eyalet hükümeti yetkililerinin ve Yargıtay’ının, elle sayılan oyların nihai tabloya dahil edilip edilmemesi konusunda aldıkları aykırı kararlar Amerikalılar tarafından hoş görmüş, hatta takdir etmiştir.

            Kuvvetler ayrılığı sistemi içinde mahkemelerin yeri konusundaki tartışma, ilgili akademisyenler, avukatlar, kanun hazırlayıcılar ve bazı gazeteciler arasında halen süregelmektedir. Federal yargıçlar ve bazı eyalet yargıçları seçimle gelmezler, fakat yönetim tarafından atanırlar ve mecliste onanırlar. Yargı bağımsızlığını ve ümit edilir ki tarafsızlığını sağlamak amacıyla, ömür boyu süreyle görev yaparlar. Yargıçların değişik politik görüşlerin tehlikeli akımlarından uzakta tutulması ve bağımsız olmaları, sistemin içinde tasarlanmış bir amaçtır. Fakat, böylece, aynı zamanda, yargıçların yetkilerinin demokratik kontrol mekanizmasından uzakta tutulduğu şeklinde bir endişe de akla takılmaya devam etmektedir. Bir federal yargıcın veya pek çok eyalet yargıcının görevden alınabilmesinin tek yolu, olağanüstü ağır ve hantal bir yasal sürecinden geçer. 

            Yargıçların görevlerini nasıl yapacaklarını gösteren davranış normları zamanla gelişmiştir. Anayasal haklar açıkça ihlal edildiğinde, yargıçların yapacağı tek şey, yürütme veya yasama kanadının bu eylemini derhal durdurmak ve reddetmektir. Yargıçlar, mümkün olduğunca,  seçimle gelen yönetim kademelerinin oylarına başvurmalıdırlar, özellikle de meclise, çünkü yasa koyucu makam orasıdır. Şüphesiz bazı yargıçlar diğerlerinden daha etkin davranışlar gösterebilirler fakat, hepsi davalara mümkün olan en dar açıdan yaklaşarak karar vermelidirler. Konunun geneline değil, hukuksal sürecine dönük karar vereceklerdir. Bundan dolayıdır ki yasaların ayrıntıları son seçimde bu kadar yoğunlukla tartışılmıştır. Fakat en temel yapı olan anayasal haklar, kararların esasını oluşturmalıdır. Eğer bunların açık bir ihlali varsa, yasanın daha alt maddelerine göre karar vermek adaletin alenen yanlış bir tecellisi olacaktır. Yüksek mahkemeler ve temyiz mahkemeleri, bir üst mahkemenin talebini reddedip, daha alt bir mahkemenin verdiği bir kararı her zaman onayabilirler. Bir alt mahkemenin karşı yöndeki kararına rağmen,  elle sayımların oylamaya dahil edilmesi için Florida Yargıtay’ının aldığı karara Bush’un itiraz edip, “aşırıya kaçan karar verdiğini” ve “kendi başına bir yasa koyduğunu” söylemesi de, muhtemelen  bu kendi kendini sınırlama normuna dayandırılmıştır.

Amerikan Kültürel Davranışları

            Amerikan Kültürel Davranışları hakkında Prof. Ann Keller şunları söylüyor:

            Amerika’nın kuvvetler ayrılığı ilkesiyle sınırlı bir hükümet modelini tercih etmesinin nedeni, 18.yy ikinci yarısında, ülkenin kurumlarının yerleştiği zamanların koşullarıyla açıklanabilir, fakat aynı zamanda bu tercih Amerikan halkının kültür normlarına da uygundur. Amerikan toplumunda, kültür altyapısına işlenmiş, politik güce karşı bir güvensizlik duygusu vardır, ve bu tutum ülkenin kuruluşu sırasında da fazlasıyla mevcuttu. İhtilalcilerin deyimiyle “keyfi bir hükümete” karşı bir savaş verilmiş olması, önceden var olan bir tutumun yalnızca pekişmesini sağlamıştır. İster “savaş cephesi teziyle” açıklansın, isterse insanların Avrupa’dan göç etmiş olmalarına bağlansın, Amerikan toplumunda en dikkat çeken özellik, on üç koloninin birleşip tek bir ülke yaratmasından daha önce de var olan, güce karşı, özellikle de hükümet gücüne karşı duyulan bir şüphenin varlığıdır.

            Aynı zamanda Amerikan kültürel altyapısında yerleşik bir “adalet” ve “doğruluk” kavramı bulunur. Amerikan yaşamının çoğunda adalet ve doğruluk sabit fikri görülür, fakat bu demek değildir ki bu kavram güncel sosyal, ekonomik ve politik davranışlarda bütünüyle yer almaktadır. Bu çoğunlukla yokluğunda fark edilen bir değerdir, fakat en azından bir davranış amacı, bir ölçüt ve doğrultucu bir düşünce olmaya hizmet eder. Politik yaşama uygulandığında, doğruluk kavramı, bireysel hakların ve adalet sürecinin korunması anlamına gelir. Özgürlüğün bu Amerika’ya özgü tanımı, soyut bir felsefi kavram olmaktan çok pratikte işleyen bir süreç gibidir ve ABD’ye çok yararlı olmuştur.

            Prof. Ann Keller’in yukarıdaki sözleri özellikle ilginçtir.

            Başlangıcından beri Amerikan toplumu çok ırklıdır. Amerika’ya sadece İngilizler göç etmedi, aynı zamanda Hollandalılar, Almanlar, İskoçlar ve İrlandalılar göç etti. Hepsi değişik din, dil, kültürel değerler ve yaşam biçimleriyle geldiler. Bu bağlamda, kanun hakimiyeti, kurallara uygunluk, ve bireysel haklar gibi İngiliz kökenli kavramların, yeni gelenlere politik imkanlar verip, Kuzey Amerika kıtasının mevcut fiziksel ve ekonomik alanlarını onlara açarak kendi değerlerini ispatladığını görüyoruz. Genel bir İngiliz/Amerikan çerçevesi altında değişik gruplar kendi farklı kimliklerini korudular. 1882’de yürürlüğe konulan Çinlileri Dışlama Kararnamesine kadar göçmenlere özel bir sınırlama getirilmediği için, daha pek çok etnik grup gelip Amerikan mozaiğinin bir parçası oldular.

            Amerika’ya girişleri kanunla yasaklanan ilk grup olan Çinlilerden söz edince, ABD’de pek çok grubun ayrımcılık ve hatta eziyet çektiği olgusu da hatıra gelir. Yalnızca Afrika’dan ilk defa 1619’da getirilen siyah köleler eziyet çekmedi. Bugün adına Yerli Amerikalılar denilen kızılderililer de eziyet çekti ve öldürüldü, hem de sadece savaşlarla sınırlı olarak değil. Amerikan tarihi hoşgörüsüzlük örnekleriyle doludur. İrlandalılar, İtalyanlar, Doğu Avrupa Yahudileri, Araplar, Etiyopyalılar, Jamaikalılar, Meksikalılar ve listesi uzayan diğer yeni göçmen grupları ayrımcılık görmekten kurtulamadılar. Bunların çoğu Amerika kıyılarına ilk gelişlerinde hiç de hoş karşılanmadılar. 

            Fakat, lekeli tarihine rağmen Amerika kendi çok etnisiteli toplumunu geliştirdi. Bugün herkesin kendini ifade ettiği özel kimlik değerlerine göre yaşayabilme hakkı, Amerika’da standart bir davranış normu halindedir, ve ABD’nin nüfusu neredeyse dünyadaki bütün etnik gruplardan insanları kapsar. Bu grupların sayısı zamanla azalmamış, aksine artmıştır. Bunların şimdi sahip oldukları nispeten güvenli konumun, daha önce gelenlerin çektiği sıkıntılarla kazanıldığı doğrudur, fakat ABD’nin çok etnisiteli bir toplum olduğu da, kesinlikle ve geri dönülmez biçimde yerleşik bir olgudur. 

            Günümüzden yalnızca otuz yıl sonra, bugün azınlıklar denilenlerin nüfusu, Avrupa kökenli Amerikalıları aşacaktır. Kanun hakimiyeti, temsili demokrasi ve bireysel haklar gibi ilkeler ve doğruluk ve adalet gibi kültürel değerler üzerine kurulmuş bulunan politik sistem ve kurumlar, o zaman  önemli bir sınavdan daha geçecektir. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin, federalizm denilen çok katmanlı hükümet sisteminin, ve Haklar Bildirgesinin varlıklarını koruma şansları olabilir. Bunların zor konuları çerçeveleyip, derin farklılıkları yapıcı biçimde yönlendireceği, ve sorunları çözmek için karar verme mekanizmaları sağlayacağı beklenebilir. Fakat politik süreç, o zamanda şimdiki kadar karmaşık ve sıkıntı verici olacaktır. Ve sistemin yürütülebilir olduğunun kanıtlanmasını ümit etmekten başka yapacak bir şey yoktur.

            2000 yılı başkanlık seçimleri Amerikan politik sürecinin artı ve eksilerini gün ışığına çıkarmıştır. Dünyadaki ve ABD’deki insanların öfke, hayal kırıklığı, hatta tiksinme duyguları yanında aynı zamanda takdirlerini de ortaya çıkarmıştır. Bu süreç kesinlikle en düzgün veya en yüce bir süreç değildir fakat işlemiştir ve sonuçlar baskı veya zor kullanılmadan alınmıştır.

            ABD dışında dünyanın geri kalanı, sadece izleyip, çoğunlukla da olumsuz yorumlar yaparken, Amerikalılar, kendilerinin dünyadaki rollerini unutup, kendileri için gerekenleri yapmışlardır. 8 Kasım 2000’de International Herald Tribune gazetesinde John Vincour imzalı bir makalede şöyle denmektedir: “Avrupa, Asya ve dünyanın diğer bölgeleri, gerçekten istedikleri gibi bir ABD başkanını hiçbir zaman göremezler, çünkü o her zaman bir Amerikalı olacaktır ... “ 

İbrahim Erentay
19.07.2002

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

 YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |