<%@ Language=VBScript %> İSMAİLİLİK Sayfa 2

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

SAYFA> | 1 | 2 | 3   

HAÇLI SEFERLERİ;
İSMAİLİLİĞİN BATI DÜNYASI ÜZERİNDE ETKİLERİ

İslam dünyasında bu iç savaş sürerken, batıda bambaşka bir girişim, meyvelerini veriyordu. Hıristiyan dünyasının ruhani ve siyasi liderleri Papalar, kutsal toprakların “kafir’lerin” elinden kurtarılması için bayrak açmışlardı. Papalar, uzunca süredir doğuya sefer düzenlenmesini zaruri görüyorlardı. Bu seferler, ekonomik hayatın canlanmasını sağlayacak, doğunun zenginlikleri batıya taşınacak ve en önemlisi de Avrupa'daki Hıristiyan çatışmaları farklı bir yöne, kutsal toprakların kurtarılması amacına kanalize edilecekti.

Bu yöndeki ilk girişim, Papa II Urbanus'tan geldi. Papa, hedefin Kudüs'ü Müslümanların elinden kurtarmak olduğunu ilan etmişti. Papa tarafından birleştirilerek yemin eden ve geri dönene kadar mallarını ve akrabalarını Papalığın himayesi altına sokan Hıristiyanlar, yeminlerinin nişanesi olarak, giysilerine haç diktirdiler. Böylece, bu kuvvetlere "Haçlılar" denildi.

Müslüman dünyasında Sünni-İsmaili çekişmesinin devam etmesi, Fatımilerin tehlikeli bir düşman olarak tanımlanmamaları ve Büyük Selçuklu İmparatorluğunun dağılmış olmasından cesaret bulan haçlılar, ilk seferlerine 1095 yılında başladılar. 1099'da Haçlı kuvvetleri Kudüs önüne geldiler. O sıralar Kudüs, Fatımiler'in yönetimi altında bulunuyordu. Kısa süren bir kuşatmadan sonra kenti ele geçiren Hıristiyanlar, Kudüs'te Latin Krallığı kurulduğunu ilan ettiler. 

Haçlı seferleri aralıklarla 1270'li yıllara kadar sürdü. Ancak 1187'de Selahattin Eyyubi'nin Kudüs'ü geri almasından ve Latin Krallığına son vermesinden sonra, Haçlıların Ortadoğu’da ancak kısmi başarılar sağlayabildikleri görüldü. 

Haçlı orduları beraberlerinde, yollarda çeşitli tahkimleri gerçekleştirmek ve nehirler üzerinde köprü inşa etmek üzere, manastır dernekleri "Gilde" üyelerini götürüyorlardı. Roma lejyonları da, Gildeler'in ana kaynağı olan Collegia inşaat loncaları üyelerini, aynı amaçla birlikte sefere götürürlerdi. Ordunun hareket kabiliyetini çok artıran bu sistem sayesinde, Gilde mensupları rahipler, zorlu yolculukları sırasında, Bizans'ta Ortodoks Collegialar mensupları ile, Türkler arasında güçlü olan Ahilerle ve son olarak da İsmaili kuruluşu Fütüvve mensuplarıyla karşılaştılar.

Bu karşılaşmalar Gilde'lerin, doğudaki Batıni meslek loncaları ile giderek benzeşmelerini sağladı. Bu benzeşmede Gildelere en büyük etkiyi, İsmaililer ile son derece iyi ilişkiler içinde bulunan Templier Şövalyeleri yaptı. Templierler, emirleri altındaki Gilde mensuplarının bünyelerindeki Batıni öğretiyi daha da geliştirmelerini sağladılar. Avrupa'ya dönen Gilde mensupları da, benzeri gelişmelerin kendi ülkelerinde oluşmasına neden oldular.

Templier Şövalyeleri 1118 yılında "İsa'nın Fakir Askerleri" adı altında, San Bernardo Di Chiaravalle adlı bir piskopos ve onun yeğeni Şövalye Hugs De Payens tarafından kuruldu. De Payens ve farklı ülkelerden seçilen sekiz Şövalye, Kutsal Toprakları kafirlerden korumak amacıyla, 1119 yılında Kudüs'e gittiler.

Kudüs Hıristiyanlar tarafından, Fatımilerin elinden alınmıştı. Ancak Fatımiler bunu büyük bir kayıp olarak görmediler. Aksine, Müslümanlığın, en az Katoliklik kadar tutucu kesimi olan ortodoks Sünnilerle savaştıkları için, Hıristiyanlarla ittifaka girdiler. Kudüs'ü geri alabilmek için Haçlılarla savaşanlar Sünnilerdi, çünkü Kudüs onlar için de kutsal bir şehirdi. Fatımi İsmaililerin bugünkü devamı niteliğinde olan Dürziler'in tarihi de, onların Hıristiyanlar ile ittifakından ve özellikle Templier Şövalyeleri ile iyi ilişkilerinden bahsetmektedir. Dürzilere ait ritüellerde, Haçlılarla Batıni Müslümanlar arasındaki dayanışmanın örnekleri görülmektedir. Dürzilerin "Darasin" denilen ritüellerinde, gerçek kimliklerini özellikle sakladıkları ve Müslüman olarak göründükleri açıkça belirtilmektedir.

Bu mezhebin bünyesindeki Hıristiyan kökenli bazı inanışların altında da, söz konusu işbirliği yatmaktadır.  Batıni doktrinden, kurucuları E1 Hakim'in Tanrı olduğu dogmasına saplanarak uzaklaşan Dürziler, öncülleri İsmaililer gibi beyaz giyinirler. İnsanları, akıllılar ve cahiller olarak ikiye ayıran Dürzilere göre akıllılar kendileri, cahiller de diğer insanlardır. Mezhebe kabul edilenlere "Akel" adı verilir.

Selahattin Eyyubi'nin 1171 yılında Fatımi devletine son vermesi, Sünni iktidarla sürekli mücadele içinde bulan İsmaililer ile, Haçlıların dayanışmasını daha da artırdı. İsmaililer'in en radikal kolu olan Hasan Sabbah fedaileri ile, Haçlıların önde gelenleri Şövalyeler arasında zaman içinde özel bir bağ oluştu. Sabbah’ın fedailerinin, yaşamları pahasına Sünni liderlerine suikastlar düzenlemeleri, İsmaililer ile ittifak halinde olan Haçlı Şövalyelerinin ve özellikle de Templier'lerin, onlardan büyük ölçüde etkilenmelerine neden oldu.

Kudüs'e gelmelerinden sonra, Kral Baudouin II tarafından, Süleyman Mabedini korumakla görevlendirilen ve mabedin yerinde M.S. 540'da inşa edilmiş bulunan kilisede kendilerine yer verilen "İsa'nın Fakir Askerleri", yeni görevleri nedeniyle isimlerini değiştirdiler ve "Knights Templar" (Mabet Şövalyeleri) adını aldılar. Bir süre sonra bu Şövalyelere ve örgütlerine kısaca "Templierler" denilmeye başlandı.

Şövalye De Payens ve beraberindekiler, Kudüs'e geldikten kısa bir süre sonra İsmaililer ile karşılaştılar. Gilde mensubu rahiplerden Şövalyeler hakkında bilgi alan ve onların Hıristiyan camiası içindeki en etkili ve bilgili kişiler olduğunu öğrenen Hasan Sabbah, Mabet Şövalyeleri ile görüşmeyi özellikle istedi. Bu isteğin altında, Templierler'in eski bir Batıni ekolün mabedini koruma görevini üstlenmeleri ve mabet içinde bazı kaybolmuş sırları açığa çıkarmak için yaptıkları araştırmaların da etkisi vardı. Bazı araştırmacılar, De Payens'in amcası olan piskopos Chiaravalle'nin, Avrupa'da yaşayan Kabbalacılardan, mabedin temellerinde gömülü olan bazı Batıni sırların yerlerini öğrendiğini, tarikatı da sırf bu sırların bulunması için kurduğunu ve Kudüs'e gönderdiğini öne sürmektedirler. Kimi iddialara göre, aralarında kaybolan bir kutsal kelimenin yazılı olduğu taş levha da dahil olmak üzere, sırların büyük bölümü, Şövalyeler tarafından mabedin temelleri arasında ortaya çıkarılmıştır.

Tamplierlerin Mabette arama yapma özel görevi ile Ortadoğu’ya ulaşmalarından kısa bir süre sonra, Şövalyeler ile İsmaililer arasında ilk temas kuruldu. Dönemin İsmaili lideri Hasan Sabbah, Şövalye Hugs De Payens ve diğer şövalyeleri Alamut Kalesine davet etti. Hugs De Payens ve diğer Şövalyeler, bu davet üzerine, Hasan Sabbah'ı, Alamut kalesinde ziyaret ettiler. Burada Sabbah'ın kurduğu sistemi gözleriyle gören Şövalyeler, örgüt ve Batıni doktrin hakkında da ilk ağızdan bilgiler aldılar. Kudüs'e geldikleri sırada Katolik inancın savunucuları arasında yer alan Templierler, Hasan Sabbah ve Dailerini tanıdıktan, İsmaili öğretisini derinlemesine inceledikten sonra, ortodoks Katolik inanç tarzından giderek uzaklaştılar ve akılcılığı ön plana çıkaran Batıni doktrine bağlandılar. 

Templier'lerdeki bu inanç değişikliği, kurdukları güçlü örgüt sayesinde tüm Avrupa'ya yayılırken, Katolik kilisesinin de giderek zayıflamasına yol açtı. İsmaililerle ilişkileri, Templierler'in tüm felsefesini değiştirmişti ancak bu ilişki, örgütün sonunu getiren suçlamayı da bünyesinde barındırdı. Templierleri yok etmek için bahane ararken Papalık, tarikatı, "Müslümanlarla ilişki kurmak ve hatta Müslümanlaşmakla" suçladı.

Örgütlenmelerini İsmaili teşkilatı yapısını örnek alarak gerçekleştiren Templierler, disiplin, hiyerarşi, tarikatın başkanı olan Büyük Üstada mutlak bağlılık ve itaat gibi, İsmaili uygulamalarını sürdürdüler. Üç dereceli bir inisiasyon sistemi kurdular. "Mass" adı verilen ayinlerde, Kutsal Ruh'un sembolü olarak kabul ettikleri ekmeğe, kirli olabilecek elleriyle değmemek için eldiven giyen Templierlerin önlükleri de koyun postundan yapılmıştı ve beyazdı. Templier'lerin yalnızca önlükleri ve eldivenleri değil, tüm giysileri beyazdı. Bu geleneği de İsmaililer'den alan Templierler, tek fark olarak, göğüslerinin üzerine, Haçlıların sembolü olan kırmızı bir Haç diktirdiler.

Tarikata üyeler, ketumiyet yemini ederek alınırlardı ve yeminini bozanlar bunu hayatlarıyla öderdi. Şövalyeler birbirlerine "Kardeş" diye hitap ederlerdi. Üç dereceli örgütlenme yapılarında ilk derece sahiplerine, daha yukarı dereceli üyelere hizmet etme zorunluluğu nedeniyle "Serving Brothers" denilirdi. İkinci derecede birer "Chaplaini" olan tarikat üyeleri, Şövalye (Knight) unvanını ancak en üst derecede elde edebilirdi. Templierler de, öğreticileri İsmaililer gibi, yüce bir varlığa ve insanın o varlığın bir parçası olduğuna inanıyorlardı. Şövalyelerin en önemli prensibi, herkesi inançlarında özgür bırakmak, kendi inançlarını kimseye zorla kabule çalışmamak olmuştur. Bu durum, tarikat ile Katolik kilisesi arasındaki en önemli ayrılıklardan birisi haline geldi.

Templierler, tıpkı İsmaililer gibi birbirlerini tanıyabilmek için gizli işaret, parola ve semboller kullandılar. Bu gizlilik daha sonraki yıllarda Papalığın baskılarından kurtulmak için de işe yaradı. Templierler ayrıca İsa'nın çarmıha gerildikten sonra öldüğünü, yani onun bir fani olduğunu savunuyorlardı. Onlara göre göğe yükselen şey, İsa'nın tekamül etmiş ruhuydu. Yani Tanrı ile birleşen İlahi Kelamdı. 

Templierler, 1312 yılında Papalık tarafından lav edilmesine karşın, örgütlenme yapıları ve felsefeleri Avrupa'da çeşitli kurum ve kuruluşlarda  yaşamlarını sürdürdü ve Katolik hegemonyasının yok olmasına yol açan, Rönesans ve Reform gibi akımların gelişmesini sağladı. Bu akımlarla güçlenen, Batıni doktrinin en önemli dayanağı olan İnsan Sevgisi, Hümanizm giderek güçlendi ve günümüzde tüm dünyaya egemen olmaya başladı.

SAABİLİK

İslamiyet’in yayılma yıllarında Anadolu'da ve Mezopotamya'da, Hıristiyanlığın yanı sıra,  Batıni doktrinden kaynaklanan Saabilik inancı hüküm sürmekteydi. Anadolu’nun Bizans yönetimindeki topraklarında Hıristiyanlık ön plandaysa da, özellikle Doğu Anadolu'da, Fırat çevresinde Saabiler çoğunluktaydı. Saabilik çok eskilere, Sümerlere kadar dayanan Babil okulu öğretisinin halka mal olmuş şekliydi. Tüm tek Tanrılı dinlere şu ya da bu şekilde kaynaklık etmiş olan Saabilik, Büyük İskender'in bu toprakları fethi sırasında Pisagorculukla tanışmış ve Saabi öğretisi yeni bir ivme kazanmıştı. Pisagoryen öğreti, Saabiler arasında zaten var olan Batıni inançların yenilenmesinde ve her iki akımın birleşerek, İsmaililik denilen müessesenin oluşmasında rol oynamıştır.

Saabilik, ilerde inceleyeceğimiz Şamanizm gibi, ilk Tek Tanrılı din olan Güneş Kültü dininin, yüce Tanrının Sembolü olarak kabul ettiği Güneşi, Tanrının kendisi yerine koymuş bir inanış biçimidir. Saabiler, başta Güneş olmak üzere, yedi yıldıza tapınırlardı. Bunlar, en yüce tanrı olan Güneş tanrısı "Şamaş", onun dişil yönü olarak kabul edilen Ay tanrıçası "Sin", ve diğer vasıflarının temsilcileri olan Merkür tanrısı "Nabu", Venüs tanrısı "İştar", Mars tanrısı "Nergal", Jüpiter tanrısı "Marduk" ve Satürn tanrıçası "Ninutra" idi. Saabiler, bu tanrı ve tanrıçaların yanı sıra, Hermes'i, Pisagor'u, Orfe'yi de birer yarı tanrı olarak görüyorlardı.

Kuran'da Tek Tanrılı dinler arasında, Saabilik de sayılmaktadır. Bunun nedeni, İslamiyet'in birçok söyleminin ve tapınım tarzının Saabilikten geliyor olmasıdır. Namaz kılma, oruç tutma, kurban kesme ve kutsal yerleri ziyaret etme, yani hac gibi ibadet tarzlarının yanı sıra, her namaz öncesi abdest alma gibi adetler, hep Saabi kökenlidir. Saabilikte, yedi gezegenin her biri için, günde yedi kez namaz kılınırken, bu sayı İslamiyet’te beşe indirilmiştir. Ay görününce oruca başlanması ve izleyen ayın başında bitmesi geleneği, İslamiyet’ten önce Saabiler arasında görülmektedir. Halife Memun döneminde Müslüman orduları, Harran'da Saabilerle karşılaşmışlar ancak, diğer güneş kültü inanırlarının hepsi putperest diye nitelendirilerek, İslamiyet’i kabule zorlamışlarken, Saabilere, Hıristiyan ve Yahudilere tanındığı gibi, belli bir miktar para vermeleri karşılığında kendi inanç sistemleri içinde kalmaları hakkı verilmiştir.

Saabilik'te, her gezegen için her gün namaz kılınmasının yanı sıra, haftanın günlerinin her biri, bir gezegene özel ayinler düzenlenmesi için ayrılmıştır. Pazar günleri Güneş ayinlerine, Pazartesi Ay ayinlerine, Salı Mars, Çarşamba Merkür, Perşembe Jüpiter, Cuma Venüs ve Cumartesileri de Satürn ayinlerine ayrılmıştır. Latince kaynaklı batı dillerinde günlerin isimleri, bu güneş kültünün günümüze yansımasından başka bir şey değildir. Örneğin Pazar "Sunday" Güneş günü, Pazartesi "Monday" Ay günü ve Cumartesi "Saturday" de Satürn günüdür.

Bu tapınım şekli, İskender işgali döneminde Pisagoryen öğreti ile karşılaşılınca bir nebze değişmiş ve Saabilik, bir Yüce Varlık ve onun yönetimi altındaki altı yardımcısına inanmak şekline dönüşmüştür. Aynı dönemde hava, su, toprak, ateş gibi dört temel elemana, cansız varlıkların, bitkilerin ve hayvanların da ruhları bulunduğuna, Yüce Varlığa yalnız sevgi ile ulaşılabileceğine inanmak gibi Batıni inanç biçimleri de Saabiliğe yerleşmiştir. Saabiler için artık, Hermes, Orfe ve Pisagor ulu Tanrı ile bir olmayı başarmış yüce ruhlar, yarı tanrılardır.

Saabilik'te de, diğer Batıni ekollerde olduğu gibi sır saklamak esastır. Saabiler, kendilerinden olmayanlara sırlarını kesinlikle vermezler. Saabiliğin yozlaşmış bir devamı niteliğinde olan günümüz Yezidiliğinde, aynı sır saklama prensibi olduğu gibi korunmakta ve yabancılar, topluluk içine kesinlikle alınmamaktadır.

Saabilerin sır ayinleri, gezegenlere ithaf edilmiş mabetlerin altındaki salonlarda yapılırdı. Bu salonlar, önce aslına tapınılan, Pisagoryen etkileşimden sonra birer sembol haline dönüşmüş olan gezegenlerin heykelleri ile doluydu. Saabiliğin bir kolu da Arap Yarımadasındaydı. İbrahim ile birlikte Mısır'a göç eden Saabilerin bir kolu da, Yemen'e gitmişti. Kuran'da, bu Yemen inanışına değinilmekte ve onlardan tek Tanrılı "Hanif Din" inanırları olarak bahsedilmektedir. İslamiyet üzerinde, öğretileriyle etkili olan da, Saabiliğin bu koludur.

Bazı araştırmacılara göre, İbrahim ve oğulları tarafından Hicaz’da inşa edilen Kabe, bir güneş tapınım merkezidir. Kureyşliler, kendilerinin İsmail neslinden olduklarını söylerler. İsmail, Hicaz’a yerleştikten sonra Cürhum kabilesinden bir Sami kadınla evlenmiş ve babası İbrahim ile birlikte Kabe’yi inşa etmiştir.  İbrahim ve İsmail Mekke’de, ‘Kabe Tarikatı’ adı altında, mabedi korumakla görevli Batıni bir örgüt  kurmuştur.

Yemen Sabaları ve Muhammed’in atalarının kökleri, bu örgüte dayanmaktadır.  Nitekim, yüzyıllarca ailesi Kabe’yi koruyan Muhammed’in de, Kabe ve civarını emniyet altına almakla görevli bir tarikatın üyesi olduğu yolunda bilgiler, günümüze kadar ulaşmıştır. Hılfül Füdul adıyla, İbrahim tarafından kurulan Kabe Tarikatının amacı, mabedin düşmanlardan korunmasının yanı sıra, Tek Tanrılı din inancının da yaşamasının sağlanmasıdır. Bu dinin inanırlarına Hicaz’da, Hanif Din inanırları denilmiştir. Tarikat, zamanla zayıflamışsa da, Muhammed’in amcalarından Ez Zübeyr, Hanif dinin bir gereği olan Hac ibadeti döneminde kabileler arasında çıkabilecek çatışmaları engellemek ve ticareti geliştirebilmek amacıyla “Allah’ın Sulhu Ayları” müessesini kurmuş, sulhu korumak için de, eski Hılfül Füdul teşkilatını canlandırmıştır. İslamiyet’in ilanından önce kurulmuş olan “Allah’ın Sulhu Ayları” müessesinin adından da görüleceği üzere, “Allah”, Hanif dinin tek Tanrısının adıdır ve İslamiyet’e, bu dinden geçmiştir.

Yeniden canlandırılan Hılfül Füdul, zalimlere karşı mazlumların hakkını savunmak için yemin edenlerden oluşmuştur. Üyelerinin tamamı, Hanif  din inanırıdır. Üyelere, savaş sanatının yanı sıra, Hanif dinin  öğretileri de verilmiştir. Muhammed’in ailesi Beni Haşim, Muhammed’in annesinin ailesi Beni Zühre, Ebu Bekir’in ailesi Beni Teym ile, Beni Muttalip, bu teşkilatın bel kemiğini oluşturmuşlardır. Mekke halkı arasında lakabı ‘El Emin’ olan Muhammed’in, bu teşkilata üye olmaktan gurur duyduğunu sık sık ifade ettiği belirtilmektedir. İslamiyet’in, zor ilk yıllarında da Muhammed’e, bu hatırı sayılır bir kuvvet olan teşkilatın, büyük yardımları olmuştur.  Muhammed ve İslamiyet karşıtlarının, onu öldürme girişimleri, bu teşkilatın üyelerinin yardımı ile, atıl kalmıştır. Bu bilgilerden, Muhammed’in amca oğlu Ali’nin de, aynı teşkilatın üyesi olduğu sonucu çıkarılabilir. Ali ile karşıtları arasındaki hilafet çekişmesinin de, İslamiyet’in Hanif din yanlıları ile, ortodoks Sünniler arasındaki bir çekişme olduğu düşünülebilir. İslamiyet’i sonradan kabul etmiş tüm Batıni ekol yanlılarının Ali yandaşı olmalarının altında da, benzer idealleri paylaşma olgusunun yatması kuvvetle muhtemeldir.

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |