<%@ Language=VBScript %> EVREN DÜNYA VE İNSAN Sayfa 3

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

SAYFA> | 1 | 2 | 3 | Ekler |   

 

Evrim kesintisiz devam eder. Üç büyük yenilik ortaya çıkar. Asalaklara ve virüslere karşı korunmayı sağlayan bağışıklık sistemi, biyolojik ritimlerin, çoğalmanın denetimini sağlayan hormon sistemi, ve dışarısıyla iletişimi düzenleyen sinir sistemi. İlk organizmalar dahi çoğalmak için hücrelerini koordine etmek ihtiyacındadırlar. Ancak bir kaç bin hücreden oluşan küçük bir kurtçuk bile, başına doğru bezeler halinde toplanan sinir iplikçiklerine sahiptir. Evrim ilerledikçe bu sistem gelişecek, birbirine bağlanmış nöronlardan oluşan ağ biçimini alacak ve giderek beyin halinde toparlanacaktır. Aslında, bu üç sistem, yani sinir, hormon ve bağışıklık sistemleri, canlılar sudan çıkar çıkmaz daha hızlı görülmeye başlıyor.

                Canlılık, suyun kenarındaki balçıklarda başladı, atmosfer yeterli olmadığından, mor ötesi ışınlardan korunmak için çoğunlukla suda gelişti ve şimdi  artık bir atmosfer oluştuktan sonra tekrar sudan çıkmaya başlıyor. Ama niye? Çünkü okyanuslarda, sığ sularda canlı türleri kum gibi kaynıyor. Rekabet amansız. Besin bulmak için karaya çıkıp, yumurtlamak için suya dönmek bazı türlere avantaj sağlıyor. Bunun bilinen ilk örneği bir tür balık. Kocaman yüzgeçli, küçük su birikintilerinde yaşayan bu balık, ara sıra böcekleri algılamak için başını sudan çıkarıyor. Kuşaklar sonra, bu türün ardılları, karada daha uzun süre kalmayı göze alıyorlar. Solungaç yapıları havadaki oksijeni alabiliyor ve gözyaşları gözlerini nemli tuttuğu için, suda olduğu gibi karada da görebiliyorlar. Art arda gelen ayıklanmalarla bu tür gelişiyor. Daha sağlam yüzgeçler ve kuyruk beliriyor. Bugün bu türün ardılları kurbağalar ve benzeri öteki çift-yaşamlılardır. Bu garip balığın gözyaşları olmasaydı belki bizler de var olmayacaktık.

                Zamanla karadaki yaşam koşullarına bağlı evrim gerçekleşiyor, her şey çeşitleniyor. Sadece hayvansal yaşam değil bitkisel yaşam da aynı şekilde gelişiyor. Hayvansal canlılar arasında çevreye uyumun gereği gelişim ve özellikle beyinsel gelişim artarken niye bitkilerin bir beyin geliştirmedikleri sorulabilir. Yerlerinden kımıldamayan varlıkların, karmaşık koordinasyon mekanizmalarına ihtiyacı olmadığı için. Buna karşın bitkilerde de bir tür bağışıklık sistemi, bir iletişim sistemi, hatta sinir sistemine eşdeğer bir sistemin varlığını yeni yeni keşfetmeye başlıyoruz. Örneğin, bir çeşit bitkisel hormon, savunma mekanizmalarını harekete geçiriyor. Bazı tür ağaç topluluklarında, alçak dallarını yeme tehlikesi olan hayvanlar yaklaşınca, kimi ağaçlar bazı uçucu maddeler salgılıyor. Bunlar ağaçtan ağaca tüm topluluğa yayılıp, protein üretiminde değişiklik yapıyor, ve yapraklara hayvanların beğenmeyeceği kötü bir tat veriyor. Böylece kendilerini korumuş oluyorlar.           

                Burada evrimin en çok karıştırılan konusunu tekrar etmekte fayda var. Hiç bir canlının “bulduğu” veya “geliştirdiği” bir şey yok aslında. Seçilim süreci en yeteneksizleri eliyor. Gereken bir özelliği kazanmak için mutasyona uğrama şansını elde edemeyen ölmektedir. Evrim sürecinde, aynı anda binlerce çözüm sınamadan geçer, sadece başarılı olanlar hayatta kalır. Hayatta kalmayı başaran çözümler eşyanın tabiatı gereği korunmuş olur. Çevre etkisiyle, hücre içindeki bağımsız genetik plana sahip ve değişimlere çok duyarlı olan  mitrokondril DNA’lar, hücrelerin davranışını bir ölçüde etkiliyor, ama bu etki sonraki kuşaklara aynen geçmiyor. Evrim ve mutasyon olgusunda, zaman ve çok yavaş değişikliğe uğrayan kuşaklar zinciri düşünülmelidir. Kuşaklar bir birini izledikçe en zayıf ve yeteneksizler yarış dışı kalarak, ayıklanma süreci işliyor.

                200 milyon yıl önce, dinozorlar gezegene egemendi. Küçük, büyük, etobur, ot obur her türlüsü tüm doğal çevreleri ele geçirmişlerdi. Fakat 65 milyon yıl önce, Meksika körfezinde bulunan Yucatan yarımadasına, 5 kilometre çapında büyük bir göktaşı düşüyor. Çarpışma öylesine şiddetli ki, gezegenin öbür tarafında da bir karşı şok yaratıyor ve magma fışkırmalarına neden oluyor. Dünya çapında bir yangın başlıyor. Duman, toz, karbondioksit tabakaları, atmosferde bir örtü yaratıyor. Buna yıldızlararası tozların da katkıda bulunmuş olabileceği son zamanlarda öne sürülmektedir. Önce korkunç bir soğuk, buzul çağı, ardından da, sera etkisiyle şiddetli bir ısınma yaşanıyor. Eskiye göre çok az canlı türü hayatta kalmayı beceriyor. Bunlar arasında artık dinozorlar yok. Fakat, Lemurgiller denilen, çok devingen, uyuma elverişli, tutucu ellere sahip canlılar var. Kaya kovuklarına sığınıyorlar ve daha sonra memelilere kadar gidecek olan, bizim de içinde bulunacağımız, soyları doğuruyorlar.

                Bu arada beyin, hiç durmadan katman katman yetkinleştirmesini sürdürmüştür. Bilinen en ilkel beyin katmanı sürüngenlerdedir. Hayatta kalma, acıkma, susama, cinsel içgüdü, korku,acı gibi ilkel ve temel içgüdüleri koordine ediyor. İkinci gelişme katmanı kuşlarda; yavrulara bakma, yuva yapma, yiyecek arama ve paylaşma, ötüş, çiftleşme öncesi ‘kur yapma’ gibi kolektif mekanizmalar geliştirmesini sağlıyor. Daha sonra, üçüncü katman, yüksek maymunlarda, primatlarda ve sonunda özellikle insanda ortaya çıkan, bilinç ve zeka gibi soyut kavramları devreye sokan, korteks kabuk katmanıdır.

                Evrimde saptanan bir gerçek var: Bir şey örgütleniyor, yapılaşıyor, ve varlığı basitten karmaşığa doğru, yavaş yavaş gittikçe gelişen, geliştikçe de maddeden soyutlanan bir “zeka” ya, bir “bilince” doğru götürüyor. Dünya ile aynı koşullarda gelişip, evrimleşmiş başka gezegenler varsa, oralarda da canlı varlıkların bulunması olasıdır. Ve bizlerle aralarındaki farkın da, bir devekuşuyla timsah arasındaki farktan daha büyük olmaması akla yakın geliyor. Hatta, bunların bizimle aynı evrim aşamasında bulunması ihtimali de oldukça yüksek görünüyor. Evrimde karmaşıklığa gidiş var, fakat karmaşa yok. Her şey basit ögelerin kendilerini kopyalayıp tekrarlanması ile elde edilen, karmaşık formları elde etme esasına dayanıyor. Tıpkı bilgisayar dünyasında “0” ve “1”ler den oluşan ikili bir sistemle yaratılan karmaşık düzenler gibi. Atom molekülde, molekül hücrede, hücre organizmada, organizma ise toplumda kendini tekrarlayarak gelişiyor. Beynimiz üç katmanıyla, evrimin tüm belleğini içinde saklıyor. Genlerimizde öyle. Hücrelerimizin kimyasal bileşimi, ilkel okyanustan küçük bir parça. İçinden çıktığımız ortamı içimizde saklıyoruz.

 İnsan

Evrenin ve sonra Dünyamızın oluşumunu, arkasından cansız maddelerden canlılığın oluşumunu ve evrimin temel işleyiş mantığını gördükten ve anladıktan sonra, bizim, insan soyunun, ortaya çıkışı artık hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Bir kere bu mekanizma işlemeye başladı mı, sonunda insan veya benzeri bilinçli varlıklara ulaşılması bana sanki olağan, doğal ve hatta amaçlanan bir sonuç gibi geliyor.

                İnsan aklı, bilimsel çalışmalara başladığından beri hep kökümüzü, insanın kaynağını bulup belirlemeye çalışmış. Darwin’in evrim kuramının yüzeysel algılanması sonucu, sadece maymundan türeme konuşulmuş. Pek çok kişiye onur kırıcı geldiği için, dinsel etkiler dışında da  reddedilen, hoş karşılanmayan bir kuram olmuş. Halbuki gördüğümüz gibi, her söylediği doğru olmasa da, Darwin kuramı insan dahil, evrimin temellerini oldukça doğru açıklamaktadır.

                Bugünkü bulguların ışığında saptanan, insan soyunun ilk atası özel bir tür primat’dır, yani bir yüksek maymun veya insansı maymundur.  Bu tür bir yanda Afrika’nın yüksek maymunları, yani primatları, öbür yanda ön-insanlar ve sonra insanlar olmak üzere, iki soyun atasıdır. Başka bir deyişle, insan, bilimsel sınıflama tablosundaki yeri bakımından, en geniş anlamıyla özel bir maymun sayılabilir. Ama asıl özgün karakteri de zaten bu basit durumu aşmayı başarmış olmasıdır. Joel de Rosnay’in de hatırlattığı gibi, akrabalık bağlarımızı görmezlikten gelemeyiz, çünkü bunları içimizde taşıyoruz. Biyologlar, İnsan’la Şempanze’nin genetik olarak birbirine çok yakın olduğunu saptadılar. Genlerimizin yaklaşık %97’si (hatta bir başka sonuca göre %99’u) her iki türde ortak.

                İnsanın ilk atası olan türün yaşı konusunda bir tarih vermede bazı zorluklar var. Biyologlar 5 milyon yıl, paleontologlar ise 15 milyon yıl diyor. Aralarında uzlaşıp, 7 milyon yıl demeyi kabul ettiler.

                İnsanın atasının çıkış yeri olarak yıllar süren tartışmalardan sonra, sonunda üzerinde genelde anlaşılan, bilimsel verilere en uygun coğrafi bölge ise Afrika. Böylece çok kaynaktan değil, fakat tek kaynaktan türediğimiz konusunda da uzlaşmış durumdayız. Soyumuzun atasının vatanı olarak belirlenen bölgenin özellikleri ilginç ve evrimin bilimsel kanıtlarına, sonraki yayılma ve gelişmelere de kaynaklık ediyor.

Atamız bütün Afrika’yı kaplayan sık ormanlarda yaşarken, Doğu Afrika’ da ki “Rift vadisi” yaklaşık 7 milyon yıl önce çöküyor, bazı kenarları yükselip dik bir duvar oluşturuyor. Bu fay (kırılma) çukuru gerçekten çok büyük. Bütün Doğu Afrika’yı baştan başa geçiyor, Kızıldeniz’le ve Ürdün vadisiyle devam edip, Doğu Akdeniz’de sona eriyor. Toplam 6.000 km uzunlukta ve Tanganika Gölü’nde 4.000 metreye varan bir derinlik. Amerikalı bir astronot, Dünyanın yüzünü yaran bu dev yara izinin Ay’dan bile göründüğünü söylemiştir.

                Bu yer hareketiyle birlikte, iklim altüst oldu. Yağmurlar batı yakasını sulamaya devam etti, ama söz konusu duvar silsilesinin ardına düşen doğu kesiminde kuraklık başladı. Ormanlar geriledi, bitki örtüsü değişime uğradı. Böylece atalarımız iki ayrı topluluğa ayrıldı. Fay hattının batısında kalanlar ağaçlardaki yaşamlarını sürdürdüler, ama doğusunda mahsur kalanlar önce savan, sonra da step ortamıyla karşılaştılar. Böylece batı yakasında kalanlar, bugünkü yüksek maymunların, şempanze ve gorillerin ataları oldular. Doğu yakasındakiler ise, ön-insanların, sonra da insanların.

                Bugüne kadar toplanabilen yaklaşık 2.000 insan ve ön-insan kalıntısının hepsi de bu söz edilen doğu yakasında, portakal dilimi biçimindeki bölgede bulundu. Burada tek bir goril veya şempanze kemiği bile bulunamadı. Burası adeta bizim beşiğimiz.

                Bugün bizi karakterize eden bütün özellikler, dik duruşumuz, omnivor oluşumuz, yani her şeyi yiyebilen beslenme biçimimiz, beynimizin gelişimi, aletlerin icadı, bütün bunlar, daha kurak bir ortama uyum sürecinin sonuçları. Atalarımızdan küçük bir grup, bu yeni ortamda başarılı olması açısından üstünlük sayılacak karakterlere genetik mütasyon nedeniyle sahip olunca, daha uzun yaşıyor ve zamanla aynı özelliklere sahip daha kalabalık yeni kuşaklar doğurabiliyorlar. Doğal seçilim ve ayıklanma mekanizmasının tipik bir örneği yaşanıyor.

Burada ilk ayağa kalkan, dik durabilenler henüz tamamıyla insan değil, arkaik veya ön-insan denilebilir. En eski fosilleri 7 milyon yıl öncesinden çıkıyor. Uzun zaman tek bir tür bulunduğu sanıldı. Gerçekte 7 milyon yıldan 1 milyon yıl öncesine kadar Afrika’nın bu bölgesinde tam bir türler patlaması yaşandı. Elimizdeki bu döneme ait ön-insan fosillerine en iyi örnek “Lucy”. Etiopya’nın Afar bölgesinde bulunan, yaklaşık 3.5 milyon yaşında genç bir dişi iskeleti. 1974 yılında bulunduğu sırada dillerde olan Beatles’ın “Lucy in the sky with diamonds” şarkısından esinlenerek bu ad verilmiş. Boyu yaklaşık bir metre, hafif kambur. İki ayaklı olmasına rağmen ağaçlara tırmanabilme özelliği de var. Elleri nesneleri tutabilecek gibi. Dile uygun yapısı yok.  Fakat bunun bizim atalarımızın tek ve en iyi örneği olmadığını hatırlayalım. İletişimde dilin kullanımı 3 milyon yıl önce ortaya çıkan başka bir yaratıkla gerçekleşecektir. Buna artık insan diyoruz. İnsan, ona konuşma yeteneği veren, alçak konumda bir hançereye sahip tek omurgalı yaratıktır.

                3 milyon yıl önce, doğal çevrede arkaik ön-insanlar, ön-insanlar ve nihayet insan soyunun ilk örnekleri bir arada yaşıyorlardı. İlk insanları üç tip halinde sınıflamak adet olmuştu: Homo habilis, homo erectus ve homo sapien. Son zamanlarda başkaları da bulundu: Homo rudolfensis ve homo ergaster gibi. Bütün bunların ayrı türler olduğu da kesin değil. Yves Coppens’ e göre bunlar düzgün bir evrim süreci yaşayan aynı türün evriminin çeşitli aşamalarından başka bir şey değil. Yani tek bir insan soyu söz konusu.

                İlk insanlar yaklaşık 20-30 kişilik gruplar halinde yaşıyorlar. Daha kalabalık olunca, oğul verme yoluyla küçük bir grup, ana gruptan ayrılıp, geçimini başka yerlerde aramaya çıkıyor. Bugün Grönland’da yaşayan avcı Inuit kabilelerinde de benzer hareketler gözlenmiştir. Nüfusları hızla artan ilk insanlar, kuşak başına 35-50 km yol alarak, Dünya’ya yayılmaya başlıyorlar. Bu hızla Doğu Afrika’daki beşiklerinden örneğin Avrupa’ya gitmeleri 15 bin yıldan az bir süre alır. Tarihimizin bütünü içinde bu, bir anlık bir süredir. İlk insanlar Afrika’daki beşiklerinden çıkarak Uzakdoğu ve Uzak batıya kadar yayılacaktır. Buralarda da 2 milyon yıllık fosiller ve yontulmuş taş parçaları bulundu. Öyle görünüyor ki, Doğu Afrika’da türlerin yaptığı patlamadan sonra, Dünyaya yayılan tür artık bire inmiş. Ortada hep aynı insan türü var, sadece birbirini izleyen evrim aşamalarına göre onlara farklı adlar takılıyor: habilis, erectus, sapien gibi.

                Ateşin bulunması 500 bin yıl öncelere doğru, homo erectus tarafından gerçekleştirilmiş. Aslına bakılırsa ateş daha önce de evcilleştirilebilirdi. Ateşe egemen olunmasının, yumuşak vuruş ile bir başka taş vurma tekniğinin bulunmasıyla aynı zamana gelmesi rastlantı değil. Belki kafası daha iyi çalışan kimi bireyler, taş yontmanın daha iyi ve etkili yöntemini daha önce de bulmuşlardı. Fakat, bugün de geçerli olduğu gibi, o zamanın insanları, anlamaya hazır olmadıkları bir yeniliğin bulucusuna kulak asmamış olabilirler. Yeni bir fikrin uygulamaya konulup yayılması için, toplumun bütünün de belli bir olgunluk düzeyine erişmesini beklemek gerekir.

                Doğu Afrika’daki taş yatakların incelenmesi, yaklaşık 100 bin yıl önce bir dönüm noktasına gelindiğini gösteriyor. O andan itibaren kültürel değişimler, anatomik değişikliğin yerini alıyor. Evrim, çevrenin zorlamalarını karşılayacak yeni çareler buluyor. Kazanılmış özellikler üstün geliyor. Homo erectus’tan homo sapiens’e dönüşüm, Asya ve Afrika’da adım adım ve düzgün bir süreç halinde gerçekleşiyor. Modern insanı, bizi temsil eden Homo sapiens örneği, verilen adıyla, sapien sapien veya ilk bulunduğu mağaranın ismiyle anılan, Cro-Magnon insanıdır. Afrika ve Asya’da kendi evrimini geçirdikten sonra 40 bin yıl önce Avrupa’ya geliyor. Bu düzgün sürecin  bir istisnası var: Avrupa’da Neandertal adamı.

                2.5 milyon yıl önce, Avrupa’ya yayılmış bir Homo habilisten türemiş olabilir. Art arda gelen buzul çağları yüzünden, bu kıta Alp dağları ve Kuzey buzluklarıyla Dünyadan yalıtılmış bir ada haline gelmişti. Bir adanın canlılık yapısının zamanla farklılaştığı bilinir. Ada ne kadar eskiyse farklılık o kadar artar. İşte Neandertal adamı böyle bir genetik sapmadan doğabilir. Bu adama ait fosiller Avrupa’da ilk bulunduğunda, şok yarattı. Alnı ve çenesi hemen hemen olmayan, suratı kabarcıklarla dolu, göz yuvalarının üstü adeta bir güneş siperliği şeklinde  aşırı gelişmiş kaşlı, çok çirkin bir yaratık. Avrupa kendi atası sandığı bu tipi daha iyi bir yere oturtmak istiyordu. Sonra bu tipin sıradışı bir  yaratık olduğu anlaşıldı. Neandertal adamı 2,5 milyon yıldan 35 bin yıl önceye kadar, bir ara sapiens ve hatta Cro-Magnon ile beraber yaşadı.

                Bu tiplerin uzun süreler beraber yaşaması gerçeği önce zor algılandı. Birincisi barbar, ikincisi sözüm ona uygar görüldü. Gerçekte iki tür birbirine çok yakın. Aynı yerleşim bölgelerini sırayla kullanıyorlar, aletleri ve yaşam biçimleri de birbirlerine çok benziyor. Neandertal becerikli ve yaratıcı. Gelişmiş bir dili var, ölülerini gömüyor, kaval, düdük gibi bazı müzik aletlerini yapıyor, sadece zevk için bazı nesneleri biriktiriyor. İki tipin birbirine karışıp karışmadığı bilinmiyor. Bunu gösterecek hiç bir fosil bulunamadı. Karışmamış olmaları daha kuvvetli ihtimal görülüyor. Fransa’nın güney- batısında bir mağara var. Burada en altta bir Neandertal katmanı, sonra bir Cro-Magnon katmanı, ardından tekrar bir Neandertal ve bir Cro-Magnon katmanı saptandı. Sanki dönemsel olarak burayı sırayla kullanmışlar ya da zorla birbirlerinin elinden almışlar gibi. Aslında aralarında gerçek bir büyük savaş olduğu sanılmıyor. Cro-Magnon biyolojik ve kültürel bakımdan ondan biraz daha iyi donanımlı. Neandertal adamın ortadan çekilişi, bugün iyi bilinen, Ezra Zubrow adlı bilim adamı tarafından geliştirilen “Toplumların Tükenişi” modeline bağlanıyor. Bu modele göre, rekabetçi toplumlar arasında şiddet gözardı edilemez fakat, aralarında bir savaş olmadan da, ölüm oranları artışı, ortalama yaş hadleri gibi demografik hareket ve ilişkilerle toplumların oldukça kısa sürelerde tükenmesi mümkündür. Dolayısıyla, insanın kökeni araştırılırken akla takılan bir soru da kısmen cevaplanmış oluyor. Modern insanı temsil eden Homo Sapien, yaklaşık 100 bin yıl önce, evrim sonucu ortaya çıktı da, diğer arkaik veya ön-insanlara ne oldu?  Onların zaman içinde ya şiddetle veya kendiliklerinden, toplumsal tükenişe girip, tümüyle yok olmaları, kuvvetli ihtimal. Mitokondril ve nükleer DNA analizlerine dayalı bulgular hep bu doğrultuda çıkıyor.

                Cro-Magnon veya Homo Sapiens insanı artık her yönde ilerliyor. Kristof Kolomb’tan yaklaşık 100 bin yıl önce, o zaman bitişik olan Bering boğazı yoluyla Amerika’ya, hatta en az 60 bin yıl önce Avustralya’ya gidiyor. İnsanın gelişiminde, Neandertal’den Homo Sapien’e kadar anatomik bakımdan bir kesintiye karşın, kültür konusunda gerçek bir süreklilik gözleniyor. Bilinç ve onun sonucu olan sembolik ve soyut düşünce, kuşaklar boyu yavaş yavaş gelişiyor. Nüfus da hızla artıyor. 3 milyon yıl önce Afrika’da 150 bin insan yaşadığı sanılıyor. 2 milyon yıl önce tüm Dünyada ancak bir iki milyon insan var. Sayılarının 20 milyona yükselişi ise ancak 10 bin yıl önce gerçekleşiyor. 200 yıl önce 1 milyar, bugün ise yaklaşık 6 milyar nüfusa ulaştık. Bundan sonra ne olacağı, ne olması gerektiği, var olan tehlikeleri ve gelecek için sorumluluklarımızı, ayrı bir çalışma içinde incelemek daha uygun olacaktır. Şimdilik şu soruya kısa bir yanıt vererek bu çalışmayı bitirmek istiyorum.

 Kimiz ve Neredeyiz?

İnsanı nasıl tanımlamak doğru olur? İnsanı, bilinçle, sevgiyle ve heyecanla tanımlamak doğru olur. İnsanın özgüllüğünün, yani kendine has yapısının temeli belki de, yüksek düşünme düzeyinde yer alan ölüm bilinci. Her bireyin biricik ve yeri doldurulamaz olduğunu, bir canlının yok olmasının geri döndürülemez bir dram olduğunu fark etmiş olmak. Kuşkusuz bu öz-bilinç, çevre ve zaman hakkındaki bilinci de kapsıyor. Gördüğümüz gibi, hepimiz Afrika kökenliyiz, aynı beşikten geldik. Bunun bizi kardeşlik bilincine götürmesi ne iyi olurdu. Unutmamamız gereken, doğaya ve doğuştan gelen determinizme karşı verdiğimiz uzun mücadelemiz, kendi kültürümüzü kabul ettirerek, yavaş yavaş hayvanlar aleminden sıyrıldığımızdır. Bugün oldukça özgürüz. Kendi genlerimizle oynayabiliyor, tüp bebekler üretiyoruz. Fakat aynı zamanda çok zayıf ve tehlikelere açığız. Yavrularımızdan biri, toplumdan uzakta büyümeye kalksaydı, tamamen çaresiz kalır, hiç bir şey öğrenemezdi. Bugün bize insanlık onurumuzu ve sorumluluğumuzu veren bu narin ve kırılgan özgürlüğü kazanabilmemiz için, bu uzun evrim süreci gerekli olmuştur.Eğer bugün de kozmik, hayvansal ve insansal kökenlerimizi araştırıp sorguluyorsak, bunu o köklerden daha iyi sıyrılıp yükselmek için yapıyoruz. Tedrici tekamül dediğimiz, yavaş yavaş fakat sürekli gelişim ile bir üst aşamaya doğru yolculuğumuz sürüyor.

 Gezegenimizin bugüne kadar ki 4,5 milyar yıllık ömrünü bir güne yani 24 saate indirger ve tam gece yarısı saat 24:00 de, doğduğunu varsayarsak, canlılık sabahın 05:00’ine doğru ortaya çıkacak ve bütün gün gelişimini sürdürecektir. Bu ölçekte dinozorlar saat 23:00’te meydana gelip 23.40’ta yok olacaktır. Bizim atalarımız ise günün sonundan önceki son 5 dakikada, 23:55’te, ortaya çıkarlar. Homo sapiens veya Cro-magnon aşamasına ancak son dakikada ulaşırlar. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin sahneye çıkışı ise yalnızca saniyenin yüzde biri kadar bir süre önce başlamıştır. Bu ölçekte, dünyamızın kalan 4,5 milyar yıllık ömrü düşünülürse, önümüzde koca bir gün daha var. Gelecekte, başka güneş sistemine bağlı herhangi bir gezegene yolculuk yapabileceğimizi varsayarsak, evren yok olmadan önce, bu ölçekte, en az bir haftalık süreye daha sahibiz. Kararlı, kuvvetli, kudretli, çalışkan ve samimi olursak, kuşaklar boyunca amacımıza ulaşabiliriz.

İbrahim ERENTAY
29
.06.2001

Devamı (Yazı Ekleri)

 



 

 SAYFA> | 1 | 2 | 3 | Ekler |

YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |