<%@ Language=VBScript %> BİLGİ ÜZERİNE

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

 

Sayın Attila Tözün'e gönülden teşekkürlerimizle,
 

BİLGİ  ÜZERİNE

İnsan için her şeyi bilmek nasıl mümkün değilse, mutlak anlamda hiçbir şey bilmemek de o denli mümkün değil. Alışılagelmiş zihinsel fonksiyonlarına sahip her insan, az veya çok, doğru veya yanlış, ama muhakkak bir miktar bilgiye sahiptir. Bu bilgilerin yaşamda karşımıza ilk çıkan türü, insanın duyuları aracılığıyla, çevresi ve kendisi hakkında toplamış olduğu algısal bilgilerdir. Bu tür bilgileri, elde ediliş özellikleri itibariyle “birinci el” bilgi olarak sınıflandırabiliriz. Bunlar genelde, yaşamın nasıllarına ilişkin, yaşamı sürdürmemizi sağlayan, sürekli ve çok miktarda toplanan  bilgilerdir. Bir başka tür “birinci el” bilgi ise, bu ilk tür bilgilerden, analiz ve sentez yolu ile elde edilen, ussal bilgilerdir. İnsanın böyle çıkarsamalar yapabilmesi için soyut kavramlarla düşünmeye başlaması gereği var. Somuttan soyuta böyle bir sıçrama yapan insan, kavramlarla düşünürken, kaçınılmaz olarak da yaşamın nedenlerini sorgulamaya başlar ve karşısına bambaşka bir tür bilgi çıkar: sezgisel bilgi. Bu da elde ediliş özelliği itibariyle yine “birinci el” bilgi sınıfına girer. Toplumsal hayat içersinde diğer insanlarla etkileşim ve iletişim halinde olmanın doğal sonucu, tüm bilgileri kendisinin üretmesine imkanı ve belki de ihtiyacı olmadığının farkına varan insan, başka insanlar tarafından üretilmiş bilgileri bulduğu gibi almaya, kabul etmeye ve kullanmaya başladığında ise, “ikinci el” bilgi dediğimiz çeşitli kaynaklardan gelen, başka bir bilgi türü ortaya çıkmakta. İşte bu noktada, çevrede var olan yığınla bilgi arasından, doğru eksiksiz ve işine yarayanını bulup çıkarmak problemi ile karşı karşıya geliyor insan. Onun düşüncesine sınır koymaya çalışan fikrî kılavuzlar da, işte tam bu noktada, aralanan bu kapıdan giriyorlar içeri. Bu problemin tek bir çözümü yok ama, kesin olan bir şey var; gerçeğe ait doğru bilgi, doğumla ölüm arasında yaşamın, var olması gereken asıl kazanımını ve anlamını oluşturuyor. 

Böyle ortaya konduğunda görülüyor ki bilgi, yaşamın en önemli gerçeği ve aynı zamanda düşüncenin de kaçınılmaz ürünü. Düşünce ise, bilginin varlığının tek başına kanıtı... Sanki, ünlü “cogito”nun sonunda, söylenmemiş, eksik bırakılmış bir bölüm daha var gibi geliyor insana; “Düşünüyorum, öyleyse varım...”  ve devamında “... ve öyleyse bilgi var!” 

Bilginin  Vasıflandırılamazlığı  Üzerine...

“Bilgi”nin kaçınılmazlığının ve yadsınamazlığının bu apaçıklığı üzerine, neler inşa edilebileceği sorusu ise, pek o kadar da kolay cevap verilesi değil; çünkü “bilgi”nin evrensel bir tarifini yapmak, bir başka deyişle “Bilgi nedir?” sorusuna, tam “bilimsel” bir cevap vermek mümkün değil...

Tarihte ilk kez Hegel tarafından işaret edilen ve Bilginin Bilgisi Döngüsü olarak tanımlanan sonsuz döngü, şöyle ortaya çıkıyor;  Bilginin ne olduğunu, yani onun özünü belirlemek istedik mi, kaçınılmaz olarak bilginin ne olduğunu bilebileceğimizi iddia etmek, yani “bilgi hakkında bilgi” oluşturmak zorundayız; ama öbür yandan, “bilginin bilgisi” olan bu bilgiyi her belirleme denemesi, bizi tekrar yeni ve başka bir “bilgi bilgisinin bilgisini” aramaya götürür ki, bu meta-bilgi de zorunlu olarak aynı aramanın konusu olur ve bu döngü sınırsızca devam eder.

Görüldüğü üzere, bir Zen ustasının dediği gibi; “Akıl, kendi cevap veremeyeceği soruları insanın başına musallat etmekten başka bir işe yaramıyor” kimi zaman... 

Öyleyse, bilgiyi “Bilinmeyeni bilinen kılan şey” diye kısaca ve çokta bilimsel olmayan bir şekilde tarif ettikten sonra, onun bazı özelliklerinin farkına varabilmemiz olası... Bu özellikler üzerinde düşünmeye başlamadan önce, bilginin bu tarif edilemezliğinin, kavramın bizatihi kendisinden mi, yoksa modern bilimin bilgiye erişme yöntemi olan “bilimsel metodoloji”den mi kaynaklandığına karar vermek gerekir. 

“Bilimsel” olarak sınıflandırılan bilgilerin çoğu, gerçek hayattan soyutlanmış deneysel şartlar altında elde edilirler. Bilim çevreleri, bilimsel araştırma adına bu tür soyutlamalara imkan tanırken farklı disiplinlere ait insanların farklı yöntemler kullanarak ulaştıkları bilgileri geçersiz ilan edebilmektedirler. Dolayısıyla “bilimsellik”, bilginin kendisine ait objektif bir özellik olmaktan ziyade o bilgiyi üreten çevrelere veya o bilginin üretildiği yönteme ait, sübjektif  bir özellik olarak ortaya çıkar. Büyük bir hızla ve sürekli ilerleyen teknoloji sayesinde, bilim çevreleri tarafından bu gün bilimsel doğru olarak kabul edilen bir  bilginin, yarın tümüyle yanlış olarak ilan edildiğine pek sık şahit oluruz. Demek ki doğruluk da bilimsel bilginin değişmez bir özelliği olarak sayılmamalıdır. Zaten bilimsellik de hiçbir bilginin mutlak doğru olamazlığını kabul etmek değil midir? 

Konuyu böyle ele aldığımızda, bilginin kendisinin değil de, bilimsel metodolojinin, “bilgi”nin mutlak bir tarifini ulaşılamaz kıldığını görmek mümkün olur. 

Modern bilimin en büyük eksiği,  insana bütüncül bir dünya görüşünün temelini oluşturacak bir metafizik sistem sunamamış olması ve hatta böyle bir amacının dahi bulunmayışıdır. Bir disiplin olarak metafizik, Fritz HEINEMANN’ın tanımıyla, tüm yaşam ve yaşama ait bilgimiz hakkında, bütüncül bir yorum getirme çabası gütmekle, bizzat felsefenin kendisinden başka bir şey değildir. Aslında, metafizik sözcüğü, ilk olarak Aristoteles’in yazıları içerisinde, fizikle ilgili olan yazıları izleyen bölümler için kullanılmışsa da (meta ta physika), daha sonra Simplikios tarafından, “doğa ötesi” anlamında kullanılarak, fizikten sonra bilinmesi gereken özlerin öğretisine verilen ad haline gelmiştir. Oysa kavramın isim babası Aristoteles, bu sözcükle sadece deneyden bağımsız, "a priori", zorunlu bir bilme biçimini kastetmekteydi. Bu kavramsal sapmalar neticesinde metafizik, Ortaçağda Teolojiden de aldığı destek ile felsefî bilimlerin kraliçesi olurken, Yeniçağda ana bilim anlayışının, bilgi kuramı (epistemoloji) olmasıyla, modern bilim tarafından, adını dahi Aristoteles’in kitabında ki rastlantıya borçlu, felsefenin gayri meşru çocuğu ilan edilmiştir. Post modern dönemde ise, tüm yadsımalara rağmen, küller arasından sıyrılıp yeniden canlanan bir Anka kuşu gibi tekrar üste çıktığını görüyoruz, metafiziğin. 

“Bilimsel” Bilginin Yetersizliği Üzerine...

Bilim, insanın doğa ile giriştiği ilişkisinden elde ettiği bilgidir. Bu bilgi sadece insanı, doğa ile olan ilişkisinde yönlendirir. İnsanın diğer insanlarla olan ilişkisinde veya nihai amaçların tespitinde, özellikle de mutluluğun temininde rehber olamaz. Mikro kozmik ölçekte ise, insan bedeni hakkında mekanik bir bakışla pek çok bulguyu ortaya koyan bilim, aynı yöntemlerle ruhsallığın gizemli dünyasına nüfuz edememiştir. Doğadan edinilen yeni bulgular da insanı gerçek arzusu olan Tanrısal bilince eriştirmeye yetmeyince, akılcı yöntemsellikten kaynaklanan çelişkiler daha çok göze batmaya başlamıştır.

Bu çelişkiler günlük yaşamın akışı içersinde, göz ardı edilebilir gibi görünmekteyse de, alt alta sıralandıklarında, modern bilimin kendisinin, insanın gerçek bilgiye ulaşmasında ilk ve en büyük bir engel teşkil edebileceğinin yeterli kanıtları ortaya çıkmaktadır. Bunlar:

Sonuç ve Değerlendirme

İçinde yaşadığı evren ve kendisi hakkında modern bilimin sunduğu yaklaşımın, insan için gereksizliğini kanıtlamaya çalışmak ne kadar anlamsızsa, modern bilimin insanı sezgisel algılayışlarından soyutlamaya çalışması da bir o kadar anlamsızdır. Bilinmeyene karşı şüpheyle yaklaşmak, sonunda onu bilinir kılmaya çalışmanın ilk adımıdır. Buna rağmen, hiçbir zaman, hakkında kesin bir bilgiye sahip olamayacağı kendi geleceğine olan inancını yitirmemek, hiç olmazsa kendi geleceği söz konusu olduğunda, bir bilinmeyene inanmak, insanın kendine ve geleceğine olan bir borcudur. Modern bilim insana, bilmediği bir adrese ulaşabilmesi için bir harita sunmaktadır. Doğal olarak bu haritanın çizildiği bir ölçek olacaktır ve bu ölçekle orantılı olarak, istenen adrese varmak için takip edilecek yollara ait bazı detaylar bu haritada yer alabilecek veya almayabilecektir. Harita, istenen adreslere ulaşmayı kolaylaştırıyorsa, insan bundan en fazla derecede yararlanmalı ve haritayı kullanmalı, ama aslına ne kadar çok benzerse benzesin, haritadaki yolların şehrin gerçek yolları olmadığını ve en önemlisi, istenen adrese gelindiğinde gerçek kapıyı çalacak olanın yine kendisi olduğunu unutmamalıdır. Gidilecek doğru adreslerin seçiminin ise tümüyle insanın kendi hür iradesine ait bir karar olması gereği aşikardır. Kişinin istediği adresi içeren haritanın temini, bir başka deyişle, hayatın karşımıza çıkarttığı herhangi bir harita içinden herhangi bir adres saptanması yerine, bilinçle seçilmiş olan adrese göre doğru haritanın bulunması, yaşamın püf noktasıdır. Bu püf noktaya ilişkin bilgi ise, bir ezoterik farkındalık ve eklektik yaklaşımla kazanılabilir.

Attila Tözün
25.02.2002

Kaynaklar

Akin, Asım – Pozitif Düşünmenin Soyağacı
Çezik, O. Attila – Aydınlanma Yönünde Bilginin Kaynağına Doğru Üç Adım
Diemer, Alwin – Bilgi Kuramı
Heinemann, Fritz – Metafizik
Toker, İsmail – Bilgi Üzerine Kısa Bir Söyleşi

 



YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |