%@ Language=VBScript %>
| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |
BÖLÜM>| 1 | 2 | Sayfa> | 1 | 2 | 3 |
Sinan'ın yetişme sürecine ilişkin bilgiler artık tartışma konusu
yapılamayacak kadar aydınlanmıştır.
Sinan, Kayseri'nin Ağırnas köyünden Sultan I. Selim Döneminde devşirilen
Rum kökenli bir Hıristiyan gencidir. Osmanlının
özgün devlet yapısı, kendi sistemi içinde kalmak üzere, bir genci
elinden tutup yeteneğinin sınırları elverdiğince devletin en üst idarî
katlarına çıkarıyor. Bu onun yaşamında kişisel yetenek ve çabaya büyük
yer veren bir sistemin ulaşabileceği teşvik edici ve yaratıcı ortamın kışkırtıcı
gücü konusunda fikir sahibi olmamızı sağlıyor. Sinan, hakkında en çok
bilgi sahibi olduğumuz nadir sanatçılarımızdan biri olduğu halde, gerçekte
biz onu kişi olarak tanımıyoruz. Michelangelo gibi kendini anlatan şiirler,
mektuplar bırakmamış, Leonardo gibi Freud'un araştırmalarına konu olmamıştır.
Tezkirelerdeki ikinci sınıf şiirler ve düzyazılarla anlatılan yaşamı
ve sanatına ilişkin söylenenler de, bir dahi mimarın söyleyemiyeceği kadar
sıradandır.Onun için Sinan'ı kişi olarak ya da düşüncesiyle değil,
sanatıyla biliyoruz. Başka bir deyişle, Sinan ile Sinan'ın sanatı eşanlamlı
oluyor. Sinan'ın kişisel psikolojisi
üzerinde bilgi, onun yaşamım bilmekten çok, yapılarının analizinden
elde edilecek ve yorumlayanın sezgilerine bağlı yargılar olabilir.
Sinan var olan bir yapı strüktürü geleneği içinde çalışmıştır.
Onun dehası, statik sınırları denenmiş, bu strüktürel sistem içinde
kalarak, büyük bir yaratıcılığın ifadesi olan mekân tasarımları ve
archetypal kompozisyonlar geliştirmiş olmasıdır. Statik cesaret açısından,
kendi dönemlerinin teknikleri içinde, 40 metre çapıyla Pantheon, bazilikal
bir plân üzerinde uygulanan büyük kubbesiyle Antemios'un Ayasofyası,
Brunelleschi'nin ayrıntılarını büyük bir dikkatle hazırladığı Santa
Maria del Fiore'si daha cesur strüktürel denemelerdir. Fakat Sinan strüktürlerinin
zerafeti onlarda yoktur. Yükü, eski Romalılar gibi kütle ile karşılarlar.
Sinan'ın mühendisliği, çok daha rasyonel bir kurgu ile kütleyi mekânda
çözen ve sınırların strüktürel modülâsyonu ile kaynaştıran ustalıklar
sergiler. Onun yapılarında erken Osmanlı yapılarındaki teknotik tasarım
ortadan kalkmıştır.
Onun mimarlığının en önemli karakteristiği tümüyle rasyonalize ettiği
bir strüktür sistemini, kendi mimari vizyonunun hizmetine vermesi ve onu
destekleyecek şekilde kullanmasıdır.
Sinan, kubbenin strüktürel biçimini içerde ve dışarda koruyarak,
kubbeli strüktürün olanak sağladığı bütün varyasyonları bir ömürde
ortaya koymuştur. Üslubu kubbe biçimi için yapılan bir araştırmada değil,
kubbeli strüktürün tümel biçimlenmesinde tanımlanmaktadır.
Michelangelo'nun San Pietro kubbesi maketi, kubbenin tek başına bir yapı gibi
tasarlandığını gösterir. Oysa Sinan'ın kubbelerinin yapıdan bağımsız
bir kişilikleri yoktur.
Sinan, bilinçli denemelerle "kubbeli çardak"ın (yani strüktürel
birimin) potansiyelini bütün olası sınırlarına ulaştırmıştır. Şehzade
Camisi'nin mükemmel simetrisine ilk adımda varır. Üç şerefeliden çekip alınan
ve ileriye götürülen altı ayağa oturan strüktürel çardak Sinan Paşa
Camisi'nden Atik Valide'ye kadar uzanır. Selimiye tasarımı, kare taşıyıcı
taban ile çember kubbe eteği arasındaki ilkel tromplu geçit alam
geometrisinin varacağı en son gelişme aşamasıdır. Sinan'ın mimarisinde bazı
kolay genellemelerden sakınmak gerekir.
Sinan yapılarının bazı özelliklerini, yapı tarihine evrensel katkılar
olarak gösterme hatasına düşülmemelidir. Örneğin, Sinan, kubbeli yapı
sorununa bir son çözüm getirmemiştir. Çünkü kubbeli yapı tasarımında
tek yön yoktur. Ayasofya, gerçi Roma büyük kubbe geleneğini değişik bir
yorumla Pantheon'dan erken ortaçağa taşır, ama başka bir dil konuşur. İran-Orta
Asya ile Hint, başka kubbeli yapı serüvenleri yaşamışlardır. Memlûklar
Doğulu bir vizyonu Nil kenarına taşımışlardır.
Osmanlı, kubbeyi bir Doğu mirası olarak almış, Akdeniz'de yıkamıştır.
Türk tarihçileri Ayasofya'yı bir Bizans yapısı sayar, Süleymaniye'nin ona
öykünmediğini göstermeye çalışırlar.
Sinan yalın kubbenin geometrik biçimini içerde ve dışarda en etkili kılacak
düzenleri arar ve bulur. Temel strüktürel fikrin güçlü ve katıksız
mimari ifadesini yaratmak, onun yaşamının temel mimari sorunu olmuştur. Bu
çabanın sonucu, bütün yapıları için ortak bazı tasarım özelliklerinden
söz edilebilir: Bunların başında kemer ve kubbe gibi eğri biçimlerin,
insanları belki de (ilksel) simgeselliklere uzanan geometrileriyle etkileyen
varlıkları gelir. Büyük kubbeli yapılarında, ana kubbenin diğer mimari öğeler
ve insan ölçüleriyle karşıtlaşan ,boyutsal ve görsel egemenliği,
insan-kubbe ikileminin yarattığı gerilimle bu yapılara heyecan verici bir
içerik kazandırır.
Kubbe yapısının, tümülüsten ve ilkel konuttan başlayıp stu-pada, büyük
mezar yapılarında ve anıtsal yapılarda devam eden ve giderek kubbeyi mekânın
tek örtüsü haline getiren gelişimi, Sinan'ın elinde sonuçlanır.
Morfolojik açıdan Sinan yapıları, son bir çözümlemede üç geleneksel yapı
düzeni ve imgesini birleştiren sentezlerdir: Tromplu Sasanî ya da İslâm
kubbesi, geç Roma mimarisinde ortaya çıkan çevre koridorlu kubbeli mekân ve
bütün İslâm tarihi boyunca değişmeyen dikdörtgen bir alan olarak plânlanan
cami. Cami mekânının değişmez parametresi olan dikdörtgen plân, Sinan'ın
yapı tasarımına örtüden başlamasına olanak veriyor. Çünkü her tür
örtü şemasını bir dikdörtgen ya da kare çevre içine yerleştirme olanağı
vardır. O dönemin kubbeli yapı simgeselliğinde, kubbeyle "Gök"ün
ve sultanın varlığını görmek olasıdır.
Sinan'ın üslubu, kuşkusuz sadece kubbeye bağlı olarak tanımlanamaz.
Tasarımda bir mimari öğeler hiyerarşisi kurulmuştur. Bu hiyerarşinin
kurgusu içinde büyük kubbe, kubbeler, kemerler, revaklar, pencereler üslubun
niteliğini büyük plânda saptayan diğer öğelerdir. Kaldi ki, o dönemin
ikincil üslup öğelerini, mukarnas bezemelerini, sütun başlıklarını,
kemer klişelerini, silmeleri, korkulukları, çini kaplamaları, boyalı
bezemeyi, ahşap işçiliğini eklemeden tümel tasarım tamamlanmıyor. Üslubun
kimliği bu öğelerin varlıksal bütünleşmesiyle oluşmaktadır. Fakat
Sinan'ı yücelten sanat söyleminin ana teması, ondan önce ve sonra da var
olan Osmanlı yapı geleneğinin ikincil yapı ve bezeme öğeleri değil, büyük
mekânsal kompozisyonlardır.
Sinan yeni sözlük kullanmaz. Strüktür esasları, plân öğeleri,
avlular, revaklar, çok katlı pencere düzenleri, kemer biçimleri, taç kapılar
hep geçmişten gelir. O dönemin en büyük yapıları camiler olduğu için,
Sinan'ı da en çok onlarla tanıyoruz. Fakat bu, onu sadece bir cami tasarımcısı
olarak görmeyi gerektirmez. Yaptığı bütün değişik tür yapılarda
camilerde bulduğumuz estetik kaliteyi bulabiliriz.
Sinan'ın mimari sentezini Hassa Mimarları Ocağı rutini içinde ortaya çıkmış
yapılarında değil, onun tasarım becerisini kesinlikle hissettiğimiz
Mihrimah Sultan, Sokollu, Süleymaniye, Selimiye Camileri ile Mağlova Su Kemeri
gibi yapılarda izlemek gerekir. Selimiye ifade ve tema zenginliği bakımından,
mimari diliyle, toplumun mimari geçmişinin bir sentezidir ve Osmanlı kültürünün
altyapısını da aydınlattığını söyleyebiliriz. Sinan, göçebelik ve İslâmdan
gelen, Roma ve Bizansla buluşan yeni bir Akdeniz rasyoneli sergiler. Rönesansın
bütün mekân araştırmalarım kendi yaşamına sığdırmıştır. Eşsiz dönüşümlerin
temsilcisi ve simgesidir. Onun öğretisi, eğer yapılarından çıkarılabilecek
bir ders varsa, budur.
Osmanlı düşüncesinin Sinan gibi bir dahinin yarattığı ve bugün
bile bizde hayranlık uyandıran yapılara karşı duyarlı olduğu, bunların
arka arkaya inşa edilmesinden anlaşılmaktadır. Fakat bu duyguları sanata
yansıtan bir yazılı yorum, sadece övmekle ya da zikretmekle kalmayıp
sanatçının toplum içindeki konumunu aydınlatan bir düzyazı ya da şiir
bulmak zordur. Bu şiir sadece otobiyografik tezkirelerde vardır. Bu yokluk bir
ölçüde İslâm düşüncesinin fiziksel çevreye karşı ilgisizliğiyle açıklanabilir.
Su içmek için en güzel tasları yapabilen Müslümanlar, o taşların
betimlenmesini nesnel olarak yapma arzusunu nedense duymamışlarıdr. Avrupalı
gezginler ve ressamlar olmasaydı, Kanunî'nin İstanbul'unu da fiziksel
boyutlarıyla betimlememiz düşünülemezdi.
Sinan'ın yetişme süreci Osmanlı kul sistemi içinde karakteristiktir.
Onun yaşamında kişisel yetenek ve çabaya büyük yer veren bir sistemin ulaşabileceği
teşvik edici ortam bütün açıklığı ile sergilenmektedir. Sinan'ın
Osmanlı mimari tarihindeki özel yeri, İmparatorluğun en görkemli döneminde
yarım yüzyıl Hassa Mimarbaşı olarak etkinlikte bulunmasından kaynaklanmaktadır.
Bu etkinliğin doğasını doğru tanımladığımız söylenemez. Fakat
Sinan'ın statüsü büyük yaratmaları kışkırtan bir durumdur. Yapı üretiminin
örgütlenmesi ,olağanüstü bir üretim mekanizmasını mimarbaşının
hizmetine sunmuştur. Süleymaniye camisinin inşaat defterleri bir sultan külliyesinin
neye mal olduğunu, ne boyutta bir iş olduğunu ve en küçük ayrıntılarına
kadar nasıl kontrol edildiğini göstererek Sinan olgusunun önemli bir
boyutunu açıklamaktadır.
Sinan'ın, çağının simgesi olması bu toplumsal alt yapıyı da birlikte
düşünmeyi gerektirir. Çağın olanakları ile sanatçı vizyonu birleşerek
Sinan'ı bir biçim yaratıcısı, bir katalizör yapıyorlar. İmparatorluğun
olanaklarına yarım yüzyıl hükmetmiş, sultanların sevgili kulu olarak ölümüne
kadar saygınlığını kaybetmemiş büyük bir devlet memurudur Sinan.
O çağın toplumunda mimarinin yeri, işlevi, statüsü ve simgesel işlevi
konusunda bilgi ve tanık yokluğu, çağdaşlarının tepkilerini, kendisinin
düşüncesini bilmemeye, bizi Sinan'ın sanatının değerlendirilmesini
sadece günümüz yorumlarına dayanarak yapmaya zorlamaktadır.
Mimar Sinan'ın yaşamına ilişkin kaynakların başında genç dostu nakkaş
Mustafa Sai Çelebi'nin -kendisinin ağzından yazdığını söylediği için-
otobiyografi diyebileceğimiz iki yapıtı vardır: Tezkiretü'l Bünyan ve
Tezkiretü'l-Ebniye. Sai Efendi Tezkiretü'l Bünyan'da bunu yazmaya nasıl başladığını
anlatır:
Birgün mutlu padişahın başmimarı olan Abdülmennan oğlu Sinan, güçsüz bir ihtiyar olunca tarih sahifesinde ad ve şan bırakarak hayırlı dua ile anılmasına vesile olmak üzere, kırık kalpli, değersiz, düşkün olan bu duacı Sai'den, nâzım ve nesir olarak, hatıralarını yazmamı dilediler. Elimden geldiğince, (bana) büyük bir huzur ve sevinç kaynağı olan bu kırık ezgili armağanı hazırladım.
Sinan'ın önce bir marangoz, sonra bir asker mühendis olarak uygulama içinde yetiştiğini biliyoruz. Tezkiretü'l-Ebniye'nin manzum bölümünde kabiliyetinin tanrı vergisi olduğunu, fakat çok çalıştığını söylerken kendisini marangozlukta yetiştiren üstadım Tanrının cennet makamına çıkarmasını dilemektedir.
| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |