<%@ Language=VBScript %> ATATÜRK'ÜN HAYAT FELFESİ Sayfa 3

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

 "ATATÜRK" Ana Sayfa   
SAYFA> | 1 | 2 | 3 |   

ATATÜRKÜN HAYAT FELSEFESİ

Trablus gârp Mücahidi, Ana fartalar Kahramanı, Yıldırım orduları Baş kumandanı, Müdafaa milliye Reisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Reisi, Gazi Mustafa Kemal, Dumlupınar Kahramanı, Türkiye Cumhur Reisi, ve nihayet Atatürk hakkında yazılmış bir çok eserler gördüm. 

Haftalık Fransızca Ankara gazetesinin 25 Mart 1937 tarihli nüshasında « Atatürk Roman­yalı misafirlerimize söylüyor » başlıklı sütunları okuyup, uzun, uzun düşündükten sonra anladım ki bu Büyük Adamı hâlâ tanıyamamışım.. O sözleri okumadan, Atatürk’ün felsefi kudretini kavra­madan, Onun için ciltler dolduranlar gibi !.

Bu Büyük Önderin, bu söylevle beşerî hırs­ların çok üstünde yaşadığını öğreniyoruz.

O, hayatı eski zaman filozoflarının kuruntulu düşün­celerinden büsbütün farklı bir bakımla inceliyor. Descartes gibi, Spinoza gibi, Leibniz gibi, Kant gibi ve nihayet Bergson gibi, metafizik spekülasyonlar ( Derin fikir istiğrakınla hayat ve kâinatın mahiyetini anlamağa çalışmak ) da yapmamıştır.

Hakikati realiteye yaklaştırarak hayatı oldu­ğu gibi en insanî bir surette gönenmeği tavsiye etmektedir. Bunun için « Uluslar ıstırap ve kötülük nedir bilmemelidirler. Şeflerin vazifesi halka zevk ve saadet yolunu göstermektir. » diyor.

Biliyoruz ki zevk ve neşede maddî ve ma­nevî bir gerginlik ve dinçlik duyulur.Vücudumu­zu teşkil eden hücreler daha iyi çalışırlar, uz­viyetimizin enerjisi artar: iyi yer, iyi içeriz. Çalış­mak bir lezzet ve hayat bir saadet olur.

Şunu hemen söyleyiverelim ki Atanın kastettiği zevk, itidali aşmayan neşedir, yorgunluk veren, bizi yıpratan taşkınlıklar değil !..

Neşenin ruhî hayatımızda da çok önemli tesiri var: Şen bir adamın düşüncesi de şendir. Yaşayışından memnun olanın hatırına kötülük gelmez, gelse de tabiî olmaz.

Bazıları ıstırap ve felâketin de bir mürebbî ve münebbih olduğunu söylerler. Bu hal pek az kimseler üzerinde görülebilir. Ekseriyetle elemli ve gamlı hadiseler bizi yeise düşürüyorlar. Vücut kabına çekiliyor, baş omuzlarımız üstünde bir yük oluyor; belimiz bükülüyor ve dimağ âlemini ümitsizliğin kara bulutları kaplıyor.

« Montaigne » ıstırap için, ruhu iyi pişiren bir fırındır ( La douleur est la fournaise â recuire 1'âme ) demişti.

« Musset » de, insan bir çırak, ıstırap onun ustasıdır ( L'homme est un apprenti, la douleur \ est son maître ), tarzında şiirler söyledi. Onun marazlı düşüncesinden zaten böyle mısralar bek­lenirdi. Bununla beraber Epicure, Kant, ve Schopenhauer gibi kuvvetli filozoflar da bu me­selede bedbindirler. Sayfalarımızı felsefe dissertasion ( Çocukların yazmağa mecbur oldukları vazife ) larına çevirmemek için çocukluktan vazgeçiyoruz. 

Yalnız şunu işaret edelim ki Atatürk’ün halk için düşündüğü zevk « Spencer » in sos­yeteyi yükseltmeğe âmil olarak gösterdiği hazdır. Zaten bunu itidal içinde « Aristote » da tavsiye etmiyor mu?

Büyük önder, bu zevkin bizzat hayat ve saa­det kaynağı olduğunu en pratik şekli ile düşüne­rek herkesin gönenmesini istemektedir.

Bu gönenmekte ferdi, sosyetenin bir hücresi halinde yetiştirip çalıştırıyor ve sosyeteyi de bütün insan gurupları ile kaynaştırarak ideal bir aile sâadeti kuruyor. Atatürk’ün bu düşüncesi daha ziyade Latin Stoîciens ( Ravakıyun) larının moral prensiplerine uymaktadır. Bu filozoflar, insanlar bir vücudun azasıdır « Membrasumus corporis magni » demişlerdi.

« Sadi » nin,
( Beni adem azayı yekdigerent 
Ki der âferineş zeyk ğevherent )
tarzında nazma çektiği bu vecizeyi Atatürk arsı ­ulusal politika felsefesinde sarahat la canlandırmıştır.

Aynı zamanda, büyük Önder « Aristote » un « Politicjue » ini de çok iyi incelemiş olacak ki içtimaî faziletten önce fertlerin imkân dahilinde inkişaflarına lüzum gösteriyor. Bu noktada « Pla­ton » dan daha pratik, daha beşerî düşünmekle beraber bize «Confucius » ün yüksek moralini de hatırlatmakta.

« Kendi şahsımız için değil bizden sonra gelecekler için çalışmak saadetin ilk şartıdır. Her fert ömrü müddetinde bu saadete erebilir. Akıllı bir insan başka türlü hareket edemez. Hayatta tam bir saadet ve sevinç ancak gelecek nesillerin şeref, bahtiyarlık ve varlığı için çalışmakla elde edilir » diyen Atatürk insanlara saadet yolunu «Bouddah»dan daha doğru olarak anlatmaktadır.

Bir gün “ Confucius “ a insanlar için en bü­yük faziletin ne olduğunu sordular:

« İnsanları sevmektir: sevgimizin bütün genîşliği ile, ve bütün kuvvetimizle insanları sevmeliyiz» cevabını verdi.

Atatürk bu muhabbeti bizden sonrakilere de fiilen teşmil sureti ile yüksek bir moral felsefesi yapmıştır.

Confucius ün talebesinden Menciüs üstadının insanlık hakkındaki düşüncelerini “ Yakınlarımızı, kendimizi sevdiğimiz gibi sevmek ve temiz bir kalp sahibi olmak ve bize nasıl mua­mele edilmesini istiyorsak başkalarına da öyle mu­amele etmekle “  hülasa ettiğine göre Atatürk’ün şu aşağıya aynen geçirdiğimiz cümlesi insanlığın moral felsefesindeki üstünlüğünü her zaman mu­hafaza edecektir.

Halbuki büyük ahlakçı tanınmış olan Nasıralı İsa nasihat larında Confucius den ileri gidemedi. Hatta İsa dan VI asır evvel yaşayan Çinli Filozofun yukarıya aldığımız moral prensiplerini İncil de ay­nen bulmak,kabildir.

Şimdi Atatürk’ün Fransızca ya çevrilmiş söy­levinden Türkçe ye tekrar çevirdiğimiz şu parçayı okuyalım: «Gelecek nesillerin şeref, bahtiyarlık ve varlığı için çalışan bir insan benden sonra gele­cekler benim böyle bir,arzu ile çalıştığımı acaba hesap edeceklerimi? diye düşünmemelidir. Hatta hizmetlerinin gelecek nesiller tarafından bilinme­mesine razı olmâğı tercih edecek karakterdeki insanlar daha ziyade bahtiyardırlar. »

Milliyet ve insaniyet perverliğin bu istikbali de çerçeveleyen mütekâmil şekli, ahlak felsefesin­de son bir merhaledir ve La Rocheîoırcadd un belli başlı moral prensiplerini hodgamlığa ircâ eden düşüncelerini kökünden sarsıyor !.

Hemcinsimize, bütün bediî güzelliklere, hatta  her şeye şamil bir muhabbet ve şefkat tavsiye eden ahlakçılar olduğunu biliyoruz. Kîtâbı mukaddesten aldığımız Pâul un Korentoslulara birinci risalesinin VIII inci babındaki şu : “Eğer insan ve melekler lisanları ile söylersem muhabbetim olma­dıkça çıngırdayan bakır yahut çınlayan zil olmuş  olurum. Ve eğer bende ilham olup ta cümle sırları ve cümle ilmi bilsem ve dağları yerinden naklet­meğe muktedir olan kâmil imanım olsa muhab­betim olmadıkça bir şey değilim. Ve eğer bütün  emvalimi sadaka versem ve eğer cesedimi yan­mağa teslim eylesem muhabbetim olmadıkça bana bir fâyda etmez “ sözleri manevi sevgiyi en geniş mefhumu ile kavradığı için klasik kalmıştır; ancak bu muhabbetin "Atatürk ün anlattığı şekilde gelecek nesilleri istihdaf eden bir gayeye mâtuf olduğu kestirilemez. Paul daha ziyade yaşadığı­mız zamana ait bir muhabbet tasvir ediyor.

Hâlbuki Atatürk, ferdi ve sosyeteyi tekâmüle götüren daha yüksek bir ahlak felsefesi yapmaktadır. İlle “hizmetlerinin gelecek nesiller tarafından bilinmemesine razı olmağı tercih edecek bir hilkatte yaratılmış insanlar daha bahtiyardırlar.” cümlesi ile asrımızın medeni zihniyetine en kestirme bir saadet yolu göstermiştir.

Kant’ın metafizikleştirdiği moral formülleri­nin yanında Atatürk’ün şu sarih cümlesi, pozitif, ve sosyal bir cereyan alan ahlâk prensiplerinin her ruhu tatmin eden yeni bir başlangıcı olabilir.

Söylevinin en önemli yerleri devlet adamla­rına ders olacak son kısımlarıdır. Burada öyle cümleler vardır ki bunları birer vecize halinde Milletler Cemiyeti Sarayının şeref salonuna yazdıramazsak sulh ve saadet Perisine borçlu kalırız... 

Şu cümlenin ihtiva ettiği yüksek manayı düşününüz, sonra da sizce kıymetli sanıp ezber­lediğiniz ;herhangi bir vecizeyi hatırlayarak bununla mukayese ediniz.

Atatürk diyor ki:« İnsan kendi Milletinin refah ve saadetini düşündüğü kadar bütün ulusların da sükûn ve huzurunu düşünmek mecburiyetindedir. Her fikir sahibi bu yolda çalışmakla hiç bir şey kaybetmeyeceğini pek ala bilir ; çünkü, dünya uluslarının saadetini istemek başka bir yolla kendi saadet ve sükunumuzu istemektir. »

Bir bunu bir de o hatırımıza gelecek sosyal vecizeleri yan yana koyunuz sonra Arapların ekonomik sahada olsa bile şu “Masaibu kavmin inde kavmin fevaidu” sözünü ve  meşhur Machiavel in « Prince » adlı eserinde zamanının hükümet adamlarına tavsiye ettiği halde bugüne kadar bol, bol su istimal olunan aykırı düşüncele­rini göz önüne getiriniz.

Daha ileri giderek bütün diplomatları, inkılâpçıları, hatta belli başlı filozofları da işe karıştırmak suretiyle geçmişlerin bırakabildikleri iz­ler üzerinde yürüyelim. Eğer bunlar arasında Atatürk ayarında tek bir adam görürseniz ben onu da Büyük Önderle mukayeseye hazırım.

Bana mübalağa yapıyor demeyiniz; rica ederim misal gösteriniz. Fakat her şeyden önce Atatürk’ü tanımak şartı ile.

Bazı gazetelerimizin lüzumlu lüzumsuz Onun adını sayfalarına geçirmeleri, bir kısım yazı­cılarımızın, hattâ mevzularına hiç bir taalluku yokken yavan bir bahane bularak ondan, hem de en basit bir espri ile bahsetmeleri Atatürk gibi büyüklüğünü arsı ulusal medeniyet âlemine tasdik ettirmiş bir adama neşe vermez, bilâkis bizim büyüğümüzü hakkı ile tanıyamadığımızı gösterir ...

Böyle bir insana mazhariyet bir millet için şerefken, gururken Onun hayatını günü  gününe inceleyip müspet eserler sunacak yerde işin fantezisi ile vakit geçiriyoruz. Bereket versin Tarih Encümeni az çok çalışmaktadır. Fakat her bakımdan büyük yaratılmış, büyük yaşamış bir adamın hayatı yalnız tarih mi? Ya! psikologlar, ahlakçılar, içtimaiyatçılar, münekkitler ve nihayet felsefeciler nerede?

İhtisaslarına göre tetebbu eserleri verebil­mek için bütün kültür adamlarımızın Atatürk ten daha enteresan bir mevzu bulacaklarını sanmı­yorum.

Halkımız, izah edemeyeceği derin bir şuurla Onu sevgi yapıp kalbinde, resim yapıp evinde, heykel yapıp bahçesinde taziz etmekte. Münevverlerimiz de bu izzetin manasını alarak kütüp­haneler yapsalar...

Herriot gibi bir hükümet adamı baş vekil ol­duğu buhranlı devirlerde bile yazacak zaman bu­luyordu! V. Hugo için hazırladığı bir eseri tamamlamak üzere Jersey adasına kadar gitti. Manş denizin dalgaları arasında Fransız şairinin sürgünlük hatıralarını uyutan bu İngiliz adasında bir kaç gün de kaldı.

Diplomat Herriot Ke Dorse de bile tetebbu dan vazgeçemiyordu! Halbuki Hugo için daha ön­ce yüzlerce etüt yapılmıştı.

Garplılar büyüklerini işte böyle dev aynasında görüp, göstermeği çok severler! Aynı şairin adını taşıyan cadde ve meydan da Paris in en şık bir mahallesini süslüyor. Hele o meydandaki heykeli sanatın bir şaheseridir. Yalnız bu mu? Bu kocaman şehrin içinde Fransız büyüklerinin binlerce heykeli var. Londra da böyle, Berlin de. İlle Roma, Sanki muazzam bir müzedir.

Zamanın nisyan tozları altında örtülüp kaybolmasını istemediğimiz ne kadar aziz hatıralar varsa garplılar onlara taştan, demirden, yani san­atın işleyebildiği ebediyetten şekiller vermişler! Orada bediî duygular, bütün kutsî mefhumların üstünde yaşıyor. Öyle sanıyorum ki insanlığı yal­nız bu duygular yükseltecek.

Sorbonun büyük kapısından içeri girince iki büyük heykelin karşısında bulunursunuz; bunların ikisi de Fransız değildir. Büyüklük ve ihtişam önünde duyulan hayranlığın milliyeti olmuyor.

Bu münasebetle şunu hatırlıyorum : Atatürk için başka dillerle yazılan eserler bizimkinden da­ha çok!. Bunun manasını sormayalım cevabı acı­dır; kendi kendimize düşünüp bulalım !.

ATATÜRK SÖYLÜYOR

Uluslar, ıstırap ve kötülük nedir bilmemeli­dirler. Şeflerin vazifesi halka zevk ve saadet yo­lunu göstermektir.

Vaktiyle, ben de filozofların hayat hakkındaki düşüncelerini anlamak için bazı kitaplar okudum, Bir kısmı her şeyi kapkaranlık görüyorlardı : Çünkü « Hiç bir şey değiliz ve hiçliğe karışa­cağız diyorlar ve bu âlemin faniliği içinde sürur ve saadete yer bulamıyorlardı. »

Başka kitaplar da okudum. Bunlar daha ma­kûl düşünen insanlar tarafından yazılmıştı. Çünkü bu filozoflar,”Mademki biz hiçiz ve bununla beraber bir sonsuzluğa doğru gidiyoruz, hiç olmazsa bu sürüklenme esnasında şen ve neşeli olalım” diyorlardı.

Ben hayatın bu ikinci mefhumunu tercih eden tabiattayım. Fakat ona şu anlatacağım şartları eklemek suretiyle :

Bütün beşeriyetin varlığını kendi nefsinde temsil zannına düşenler bedbaht adamlardır. İn­san bir fert olarak er geç ölecektir. Kendi şahsı­mız için değil bizden sonra gelecekler için çalış­mak saadetin ilk şartıdır ki herkes buna vasıl olabilir. Akıllı bir adam başka türlü hareket edemez. Hayatta tam bir saadet ve sevinç ancak gelecek nesillerin şerefi, bahtiyarlığı ve varlığı için çalışmakla elde edilir.

Böyle hareket eden bir insan: « Benden son­ra gelecekler benim böyle bir arzu ile çalıştığımı acaba hesap edecekler mi?» dememelidir.Hatta hiz­metlerinin gelecek nesiller tarafından bilinmeme­sini istemeği tercih edecek karakterdeki adamlar daha ziyade bahtiyardırlar diyeceğim.

Herkes bir şey beğenir ; bazıları bahçeciliği ve çiçek yetiştirmeği severler; başkaları da in­sanları forme etmekten hoşlanırlar. Çiçek yetiştirenler çiçeklerden ne beklerler? Adam yetiştirenler de bu çiçek meraklıları gibi davranmalıdır.

Kendi nefsini milletinin ve vatanının saade­tinden daha önce düşünenler ancak ikinci dere­cede adamlardır. Şahıslarına büyük bir ehemmiyet vererek mensup oldukları yurdun ve ulusun var­lığını kendi zâtları ile kaim zannedenler milletle­rinin saadetine hizmet etmiş addedilmezler. Or­tadan çekildikten sonra hareket ve terakki yatın duracağını sanmak gaflettir.

Yeryüzünün bütün milletleri bugün birbirinin akrabası olmuş veya olmak üzeredirler. Bu iti­barla insan kendi milletinin refah ve saadetini düşündüğü kadar bütün ulusların da sükûn ve huzurunu düşünmek mecburiyetindedir. Her fikir sahibi bu yolda çalışmakla hiç bir şey kayıp edilmeyeceğini pek âlâ bilir. Çünkü, dünya uluslarının saadetini istemek başka bir yolla kendi sa­adet ve sükûnumuzu istemek demektir.

Eğer başka sosyeteler arasında sükûn, âhenk ve tam bir anlaşma teessüs edememişse tek bir memleket sırf kendi sükûnu için nafile çalışmış olur, ve bunu kazanmağa asla muvaffak olamaz İşte bunun içindir ki kendilerine karşı derin bir ihlâs ve samimiyet duyduklarıma şu tavsiyede bulunuyorum :

Milletleri sevk ve idare edenler tabiî olarak her şeyden evvel kendi uluslarının saadet ve varlığının bir âmili olmayı arzu ederler; fakat ayni arzuyu yeryüzünde yaşayan bütün milletler için de beslemeleri lâzımdır.

Umumî hadiseler bize şu vakayı çok açık gösteriyorlar; o da : Pek uzak sandığımız bir hadisenin bir gün bize çok yakından dokunmayacağından emin olamamak keyfiyetidir. İşte bunun için bütün beşeriyeti bir vücut ve her sosyeteyi bu vücutta bir uzuv gibi tanımak zarureti var. Bir bedenin en küçük bir parçasına isabet eden herhangi bir ıstırap o bedeni baştan ayağa kadar müteessir etmez mi?

Türkiye, Romanya ve dostları hep kuvvetlidirler. Bize herhangi bir taraftan hiç bir tehlike gelebileceğini hatıra getirmiyorum. Böyle bir tehlike tasavvuru bile faydasızdır. Biz bütün âlemi sükûn içinde temaşa edebilmek mazhariyetine malikiz. Bununla  “Dünyanın filân noktasında şayet bir huzursuzluk varsa bundan bize ne?” dememeliyiz. İnsanlar, sosyeteler, hükümetler an­cak böyle bir zihniyetle tecâvüzlerden, gururlardan esirgenebilir. İster şahsî, ister millî olsun gurur daima kötü şeydir.

Bu mütalaalardan şu neticeyi çıkarabiliriz ; doğrudan doğruya menfaatimize taalluk eden her şeyi göz önünde tutup icaplarına göre hareket edecek, bundan sonra da bütün dünya ile alâkadar olacağız.

Küçük bir misal: Ben askerim. Büyük harpte bir ordunun başında bulunuyordum; o vakit Türkiye de başka ordular ve kumandanlar da vardı. Yalnız kendi ordumla değil öteki ordularla da meşgul oluyordum. Bir gün Erzurum cephesindeki ordunun durumuna ilişiği olan bir mesele ile geç vakte kadar uğraşırken yaverim bana; size ait olmayan işlerle niçin bu kadar yoruluyorsunuz? dedi.

Cevap verdim: Eğer diğer orduların durumlarını iyice bilmezsem ben kendi ordumu nasıl idare edebilirim? Bir hükümeti ve bir milleti idare eden insanlar işte böyle daima düşünmeye mecburdurlar.

Bu vesile ile sayın misafirimize şunu da söyleyeyim ki: sevdiklerime karşı bütün düşüncelerimi daima söylerim. Ben içinde lüzumsuz sır saklamayan bir adamım;

Çünkü ben halkçıyım düşündüklerimi bu halkın önünde her vakit söylüyorum. Eğer hata işlersem halk bana bildirebilir; fakat bu güne kadar halkın, benim bu açık sözlülüğümü yüzüme vurması vaki olmadı...

SON SÖZ !....

Bana bu broşürü yazdıran pek değerli hi­tabeyi Atatürk, Ankara Palas otelinin bir salo­nunda Romanya Hariciye vekili Antonesco ile konuşurken söylüyor Bu, birçok hükümet adam­larının zaman, zaman okudukları ısmarlama nu­tuklardan değildir, içten gelen ve derin düşün­celerden sonra kristalize olan fikir hamleleridir. Ne yazık ki bunları Atatürk’ün ağzından çıktığı gibi işitemedik.

Ankara gazetesi Tan gazetesinden alarak, Fransızca ya çeviriyor. Ben de oradan tekrar Türkçe ye çevirdim. Bu iki bozuk tercüme ile öyle sa­nıyorum ki cümleler fesahatlerinden çok şey kaybetmişlerdir, yine de mananın ulviyeti karşısında fikirler hayret içinde kalıyor.

Konuşma sırasında böyle bir izahta bulu­nabilmek için insanın çok geniş bir felsefe kültürü olması lazım. Bu da kâfi değil, o kültürü benimseyip yeni fikirler çıkarmak kudretini kazanmalı, yani filozof olmalı.

Eflatun, Yunan sitelerini kavgadan kurtar­mak için tasavvur ettiği muhayyel hükümet rejiminin başına bir filozof getirmeği düşünmüştü. Bunun manasını, Atatürk’ün söylevini okuduktan sonra daha iyi anladım.

Orada yalnız moral dersleri değil yaşanmış bir hayat ta var. Atanın büyüklüğü asıl bu noktada tebarüz ederken bu hayata da dil uzatanlar oldu. En çok çalışan ve yorulan bir adama, bizi uyuttuktan sonra kendi hususiyetine çekilip biraz dinlenmek hakkını bile çok görenler bulundu. Bu haksızlığa karşı O, bize hürriyet, istiklâl, zevk ve saadet veriyor, yaşayınız, hayatınızı göneniniz diyordu.

Tek günlerine kadar tarih olan altmış yıllık ömrünün şu son yirmi yılını şimdi hatırlamağa çalışıyorum. Bu müddet içinde muhalifleri Ona ne­ler isnat etmediler.. 

Padişahlığı kuruyor dediler olmadı; halife olacak dediler, olmadı; diktatör olmak istiyor dediler, olmadı. Milyonlar tutan hediyeler aldı dediler, verdi; çiftliklere kondu dediler, verdi; hazinelere sahip oldu dediler, verdi; nesi varsa hepsini Milletine bağışladı....

Artık hiç kimsede Onun ululuğuna yaklaşabilecek tek bir tariz oku kalmamıştır. En muhteşem bir sarayda en mütevazı bir filozof hayatı geçiriyor ve rahatsızlığı zamanında bile Milletinin rahatını düşünüyor. Böyle adamlara verilecek vasıf yapılacak metih yoktur. Büyük tabiri bile adının yanında çok küçük kalıyor.

 O, sadece « Atatürk » tür ve öyle yaşayacaktır!...

Dr. Mesud Fani
1938 - ANTAKYA

18.08.2001

 



 

 SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |