<%@ Language=VBScript %> İSMAİLİLİK Sayfa 3

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

SAYFA> | 1 | 2 | 3   

İSMAİLİ TÜRKLER VE ALEVİLİK

Bir yandan Mısır İskenderiye okulu kökenli, Ali yandaşı sufilerin görüşlerine, diğer yandan da Saabiliğe dayanan İsmaililik, Batıni inancın tüm İslam dünyasına yayılmasında etken olmuştur. İsmaililik, Şamanist Türkler arasında çok daha çabuk yayılmıştır çünkü, Şamanizm'de Batıni bir yön zaten vardır.

M.S.700'lerde Çin, Batı Türkistan'ın önemlice bir bölümünü ele geçirmişti. Aradan 50 yıl kadar geçtikten sonra Çinlilerin yeni bir saldırı başlatmaları üzerine Türkler, Abbasi'lerden yardım istediler. Arapların bölgedeki ordusunun yardımı ile Türk kuvvetleri, Talas meydan savaşında Çinlileri yendi ve Batı Türkistan, Çin'in elinden kurtarıldı. Bu işbirliği sonucu, bazı Türk subayları ve askerleri, Abbasi hilafetini düşmanlarından, bu arada da özellikle İsmaili baskısından kurtarmak üzere, Halifeler tarafından para karşılığı hizmete alındılar.

Abbasi Halifelerinin paralı Türk askerlerinden meydana getirdiği ordunun başarısı, Türklere olan talebi artırdı ve bu talep önlenemeyen muazzam bir göçün başlangıcı oldu. 9. yüzyılda Türkler, Horasan ve civarında çoğunluğa ulaşmışlardı bile. Ancak Horasan'da hakimiyet kurabilmek için bölgeye yerleşen Şamanist inançlı Türkler, Müslümanlığa geçmek durumunda kaldılar. Çünkü, Müslümanlığı daha önce kabul etmiş bölge sakinleri, başka bir dinden olanları aralarına kabul etmiyorlardı. Türkler, kitleler halinde Müslümanlığa geçiyorlardı. Ancak, şehirlere yerleşenler Sünni mezhebini tercih ederken, Türklerin göçebe çoğunluğu, Müslümanlığın Şaman dinine çok daha yakın olan İsmaili mezhebini seçiyorlardı. İsmaililer de bölgede son derece örgütlüydüler ve büyük bir güç halindeydiler.

Ahmet Yesevi, 12. yüzyılda böyle bir dönemde dünyaya geldi. Horasan ve civarında İsmaili Dai'lerinin yanı sıra, yine aynı mezhebe bağlı Fütüvve örgütü de son derece yaygındı. Kendisi de, bir İsmaili Dai'si olan Yesevi, Horasan İsmaili tekkesinin şeyhi konumuna yükseldi. Yesevi müritleri halk arasında Horasan erenleri ya da "Baba Erenler" olarak tanındılar. Diğer İsmaili dergahlarında olduğu gibi Horasan tekkesinde de müritlerin, şeyhin emirlerine kesinlikle uymaları, sembolleri ve sırları anlayabilecek olgunluğa gelmek için öğreticilerini sabırla dinlemeleri, sözlerinde ve eylemlerinde kesinlikle doğru olmaları ve ser verip sır vermemeleri beklenirdi.

Ahmet Yesevi, her ne kadar bir İsmaili Dai'si idiyse de, kendi tekkesinde Şamanist Türk inançları doğrultusunda bazı değişiklikler yaptı. Mesela, yedi aşamalı olan İsmaili öğretisini, Fütüvve teşkilatlarını da örnek alarak, dokuz aşamaya çıkardı. Bir Yesevi müridinin, şeyh unvanı alabilmesi için, bu dokuz aşamayı geçmesi ve kurtuluşa ulaşması şarttı. Her biri birer derece niteliğinde olan bu aşamaların maliklerine verilen adlar, Yesevi'nin bir İsmaili olduğunun göstergesidir. Bu dokuz aşama şöyle sıralanıyordu:

  1. Tövbe edenler, 

  2. Bilginler, 

  3. Zahidler, 

  4. Sabirler (Sabredenler),

  5. Salihler (Kurtulanlar),

  6. Raziler, 

  7. Şakirdler (Öğrenciler), 

  8. Muhibler (İstekliler), 

  9. Arifler (Gönül Erenleri).

Yeseviliğin son basamağı olan Ariflerin hedefi, Tanrısal gerçeğe ulaşmak, ruhun tekamülünü sağlayarak Tanrı ile bir olmaktır. Yesevi'ye göre bunun yegane yöntemi içe kapanmaktır. Yüce Tanrıyı, us ile anlamanın imkanı yoktur. Bunun için Arif kişi içine dönmeli ve sezgi gücüyle, kendinde var olan Tanrıyı içinde aramalıdır. İçe kapanış, kendi benliğini bir yana atmayı, Tanrıdan başka bir varlık düşünmemeyi ve bu düşünce akışının mümkün olduğunca kesilmemesi için elden geldiğince azla yetinmeyi gerektirir. İçe kapanışla sağlanan derin sezgi, ruhu Tanrıya ulaştıran, sevginin uyanmasına olanak sağlar. İçe kapanan Arif (Kamil) kişi, üç aşamadan geçer: Kendini bilme; Gerçeği kavrama; Tanrıya ulaşma. İşte bu noktada Kamil İnsan, artık Tanrıyla bir olmuştur.

Yesevilik, içe kapanma yöntemini, Şamanist uygulamalarından aldı ve bunu Batıniliğe uyarladı. Bu ve benzeri nedenlerle tarikat, Şamanizme bağlı geniş kitlelere hiç de yabancı gelmedi ve ortodoks Sünni İslam’ın katı kurallarından kaçmak için çare arayan Türkler, kurtuluşu Yesevilik'te buldular. Ancak göçebe halk, İsmaillik, Yesevilik ve Fütüvve aracılığıyla Aleviliği seçerken, kentlerde bulunan yerleşik Türkler ve onların yöneticileri Sunni görüşü tercih ettiler. Türk yöneticilerin Sünniliği seçmelerindeki başlıca etken, bu mezhebin yöntemlerinin kitleleri yönlendirme açısından çok daha büyük imkanlar sağladığını görmeleriydi. Bu yöneticilerden, Sünniliğin kentli Türkler arasında tutulmasını ve kurumsallaşmasını sağlayanların başında, Selçuklular gelmektedir.

Daha önce de görüldüğü gibi, Bağdat Hilafeti Mutezile ve İsmaili hareketlerinin baskısı altındaydı. Selçuklular güçlenip, Gazzelileri ve Bizans kuvvetlerini yenince, Abbasi halifesi Kaim, İsmaili baskısından kurtulmak için Selçuklu Sultanı Tuğrul'a bir çağrı gönderdi. Tuğrul kumandasındaki Selçuklu kuvvetleri M.S. 1055'de Bağdat'a girdi. Ebu Hamid El Gazali gibi ünlü sufılerin de aralarında bulunduğu Bağdat kardeşliği İhvan-ı Sefa'ya ve Mütezile'ye büyük bir darbe indirildi. İsmaili Daileri ve Sufıler kenti terk etmeye zorlandı. 

Bu arada, Türk illerinde başlayan Moğol akınları, Türklerin büyük dalgalar halinde batıya göç etmelerine neden oldu. Türkmenlerle birlikte, Türk illerinde yaygın olan İsmaili Daileri de, batıya göç ettiler. Alevi Türkmenlerin büyük çoğunluğu, Selçuklu yöneticiler tarafından, Bizans ordularının yenilmesinden sonra, iki ülke arasında tampon oluşturmaları için Anadolu topraklarına yerleştirildiler. Ancak, Sünni inançlı Selçuklu yöneticileri için kuşku uyandıran, yer yer korkulan topluluklar oldular. Alevilerin doğal müttefiki İsmaililer ise, Selçuklu devletini yıkabilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. İsmaililiğin son kalesi olan Alamut'tan fedailer, Selçuklu yöneticilerine ve dönemin diğer önde gelen Sünni liderlerine karşı suikastlarını sürdürüyorlardı. Alamut kalesi, 1256 yılına kadar Sünnilerin korkulu rüyası olmaya devam etti. Bu tarihte, Hülagü Han komutasındaki Moğol orduları kaleyi zaptetti ve fedailerin büyük bölümünü kılıçtan geçirdi. Bu katliamdan kaçabilen İsmailliler, Anadolu'daki yandaşlarının yanına sığındılar ve İsmaillilik önemli bir güç olmaktan çıktı.

Türklerin Anadolu topraklarına yoğun biçimde ayak basmalarından sadece 45 yıl sonra, tüm ülke neredeyse tamamen Türk kontrolü altına geçti. Anadolu’nun doğusundan batısına bu Türk istilası sırasında, eski Anadolu halklarından en küçük bir tepki dahi doğmadı. Aksine eskiler, yeni gelenlere adeta yer gösterdi. Bu nasıl mümkün oldu?

Eskiler, Anadolu çok tanrıcılığı ve Apollon dini, Pisagor ve Saabilik öğretileriyle yoğrulmuştu. En büyük endişeleri Ortodoks Sünni Müslüman  yönetimin uygulamalarıydı. Yeni gelenler de, her ne kadar Müslüman’ız diyorlardıysa da, yöntemlerinin Sünni İslam anlayışıyla pek alakası yoktu. Eski ve yeniler inanç bakımından birbirlerine oldukça yakındılar. Yerli halklar, Türkmenler ile uyuşabileceklerini gördüler. Ayrıca bazı tarihçiler, Anadolu'da yaşamakta olanların arasında, çok önceleri bu topraklara gelmiş Türklerin de bulunduğunu belirtmektedirler. Türklerin bir kolu olan İskitlerin, M.Ö. 4 binlerde Anadolu topraklarına yerleştikleri, ayrıca bu topraklar üzerinde ilk uygarlığı kuran Sümerler'in de, aslen Türk oldukları sanılmaktadır. Bu eski Türk boylarının varlığının, yeni Türklerin kolayca kabulünde bir etken olduğu öne sürülmektedir. Nitekim, aradan 100 yıl dahi geçmeden Moğollar da, güçlü ordularının ardından Anadolu'ya girmelerine karşın, Anadolu’da yaşayanlar tarafından kesinlikle kabul görmemişler ve büyük bir kısmı geri dönmek zorunda kalırken, çok azı Türkmenler arasında asimile olarak bu topraklara yerleşebilmişlerdir. Bu gelişmelerin sonucunda, Haçlı seferleri ile birlikte Anadolu’nun adı "Turchia" (Türk eli) olarak telaffuz edilmeye başlandı.

Türkmen göçerler özgürlüklerine son derece düşkündüler. Aralarında ayrılık yoktu. Kabile reisi ile basit bir çoban dahi eşit ve kardeşti. Kadınları; erkeklerin bulunduğu her ortamda yer alırlar, İslam’ın gerektirdiği örtünmeye de uymazlardı. Bu tutumu, bir Türkmen ozanı olan Künci şöyle dile getirmişti: "Arifler namus-ı ırzın vermez; Tesettür ne demek akıl ermez"..

Ancak, Selçukluların Türkmenlere geniş bir özgürlük tanımaya hiç niyetleri yoktu. Sünni yöneticiler, Türkmenlerin de aynı görüşe gelmelerini sağlamak için her türlü baskıyı uyguluyorlar, Aleviliği sapkınlık olarak nitelendiriyorlardı. Bu baskılardan bunalan Türkmenlerin karşısında, Moğol akınları sonucu yıkılmış Büyük Selçuklular yerine, daha zayıf olan Anadolu Selçukluları kalmıştı. Sürekli Moğol akınları, şehirlerdeki ticari hayatı felce uğratmış, Türkistan'a yayılması ile Ahilik adını alan Fütüvve kuruluşları için sıkıntılı günler başlamıştı. 

İşte bu ortamda, 2. Gıyasettin Keykubat'ın sultanlığı sırasında, Horasanlı Yesevi Şeyhi Baba İlyas, halkı sultana karşı isyana çağırdı. Horasan'dan Amasya'ya göç etmiş bulunan Baba İlyas'ın çağrısı, kısa sürede göçebe Türkmenler arasında büyük bir yankı buldu. Yesevi tarikatının en üst derecesi olan "Baba"lığa ulaşmış İlyas'a göre, gerçek olan bu dünyaydı. Yaşamdan sonra başka dünyalarda ödüllendirme ya da cezalandırma yoktu. "Şeriat'ın saçma hükümlerine uymaya gerek yok" diyen İlyas, toplumda kadın-erkek ayrımı gözetilemeyeceğini, bütün insanların eşit olduğunu ancak, sultanların bu eşitliği, kuvvete dayanarak bozduklarını söylüyordu. Batıni doktrinin tüm kurumlarına, ruhun ölümsüzlüğüne ve tekamülüne, yeniden doğuşa ve son durağın Tanrıyla birleşmek olduğuna inanan İlyas, "Herkes eşittir. Ancak, ruhunu geliştirme yolundaki tarikat erenleri Tanrıya daha yakındır" demekteydi.

Baba İlyas'ın isyan çağrısına koşan göçmenlerin başında, yine bir başka Yesevi Babası olan, Baba İshak bulunuyordu. Baba İshak'ın çevresinde kısa sürede, Alevi Türkmenler, İsmaililer, Saabi inanırları ve Ahilerden binlerce kişi toplandı. İshak komutasındaki bu kuvvet bir çok kere, üzerlerine gönderilen Selçuklu ordularını yendi. Baba İlyas bu sırada Amasya'da Selçukluların elinde tutsak bulunuyordu. İshak kuvvetleri, onu kurtarmak üzere Amasya'ya yönelince Selçuklular yeni bir ordu kurarak, İshak’ın kuvvetlerini yendiler ve neredeyse hepsini kılıçtan geçirdiler. Böylece, tarihe "Babailer İsyanı" olarak geçmiş olan halk ayaklanması bastırıldı. 

Babailer İsyanı her ne kadar yenilgiyle sonuçlandıysa da, Aleviliğin bir kurum olarak Anadolu’da ne denli yaygın ve yerleşmiş olduğunu da ortaya koydu. Daha sonraki yüzyıllarda, Selçukluların devamı niteliğindeki Osmanlılar, Yavuz Sultan Selim'in Hilafeti ele geçirmesi ile Sünni İslam dünyasının lideri konumuna yükseldiler. Buna karışın Osmanlı İmparatorluğunda da, Alevi isyanları hiç eksik olmadı. 1519'da Yozgat'taki Babai tekkesinin şeyhi Baba Celal'in ayaklanması ile başlayan Celali isyanları yüzyıllarca sürdü. Ünlü Şeyh Bedrettin ayaklanması da, Osmanlıları sarsan bir başka Batıni ayaklanmasıydı.

Babailer isyanının ardından, sağ kalabilen İsmaili ve Yesevi dervişlerinin büyük bölümü, Hacı Bektaşı Veli önderliğinde bir araya gelerek, Bektaşilik tarikatını kurdular. Hacı Bektaşı Veli, 1210 yılında Horasan’da doğdu. Burada Yesevi tarikatına katılan ve Babalığa kadar yükselen Veli, 1240 yılında, diğer Yesevi Babaları ve İsmaililer ile birlikte Anadolu’ya göç etti. Burada, yakın dostu Baba İlyas’ın yanına gitti ve Amasya’ya yerleşti. Babailer isyanının arka plandaki örgütleyicilerinden birisi olan Veli, fazla deşifre olmaması sayesinde, büyük katliamdan kurtuldu. Suluca Karaca höyük' e yerleşen Veli, Yeseviliğin devamı niteliğindeki görüşlerini yaymaya başladı. 1271’de öldüğünde, yanında binlerce müridi vardı.  Bektaşilik böylece, Alevi inancın örgütlenmiş üst yapısı olarak ortaya çıktı. Bektaşilik, 19. yüzyıl başlarına kadar, İslam dünyasında etkin bir kuruluş olarak varlığını sürdürdü. Muhtelif Alevi isyanlarına karşın Bektaşiliğe dokunulmamasının en önemli sebebi, Osmanlının vurucu gücü olan Yeniçeriler örgütünü yanına çekmeyi başarmış olmasıydı. Ancak Yeniçeriliğin 1826’da kaldırılması ve tüm yeniçerilerin öldürülmelerini takip eden dönemlerde, Bektaşi örgütlenmesine de büyük darbeler indirildi. 

İran Şiileri ve Anadolu Alevileri, Ali yandaşı olmaları dışında, inanç bağlamında birbirlerinden tamamen ayrı iki topluluktur. Şiiler, Zerdüşti inançların bir bölümünü İslami inanç sistemine sokarken, Alevilerin inanç biçimleri tamamen Batıni doktrinlere bağlı kalmıştır. Aleviliğin “Allah-Muhammed-Ali” üçlemesi, Batıni ekollerin “Tanrı-Evren-İnsan” üçlemesinin devamından başka bir şey değildir. İran Şiilerinde, tıpkı ortodoks Sünni yaşam tarzında olduğu gibi, kadının hiçbir hakkı kabul edilmezken, Alevilerde kadın, kesinlikle toplumdan tecrit edilmemiştir. O, toplumun eşit bir parçasıdır. 

Aleviler ve Bektaşiler Türkçe’yi tapınım dili olarak kabul etmişler ve bu sayede Anadolu’da Türk dilinin kullanılmasını, bugünlere ulaşmasını sağlamışlardır. Alevilerin Türkçe’ye bağlı kalmaları sayesinde, Anadolu Türk halkının Araplaşması ya da İranlılaşması da önlenmiştir. Kurtuluş Savaşında ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında ve Türklük bilincinin, yeni cumhuriyetin mihenk taşı olmasında, batıni bir ekol olan Aleviliğin rolü yadsınamaz.

Alevilik için, Tanrının en büyük vahyi, evren ve düşünen insandır. Tanrıdan gerçekleşen südur inancı ve insanların tekamül ederek, ruhlarının Tanrıya ulaşması çabaları beraberinde, tüm Alevi inanırlarının iyilik peşinde koşmaları zorunluluğunu getirmektedir. İyi insan, bu dünya üzerinde yaşadığı hayatlar boyunca gelişecek, giderek Kamil İnsan’a dönüşecek ve çıktığı asli kaynak olan Tanrıya ulaşacaktır. 

Yukarıda ifade edildiği üzere İsmaililik, hem Şövalyeler aracılığı ile batı dünyası, hem de Alevilik ve Yesevilik aracılığı ile Türkler üzerinde son derece etkili olmuş Batıni bir ekoldür. Hıristiyan Katolik inancının üst otoritesi Papalığın, Şövalye örgütlenmeleri ve Batıni inanç sistemlerini yıkma çabaları sürekli atıl kalmış ve bu girişimler ile Batı dünyasının, insan sevgisine, Hümanizme dayalı bir aydınlanma çağına girmesi engellenememiştir. Tıpkı Hıristiyan alemindeki, Batıni ekollerden kaynaklanan Reform ve Rönesans hareketlerinin Batı alemini bugünkü çağdaşlık düzeyine ulaştırmaları gibi, İslam alemi de, Mustafa Kemal Atatürk ve Türk dünyasındaki Batıni ekoller aracılığı ile, aynı aydınlanma süreci içerisine girmiştir.

Örneğin, sadece varlığını sürdürebilmek adına bir savaş yürüten Hasan Sabbah ve fedailer örgütü için yüzyıllar önce başlatılan sistematik karalama propagandası halen sürdürülmekte ve bu Batıni ekol, inanç sistemi ve felsefesi tamamen göz ardı edilerek, sadece eylemleri nedeniyle yargılanmakta, yüzyıllar önce yaşananlar, yaşandığı dönemdeki koşullar bir yana bırakılarak, bugünün koşullarında, bugünkü kafa yapısı ile sorgulanmaktadır.

Ancak, evrensel tekamül nehrinin tarihi akış yönünün bugüne kadar değiştirilemediği gibi, İslam dünyasının da çağdaşlaşma süreci, her türlü çabaya karşın değiştirilemeyecektir. 

Cihangir Gener
14.04.2002

KAYNAKÇA

  1. Akpınar Turgut- Türk Tarihinde İslamiyet- İletişim Yayınları- 1993

  2. Arsel İlhan- Arap Milliyetçiliği ve Türkler- İnkılap Yayınları- 1990

  3. Aydın Erdoğan- Nasıl Müslüman Olduk- Başak Yayınları- 1994

  4. Birge John Kingsley- Bektaşilik Tarihi- Ant Yayınları- 1991 

  5. Bulut Faik- Hasan Sabbah Gerçeği- Berfin Yayınları- 2000

  6. Çamuroğlu Reha- Tarih, Heteredoksi ve Babailer- Metis Yayınları- 1990

  7. Daftary Farhad- İsmaililer, Tarih ve Kuram- Rastlantı Yayınları- 1999

  8. Dierl Anton Josef- Anadolu Aleviliği- Ant Yayınları- 1991

  9. Doğrul Ömer Rıza- Hasan Sabbah’ın Cennet Fedaileri- Can Kitapevi- 1982 

  10. Dursun Turan- Din Bu- Kaynak Yayınları- 1991

  11. Er Piri- Geleneksel Anadolu Aleviliği- Ervak Yayınları- 1998

  12. Eyüboğlu İsmet Zeki- Tasavvuf, Tarikatlar, Mezhepler Tarihi- Der Yayınları- 1990

  13. Gener Cihangir- Ezoterik, Batıni Doktrinler Tarihi- Gece Yayınları- 1994

  14. Hamidullah Muhammed- İslam Peygamberi Hayatı- İrfan yayınevi- 1966 

  15. Köprülü Fuad- Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar- Diyanet Yayınları- 1984 

  16. Kramer Samuel Noah- Sümer Mitolojisi- Kabalcı Yayınları- 1999

  17. Kutluay Yaşar- İslam ve Yahudi Mezhepleri- Anka Yayınları- 2001

  18. Mezaheri Ali- Ortaçağda Müslümanların Yaşayışı- Varlık Yayınları- 1972

  19. Ocak Ahmet Yaşar- Babailer İsyanı- Dergah Yayınları- 1980

  20. Ocak Ahmet Yaşar- Türk Sufiliğine Bakışlar- İletişim yayınları- 1996 

  21. Sever Erol- Yezidilik ve Yezidiliğin Kökeni- Berfin Yayınları- 1991

  22. Şener Cemal- Alevilik Olayı- Yön Yayınları- 1989

  23. Uraz Murat- Türk Mitolojisi- Mitologya Yayınları- 1992

  24. Zelyut Rıza- Öz Kaynaklarına Göre Alevilik- Yön yayıncılık- 1992

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |