<%@ Language=VBScript %> HAYAL, GERÇEK, HAKİKAT Sayfa 1

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

 SAYFA> | 1 | 2 | 3   

Sayın Sıtkı Aytaç'a gönülden teşekkürlerimizle,

 

HAYAL, GERÇEK, HAKİKAT

 

            Bu konularda çok büyük bir kavram kargaşası yaşanmaktadır. Bunun da nedeni İngilizcede “Reality”, “Verity”, Fransızcada “Realite”, “Verite” kelimelerinin dilimizde Türkçe olarak “Gerçek”, Osmanlıca olarak da “Hakikat” kelimeleriyle karşılanmasıdır. Nitekim sözlüklere de bakıldığında kelimeler birbirlerini verir ve yanlarında yeni dil, eski dil ibareleri yer alır. Aslında bu iki yabancı kelime kesinlikle aynı değildir. Bu nedenle özellikle felsefi yazı ve konuşmalarda farklı farklı kullanabilmekte bu da akılları karıştırmaktadır. Bu inceleme boyunca kavram kargaşasını önlemek için Realiteye karşı Gerçek, Veriteye karşı da Hakikat kelimeleri kullanılacaktır.

            Hakikat tektir yani unique’tir. Gerçek ise çoktur ve tıpkı Yunus Emre’nin

Ete kemiğe büründüm
Yunus gibi göründüm

beytinde söylediği gibi tüm bu gerçekler aynı hakikatin değişik görüntüleridir. Evrende ne kadar canlı hatta cansız varlık varsa o kadar da gerçek vardır denilebilir. Herkesin gerçeği kendinedir ve herkes kendi gerçekliğinde yaşar. Tüm varlıklar bir “Gerçek Doğa” (True Nature) ya sahiptirler. Ancak parçalara ayırarak yaşama eğilimini benimseyen insan, ortasına ego’nun yerleştiği küçük çemberini kırmak istemediği için, Bütün kavramını anlayamaz. Halbuki nesnelerin gerçek değeri, onların bütün’e uyum sağlamak için gerek duydukları unsurları içerir. Bu nedenle “Gerçek Doğa” ya büyük hakikatin yalnızca kendisine özgü unique yapısının bir replikası da denilebilir. Ancak Ben merkezli küçük çemberden çıkılamadığı için çalışmaz durumdadır. Bunun yerine parçalı ve bölümlü bir yaşam ve onun getirdiği geçici ünvan ve sıfatlar ile bunların çekişmelerinin sahnelendiği bir Maya alemi, kesin ve katı zıtlıklar nizamı içinde hükmünü icra edecektir. Alman filozof Schopenhauer’in de dediği gibi farklar ancak zaman ve mekan içinde, yani tasarımda olasıdır. Aynı düşünür, “Dünya Benim Tasarımlarımdır” diyerek duyularımız ve zaman-mekan kalıplarıyla algıladığımız evrenin bir bağımsızlığı, kendi başına bir varlığı olmadığını; ancak algılandığında var olduğunu ileri sürmekteydi.

            Bu olguyu bilimsel açıdan da değişik şekillerde irdelemek olasıdır. Önce temel bilimlerden olan geometriye bakalım. Geometride değişik koordinat sistemleri vardır. Hepimizin en çok bildiği ve alışık olduğu kartezyen koordinat sistemidir. Halk tarafından yaygın kullanılmadığından pek bilinmese de özellikle mühendisler tarafından kullanılan polar ve silindirik koordinatlar gibi başka koordinat sistemleri de vardır. Bu sistemlerin birinde bir biçimde görülen bir şekil başka bir koordinat sistemine geçildiğinde bütünüyle başka bir biçime bürünür. Aslında biçimi ne olursa olsun o aynı şekildir. Kullanılan koordinat sistemine göre değişen biçimidir. Onun için mühendislikte eğer kartezyen koordinatlar dışında bir koordinat sistemi kullanılmışsa neyi ifade ettiğinin anlaşılabilmesi açısından şekille birlikte mutlaka belirtilir. Gene Tasarı Geometride bir düzlem üzerindeki bir şekil belli bir açıyla başka bir düzlem üzerine yansıtıldığında biçimi değişir. Örneğin, bir daire belli bir açıyla başka bir düzlem üzerine yansıtıldığında bir elipsle karşılaşılabilir. Şimdi bunlardan hangisi gerçek şeklin biçimidir. Peki bunlardan biri gerçekse öbürleri hayal midir? Yoksa bulunulan yere göre hepsi gerçek midir? Bu durumda birden fazla gerçek mevcut mudur? Bu sorulara hazır yanıt yoktur. Yanıtı her kişi kendi bilinç düzeyine göre verecektir.

            Aynı olaya fiziksel, özellikle de Görecelik Kuramına göre yaklaşıldığında yine hakikatin değişik gerçekleriyle yüz yüze gelinir. Önce salt fiziksel açıdan incelendiğinde, karşıdan bir piramidin bir yüzüne bakıldığında yalnızca hakikatin bir yüzü görülür. Bakılan açıya göre bir diğer yüz de kısmen görülebilir. Bütün yüzleri görebilmek ancak tepeden bakmakla olasıdır. Yani boyut değiştirmek gerekir. Boyut değiştirebilmek için de bilinç açılmaları gerekir. Bilinç açılması insanın psişik yapısının bir bölümünü oluşturan bilinmeyen yönünün, bilinen yani bilinçe katılmasıyla olasıdır. Böylece, yeni idrakler bizi küçük benliğin merkezinden Kendi-Büyük Ben veya Ebedi Ben diye tanımlanabilecek bir diğer merkeze doğru yani “Kendini Bil” düzenine doğru taşırlar. Bunda tam başarılı olmak, olay ve varlıkların Bütün içindeki Gerçek Doğalarını görerek bakmamızı, başka hiç bir atıf veya spekülasyonun zihnimizi gereksiz bilgi ve tasvirlerle doldurmasına izin vermemiş olmamızı sağlar. Kişi artık “an” içerisinde yaşar. Olaylara şahit olunur ve ardından zihin tekrar boşalır. İşte ZenBudizm’de buna “Emptiness” Boşluk denir. Bu, insan aklının zaferidir. Ancak yaşamda her şey birbirinin zıttı ile birlikte olmak ve iki anlamlı bir zıtlık disiplininin diyalektik aşamalarıyla Bütüne gitmek üzere birbirini tamamlarlar ve ancak böyle, Gerçek Doğa’nın yani her varlıkta mevcut “Hakikat Özü” nün doğasını yansıtırlar. Zira aralarındaki fark, varlığın değişken Gerçek Doğa’sı yolu ile Bütün’ü oluşturmak isteği sayesinde kapanacak, unique ve tek olan hakikatın, zıt gibi görünen doğası ile belki bir üst boyut aşaması sonucunda zıtlıkların kesişme ve örtüşmesi kaçınılmaz olacaktır. Ama Maya her yerde hakimken ve bizi duyular aleminin iniş çıkışları ve duygusallıkların büyüleyici etkinlikleri ile avutur giderken Gerçek Doğa kimin aklına gelir ki? Hem varolma gerçeğini taşıyan, hem de Mutlak Hakikate atıf yapan Zen Budizmin “Form Boşluktur, Boşluk da Formdur” da demek istediği de işte budur. 

            Biz bugün bütünüyle birbirine bağlı, psikolojik, toplumsal, biyolojik ve çevresel olaylar çerçevesinde topyekün birbirine bağlanmış ve örülmüş bir dünyada yaşıyoruz.  İnsan öznesindeki formlara göre, yani onlara bağımlı olarak oluştuğundan ancak görünüşler başka bir deyişle fenomenleri kolayca bilebiliyoruz. Onların arkasında ve bizden bağımsız olan mutlağı bilememekteyiz. Bu dünyayı ve parçası olduğumuz evreni anlamak, onu dile getirebilmek için eski Descartes ve Newton’cu anlayışları aşan bir dünya görüşüne ve değişik bir perspektife gereksinim duymaktayız.  Bu yeni perspektif, Görecelik ve Quantum teorileriyle bunu en iyi açıklayan felsefe olan mistisizm yani tasavvuf’tur.

            Quantum Latince miktar demektir. Fizik terimleri arasına girmesi atomlar düzeyinde, enerji gibi bazı büyüklüklerin ancak “belli miktarlarda” alınıp verilebilmesinin bulunmasıyla olmuştur. Quantum teorisinin gelişmesi 1800’lerin son on yılından başlayarak Maxwell, Niels Bohr, Einstein, Heisenberg, Schrödinger gibi fizikçilerin çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır.  Quantum fiziğinin özü Einstein’ın özel ve genel görecelik kuramından çıkmıştır.  Özel görecelik kuramına göre, dünyanın tüm iyi bilinmeyen özelliklerinin kökeninde, tüm maddi nesnelerin hareketleri arasındaki görecelik ve ışığın hızının mutlak oluşunun karşılıklı ilişkisi yatmaktadır. Basitçe söylenirse düzgün bir hareketle birbirine göre yer değiştiren iki araç yardımıyla ölçülen ışık hızının her zaman aynı kaldığı varsayılabilir. Bu varsayımın sonuçlarını çözümleyen Einstein, o zamana kadar mekaniğin en dokunulmaz olarak kalan ilkesi olan mutlak zaman ilkesini sarstı. Görecelik ilkesi doğru ise zamanın bir mutlak büyüklük olması doğru değildir. Saatini benimki ile ayarladıktan sonra bir yolcu, araba ile gezintiye çıkar ve ben evde kalırsam, onun dönüşünde ikimizin de saati sonuç olarak aynı zamanı gösterecektir. Bununla birlikte, yolcu daha artan bir hızla gezinir ve hızı ışığın hızına yaklaşırsa, saatlerimizin gösterdikleri zaman arasında yavaş yavaş bir farkın ortaya çıktığı görülecektir. Yolcunun saati evde kalanınkine göre daima geri kalacaktır ve bu geriye kalma da hesaplanabilmektedir.

              Zaman mutlak değilse, uzayla zamanı kesin olarak farklı iki varlığa ayırmak olanağı da yoktur. Gerçekten de hareket, uzayda, zamanın akışı ile yakalanan bir yer değiştirmedir; ama zamanın akışının kendisi de hareketin hızına, yani uzayda aşılan uzaklığa bağlıdır. Bu nedenle, uzayla zamanı, dört boyutlu bir tek uzayda birbirine bağlanmış olarak düşünmek ve buna uzay-zaman adını vermek daha elverişlidir. Böylece  Einstein, görecelik kuramının önermelerinin, klasik fiziğin enerji ve kütlenin ayırımı ve ayrı korunum yasaları olması düşüncesinin bırakılmasını gerektirdiğini keşfetti.  Bu sarsıcı keşif onun E=mc2 denkleminde özetlenmiş olan şeydir.  Basitçe kütle ve enerji aynı şeyin farklı görünümleridir.  Çevremizde gördüğümüz tüm kütle bir çeşit bağlı enerjidir.  Bu bağlı enerjinin küçük bir miktarı bile serbest kalsa, sonuç, bir nükleer bombanınki gibi, müthiş bir patlama olurdu.  Şüphesiz, bunun olabilmesi için tıpkı nükleer silahlarda olduğu gibi çok özel fiziksel koşullar gereklidir.  Fakat, zamanın başlangıcında, evreni yaratan büyük patlama sırasında, kütle ve enerji serbestçe birbirine dönüşmekteydi.  Şimdilik, bilinen maddenin temel yapısı olan en küçük kütle quarklardır.  Büyük patlama sonucu evren genişleyip soğudukça karşı quarklar ve quarklar birleşip birbirini yok edecek, ama karşı quarklardan daha çok quark olduğundan geriye bir miktar quark kalacaktır.  Bugün gördüğümüz ve bizi oluşturan madde işte budur.  Öyleyse bizim varlığımızın ta kendisi, salt niteliksel olsa bile, büyük birleşik kuramların bir doğrulaması olarak görülebilir.

Devamı

 



SAYFA> | 1 | 2 | 3 |

 YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |