<%@ Language=VBScript %> GÖREVLER VE / VEYA HAKLAR

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |

 

Sayın Güngör Kavadarlı'ya gönülden teşekkürlerimizle,
 

GÖREVLER VE / VEYA HAKLAR
 

Düşünen kafalara, hisseden gönüllere sahip kişiler arasında dünyanın bugünkü halinden memnun insan sayısı pek fazla değildir sanırım. Ama içinde yaşadığımız durumu sadece günümüze özgü saymak yanılgısına da düşülmemeli. Aslında insan ızdırabı tarih boyunca toplumların en belirgin özelliklerinden biri olagelmiştir. Toplumlar gelişip karmaşıklaştıkça, insanların ihtiyaçları daha çeşitli ve acil hale geldikçe, çekilen acıların boyutları da oransal olarak artmıştır. Asrımızda acılar artık dünyayı her an karmakarışık bir ortamda tutan düzeye çıkmıştır. Halbuki dünyanın görülmedik bilimsel ve teknolojik ilerleme kaydettiği, ekonomi ve eğitimde çok geliştiği düşünüldüğünde, şimdiki acınacak durum çok çelişkilidir. Bu üzücü halin ortaya çıkması için bir şeylerin eksik olması, aksıyor olması veya yanlış olması gerekir. Herhalde buna yol açan şeylerin, insanlığın değer sistemleri ve zihniyeti yanında, özelde kişisel hayatlarımızın anlamı, genelde "Hayat"ın anlam ve amacı konusundaki bakış açıları olmak gerekir.

Zaman içinde sayısız hükümdar, sosyal reformcular, siyasal  ve iktisadi önderler, filozoflar, ve hepsinden önemlisi peygamberler, beşeri ızdırabı hafifletmeye çalışmışlardır. Bunda kimi başarısız olmuş, kimi bir dereceye kadar başarı göstermiştir. Son çözümde, "Bütün bu çabalar yeterince tatminkâr sonuçlar vermiş midir?" sorusu sorulabilir. Buna verilecek dürüst cevap "Hayır!" dır. Peki bu neden böyledir? Bunun sebebi hem bireylerin hem toplumların zaaflarında yatıyor.

İnsanlığın ortaya çıkışı ve insan topluluklarının kurulmaya başlanmasından beri hep daha istikrarlı ve ahenkli toplumları amaçlamışızdır. Tarihsel perspektiften bakıldığında bu gayeye  gelenek ve görenekler, dini yaptırımlar ve yasalarla varılmaya çalışıldığı görülür. Bu gibi önlemler veya uygulamalar belirli dönemlerde bir oranda etkili oldularsa da, insanlığın sorunlarına gerekli çözümleri getiremedi. Zaman geçtikçe, insanlar, önderler, toplumları görüşler ve inançlar değişti ama bir şey hiç değişmedi. Bu, çekilen acılardı. Gelenekler, yasalar ve din kuralları sorunu halledemeyince toplumcu ve politik liderler, çözümü sağlayacağına inandıkları yeni bir fikri, yani insanların bazı hakları olduğu tezini ileri sürdüler.

Aslında yepyeni, özgün bir görüş değildi bu. Daha önceleri eski hükümdarların tebaaları üzerindeki ilâhi hakları, sonraları kralların hakları ve kilisenin inananları üzerindeki hakları zaten ortaya çıkmıştı. Ancak görüldü ki anılan haklar, bu haklara hak kazanmış olanlar lehine ve kitlelerin acılarını arttırma pahasına kullanılıyordu. Sonuçta insanlar biraz daha baskı altına alındı, biraz daha ezildi. Geriye, bu hakların bir adım ötesi veya mantıki uzantısı olan, genelde tüm insanların hakları olduğunun ilân edilmesi kalmıştı. Böylece artık insanlığın dertlerine çare bulunduğu ümidi hatta inancı doğdu.

Ancak hepimiz biliyoruz ki, çağdaş insan haklarının temelini oluşturan ve eşitlik, kardeşlik, özgürlük ilkelerinde son bulan tarihsel süreç, ne yazık ki küresel uygulanabilirliğe sahip olamadığı gibi arzulanan sonuçları da vermedi. Ayrıca, kurumlaşmış dinin bu konuda oynayabileceği potansiyel olumlu rol, din kurumlarının tutucu doğası ve statükoyu koruyarak egemenliğini sürdürme eğilimi nedeniyle etkili olamadı.

Eşitlik, kardeşlik, özgürlük ilkelerinin ve kurumsal din düzeninin beklenen değişiklikleri sağlamaktaki başarısızlığı, insanları, acılarını dindirmek, en azından hafifletmek için yeni yollar arayışına götürdü. Bu da manevi değerlerin zayıflaması ve maddeci hayat görüşünün geçerli olması sonucunu veren büyük bir maddecilik şahlanışına yol açtı. Bu kez insanın doğal hakları olarak adlandırılanların yanı sıra, maddeci görüşle uyumlu olacak başka bir hak türü, yani insanın ekonomik hakları telâffuz edildi. Ekonomik hakların kabulü, küresel düzeyde olmasa da durumu maddi açıdan iyileştirdi ama süregelen insan ızdırabını ancak biraz hafifletti. Maddeci görüşün, manevi değerlerin zayıflamasıyla birleşmesi, maalesef ahlâk ve etiği çürüterek toplumları yozlaştırdı.

Haklar konusundaki bütün beklentilere ve tezahürata rağmen dünyadaki kargaşa ve acılar sona ermedi. Çünkü denilebilir ki, insan hakları ifade edildikleri sıklıkta ihlâl de edilmişlerdir. Bu sonucun neden kaçınılmaz olduğunu anlamak için “hak” kelimesinin çeşitli tanımlarına göz atalım. Tanımlardan biri, "Hak, bir şeyi kurma, bir şeyi sahiplenme veya onu kullanma iddiasıdır," der. Kabul gören diğer bir tanım, "Hak, herhangi  şey konusunda yürütülebilecek bir iddia veya kullanma yetkisi, ya da ayrıcalığın veya gücün doğasında bulunan bir şeydir," şeklinde dile getirilir. Şimdi de yasal açıdan yapılan tanımlara bakalım. “Adaletin gerektirdiği ya da birine ayırdığı şey.” Ayrıca, “Bir kimsenin yapmaya yasal iddiası olduğu şey; yasal güç; yetki; yetkinin tanıdığı dokunulmazlık.” Bir başkası, "Hak, hukuken korunan menfaattir." Ve bir diğeri, "Hak, bir kimsenin isteyebileceği, ileri sürebileceği bir durumun ve iddia edebilme imkânının ifadesidir.” Sizlerin de dikkatinden kaçmadığına inandığım anahtar kelimeler şunlar: iddia, yürütme, yetki, güç, ayrıcalık, dokunulmazlık, imkân, korunan. Görülüyor ki, haklar temelde güçten ve yetkiden, yani, söz geçirmeden, vücut bulur. Hakkın beyanı yeterli değildir. Haktan amaçlananın elde. edilmesi için bunların aynı zamanda yürütülmeleri, uygulanmaları gerekir. Bu da şu demektir: Çıplak gerçeğe bakıldığında, eğer bir hak, hak ettiği iddia veya ayrıcalığı yürütmek için aynı zamanda güç ve/veya yetki ile donatılmış değilse veya bunlarla desteklenmiyorsa, süslü veya aldatıcı bir fikir olarak kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdur. Örnek olarak, insanların insanca yaşama hakları var. Ülkelerin anayasaları da, Birleşmiş Milletlerin ilân ettiği  insan hakları da böyle söylüyor. Ama bu hakkı tanınmış olanlar gerçekten insanca yaşayabiliyorlar mı? İnsanların adalet önünde eşit olma hakları var. Güçsüz, fakir ve cahil dahil herkesin bu haktan eşit yararlandığını söylemek mümkün mü? Zaten eğer hakların ilânı ve kabulü, herkesin bunlardan âdilce ve mutlaka yararlanacağı anlamına gelseydi, Ulu Yaratan "Bana kul hakkıyla gelmeyin” uyarısına gerek görür müydü? Bundan şu sonuca varmak sanırım doğru olur. İnsanlar, kurumlar ve güçlü ülkeler ahlâki davranış, ahlak kuralları ve vicdanla güdülenmiş değillerse - başka deyişle, görevlerinin idrakinde değillerse - kişilerin hakları şimdiki gibi, yani, ancak kısmen gerçekleşerek kalmaya mahkûmdur. Izdıraplar da kalıcı bir yazgı halinde sürer gider.

Burada önemli bir noktaya değinmeden geçemeyeceğim. İnsanlara haklarının olduğunu söylemek ne kadar güzelse, o hakların gasp edilmesi o denli tehlikeli. Hakkı olup da hakkına saygı gösterilmemiş, bundan yoksun bırakılmış  kişi, hakkı olduğunu bilmeyen kişiden potansiyel olarak çok daha hoşnutsuz ve problem çıkartıcı, ve gasp edilen hakkını elde etmek ve ödeşmek için her yolu mubah sayan bir maddi / manevi patlayıcı veya mayın haline gelir. Bugün terörün tüm dünyada çok yaygın olmasının ve karşısındaki üstün güçlere karşın ortadan kaldırılamamasının asıl sebebi bu değil midir? Mücadele ettikleri ezici üstünlüğe sahip güçlere "Haklıyım, güçlüyüm," inancıyla karşı koymuyorlar mı?

Acıları egemen olmaktan çıkarmanın çaresine gelince, ben de bazı düşünürlere katılıp, insanlık olarak yeni bir ahlâki davranış sistemi, yeni bir yaklaşım ve göreve dayalı yeni bir düzeni denememizi önermek isterim. İnsanları haklar bazında eşitlemeye kalkışmak yerine, görevi eşitliğin temeli veya paydası yapmalıyız. Böyle bir düzen saldırganlığa defetmekte ve acıları azaltmakta, ayrıca başkalarının haklarına saygı göstermekte muhtemelen daha etkili olur. Bunu sağlamada şimdiki ve gelecekteki nesillerin eğitimi çok önemli bir role sahiptir. Eğer eğitim görenek ve değerler yoluyla insanları, hakkını talep eden yerine, görevini yapana saygı duymaya alıştırabilirsek, işte o zaman görevi, ahlâki, toplumsal, ekonomik ve siyasal ilişkilerin kaynağı haline getirebilir ve bu yoldan daha iyi bir dünya için yeni bir düzene önayak olmuş oluruz. Görülecektir ki değerler sisteminde ve eğitimde, gelişmiş ve yetkin kişinin amacını görevde odaklayan bir değişiklik, hakların yerleştirilmesi ve korunması konusunda, güç kullanmaya kıyasla, o haklara saygılı olmayı daha kolaylıkla sağlayacaktır. Böylesi bir eğitim, insanlığın geçirdiği reformlar süreciyle de örtüşür, çünkü bu bakış açısı peygamberlerin ve bazı reformcuların yöntemine daha uygundur. Bu noktada belki bilinçli olarak çoğumuzun farkına varmadığı bir şeyi belirtmekte yarar var. Dini ilkeler ve öğütlerde de haklar değil görevler dile getirilir. Peygamberler öldürmeyi, çalmayı, ihaneti, aldatmayı yasaklamışlar, ve kişinin, başkalarından hakkını talep etmektense o kişilere karşı görevlerini yerine getirmelerini vurgulamışlardır. Eğer başkaları için zararlı olanı kendimize yasaklamaya alışırsak ve bu kişisel örneği evrenselleştirirsek, yeni düzeni oturtma yönünde olumlu ve sonuç alıcı adımı atmış oluruz.

Görevden ne anlaşıldığını gözden geçirmekte yarar var. Şöyle bir soyut açıklama felsefi düşüncede kabul görüyor. İnsanların topluluklar halinde yaşamaya başlamasıyla, birçok bencil içtepilerin (impulse) toplum yararına bastırılması gerekmiştir. Bu bağlamda görev, kamu yararı için eğilimleri dizginleyen bir tür kısıt, yani, sınırlama anlayışıdır. Bu durumda zorunluluk ve yükümlülük duygusu, kişi tarafından, kamuoyunda onaylanma ve kınanma endişesi, insanların veya ilâhi gücün verebileceği ceza korkusu, veya ödüllendirilme ümidi şeklinde yaşanır. Yasa ve yetkenin (otoritenin) yaptırımları insanı "Yapmaya mecburum" diye düşündürür. Fakat, insanın özgün yapısının parçası olan içgüdüsel duygudaşlık (sempati) ve sevgi, dışsal yaptırımlar, ve kamu onayı ve kınaması ile birleşince, bu düşünce "Yapmalıyım” şekline dönüşür. Böylece kişi ahlâk merdiveninde bir üst basamağa sıçrama yapmış olur. Yeni konumu ona, evreni ve yaşamı algılamada daha alt basamaktakilerden farklı, üstün bir bakış ve anlayış kazandırır. Adeta evrenin doğasındaki, hep sürekli olarak yücelmeye, gelişmeye, iyileşmeye, daha yüksek değerlere yönelmiş olan kozmik eğilimin veya gücün ritmine paralel davranılmış olunur. Aslında bir görüşe göre, başkalarına olan görevlerimiz öyle temeldir, ve sanki toplumsal hatta biyolojik kalıtım yoluyla hücrelerimize öyle işlenmiştir ki bu, bizatihi Tanrı’nın sesinin insan vicdanı olarak kendini duyurması olarak düşünülebilir. İnsan bu nedenle doğruyu ve yanlışı benliğinde bilir, ayırır. Bu ses bazı etkenlerce parazitlenirse az duyulur veya duyulmaz olur.  Nihayet, görevi soyut değil de eylemsel açıdan ele alırsak şöyle tanımlayabiliriz. Düşünsel veya duygusal plânda sorumluluk / yükümlülük hissi şeklinde algılanan şeyin eyleme dönüşmüş biçimi görevdir. Umarım dile getirdiğim son sekiz, on cümle şimdiye kadar ifade etmeye çalıştıklarımı ve bundan sonrakileri yerli yerine oturtmakta yardımcı olur.

İlk izlenim olarak, yeni nesilleri bu çerçevede eğitmenin zor hatta imkânsız olduğu düşünülebilir. Gerçekten de insanın hayat kavramını değiştirmek güç bir iştir. Ancak bazı görüşler ve değerler bir veya iki nesilde nerdeyse tamamen değişmedi mi? Öngörülen dönüşümü gerçekleştirmenin belki de en akıllıca yöntemi, insanî içgüdülerin yozlaşmaya en çok sebep olanlarını, görevin yerine getirilmesinden duyulan gurur ve huzur yönüne sevk etmektir. Örneğin, insan birisini boğulmaktan kurtarınca veya bir yangını söndürmek için kendini tehlikeye atınca öğünür. Öyleyse kişi, meselâ, saldırgan olmamayı veya görevi uğruna kendinden özveride bulunmayı, toplumun en büyük ödüllerine lâyık eylemler veya en büyük kahramanlık, ya da ideal insanlık örnekleri gibi algılamaya alışırsa, kendini yüceltme, coşturma, övünme içgüdülerini genel esenlik hizmetinde kullanmış demektir. İnsanlar cömert olmalarıyla gururlandıklarında, vermek ve sarf etmek yoluyla üstünleşme içgüdülerini tatmin ederler. Fakat, edindikleri maddi şeylerle gurur duyarlarsa, doğuştan içlerinde bulunan aynı gücü kendilerine  dönük ve bencil biçimde kullanmış olurlar.

Güçlerini başkalarını yok etmekte kullananların anıları yerine, erdemlerini, görev yaparak sergileyenlerin anısını ölümsüzleştirmenin daha  geçerli ve olumlu örnekler olduğu öğretilmelidir bizlere. Yine biz, o mütevazı fakat çalışkan ve dürüst insanları saymayı ve onurlandırmayı öğrenmeliyiz, şimdiye kadar genelde yapıldığı gibi, başkalarını aldatarak, hileli yollara tenezzül ederek, karaborsa yaparak, ya da başkalarının hakkını çiğneyerek veya hakkına el koyarak büyük servet ve güç sahibi olanlara itibar göstermenin yanlış olduğunu, olumsuz sonuçlara yol açtığını öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Bir bilginin dediği gibi "Neyin görev oluşturduğunu öğretmek ve onu kutsamak, doğrunun kalesini inşa etmek ve ölümsüzleştirmek demektir." Bu sonuca varmada, peygamberlerin izinden yürüyerek, görevin gerekleri ve ilkesi çerçevesinde, kötülükleri ve suçu terk etmekten daha doğru ve âdil bir yol olabilir mi?

İnsanın herhangi bir doğal eğilimi evrenseldir, yalnız eğilim kendini çeşitli şekillerde gösterir. Bunun sebebi, insan egosunun, tabi tutulduğu eğitimin ilkelerine ve kişinin karmaşık ve gizli dürtülerini tatmine yönelik geleneklere göre şekillenmesidir. Bu nedenle, dünyaya düzen getirmeye çalışanların, bizlerin doğal ve temel içgüdülerimizi göz önünde tutmaları gerekir. Bugün eğer kişinin hakkını seslendirmek ve vurgulamak yerine, onun görevlerini telâffuz etsek, ve bu görevlere şeref ve  kutsallık kıyafetleri giydirsek, adalet ve doğruluğun, uyumun egemen olacağı yeni bir düzene kavuşmakta başarılı olabiliriz. Bu değişik düzene temel olacak yasalar ve gelenekler, kişinin aile fertlerine, komşularına, ülkesine, hemcinslerine ve diğer varlıklara karşı olan görevlerini tanımlamalıdır. Başkan Kennedy, "Ülkem benim için ne yapabilir diye düşünmeyin, ben ülkem için ne yapabilirim diye düşünün," demişti  görevi devralma konuşmasında.

Zannederim bunun, "Vatandaş olarak haklarınızın peşinde bencilce koşacağınıza, vatandaşlık ve insanlık görevlerini yerine getirmeniz, hepimiz için daha hayırlıdır,” düşüncesinin zarif bir söyleme biçimi olduğunda fikir birliği içindeyiz. Bu söylem hakları değil, görevleri ön plâna çıkarır. Çünkü hakkın temelinde iddia ve çıkar, görevin temelinde özveri yatar. Başka deyişle, haklar kişinin bencilliğe yönelik doğasını  ve dürtülerini harekete geçirirken, sorumluluk duygusu ve görev anlayışı, insanın diğerkâm yönüne seslenir. Günümüzde çoğumuz gerek aile çevreninde gerekse okulda ve toplumda, sürekli olarak aşırı bir bireyciliğe, bencil ve alıcı olmaya sevk ediliyoruz. Bunun sonucunda da hep  hakları düşünür ve savunur oluyoruz. Bu, daha kolay olan seçeneğin yeğlenmesi oluyor. Çünkü görevi yerine getirmek, fedakârlığı ve verici olmayı gerektirdiğinden, belki de diyorum, bunun iç dünyamıza getirdiği yükten kaçmak için bilinçaltımız, görevi değil hakları vurgulayarak bizlerin sorumluluktan kaçınıp rahatlama ihtiyacımızı karşılayabilmek için böyle bir psikolojik savunma mekanizması geliştirmiş. Fakat sevdiğim bir söz, "Sadece yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan da sorumluyuz,” der. Konumuz doğrultusunda yorumlarsak şunu demek mümkün: Diğerlerinin haklarına tecavüz ederek onlara zarar vermesek bile, eğer yapılması gerekeni yapmıyorsak, görevimizi yerine getirmiyoruz demektir.

Sizlerle yaptığım bu fikir paylaşımını şöyle bitirmek istiyorum "Görevler mi yoksa haklar mı daha önce gelir?” sorusu herhalde insanlık için ebedi bir ikilem oluşturacaktır. Fakat ben şahsen, insanın , Allah'ın kendi hayalinde tasvir ettiği resme uyabilmesi için görevin önde geldiğini, önde gelmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bence başkalarının hakları, kişinin kendine, toplumuna ve Yaradan’a karşı yükümlü olduğu görevlerin içinde zaten yer alır.

Güngör Kavadarlı
18.02.2002

 



YUKARI

 

| Ana Sayfa | Hatırladıklarım | Fener | Pınar | Turizm | Medya | Linkler | Arşiv | Bize Ulaşın |